Geçen yazımda insanlığın yüzyıllardır süregelen ütopya ile distopya arasında salınımından söz etmiştim. Bu salınım bugün de sürdüğü gibi, insanlığı gelişmesi doğrultusunda ütopyalarla distopyaların hacmi de büyümekte. O nedenle, Chomsky’nin, korona salgınının ciddiyetini kabul ederken,” bu salgının en büyük iyiliğinin insanlığın nasıl bir gelecek istediğine dair düşünmesi olabileceğine” dair söylemini dikkate almakta yarar var.
Yarar var; çünkü yeryüzünü ve insanlığa daha umutlu bir gelecek kazandırmak için elimizde sihirli bir değnek yok.
Tek yapabileceğimiz daha iyi bir gelecek hayal etmek, bunu gerçekleştirmek için de günahlarımız ile sevaplarımızın gerçekçi bir muhasebesinden başlamak olabilir.
Kuşku yok ki, maddi ve teknolojik açıdan büyük gelişmeler gerçekleştirdi insanlık; ama gerçekleştirdiği “insanlık ya da uygarlığın” çok yerinden döküldüğü ortada. Bir yanda savaşları ve şiddeti, öte yanda açlığı, yoksulluğu eksik değil; bir yanda bölme, ayırma, dışlama konusunda yapmadığı yok; öte yanda bunca gelişmeye karşın ne yeryüzünün vazgeçilmezliğini, ne de aynı insanlık ailesini paylaştığını anlayabilmekte.
O nedenle daha iyi bir gelecek adına aklımıza çok şey gelse de, ilk adım olarak, yeryüzünün vazgeçilmezliği ile savaşa/ şiddete/ayırımcılığa son vermenin gerekliliği ile başlamak yanlış olmasa gerek.
Örneğin elimizde tek bir gezegen var; buna karşın bu güzelim yeryüzüne yaptıklarımızı düşünün!… Kirlenmeyen yanı kalmadı; canlı olduğunu, yaşama can verdiğini unuttuk; arsız çocuklar gibi üstünde tepiniyoruz. Öyle bir tepinme ki, canına, canlılığına kast edilmekte!… Bilim insanlarının raporları, yeryüzünün yüzümüze çarptığı gerçekler bize neler yaptığımız anlatıyor ama bunlar, ne yazık ki, açgözlülük ile boş vermişliğimizi delip geçmekte yeterli olamıyorlar.
Yüzbinlerce yıl önce maymundan ayrılmayla başlayan insanlık hikayesi, beynin gelişmesi, elin kulanılması, teknik üretmesi, dil ve düşünce geliştirmesi gibi onu öteki türlerden ayıran özellikler nedeniyle ciddi bir yaratıcılık/gelişme hikayesi olduğu gibi, içinde çok sayıda insana yönelik yıkım hikayesi de barındırmakta. Dış görünüşlerimiz değişse de anatomik yapı olarak en özel hücreye kadar aynı türün çocukları olan insanlar, “ortak atalarını” unutup Habil ve Kabil ile başlayan kıskançlık ve husumeti yüzyıllardır, bin yıllardır sürdürüp götürmekteler.
Millet diyor, ırk diyor, din diyor, renk diyor, mezhep diyor ve birbirine saldırıyor; bazen yok etmecesine de olabiliyor bu saldırılar!… Onlarca yıl aynı mahallede, birçok ortak duyguyu paylaşan insanlar bile gün gelip etnik veya dinsel farklılık nedeniyle düşmana dönüşüp birbirlerine kıyabiliyorlar. Tüm bunların arkasında insana ait zaafları harekete geçiren güç ve çıkar çatışmaları olduğu biliniyor kuşkusuz; ancak insanlığın bir uygarlıktan söz edebilmesi için yol açtığı kırım ile yıkımın farkına varması gerektiği de ortada.
O nedenle, insan için, şu veya bu gücün yükselttiği davalarla bayrakların insan vahşetinin üstünün örtülmesine yaradığını görme zamanı geldi geçiyor diyebiliriz!…
Yalnız savaşlar da değil günahlarımız; yakın zamana kadar insanı köle yapan, köle olarak kullanan bir insanlık söz konusu. Bugün kölelik kalkmış olsa da, fuhuşa zorlanan çocukları, organ ticareti yapanları, insan kaçakçılığını, göçmenlik hikayelerini, savaşa zorlanan çocuklarla çalışsa da yoksulluktan kurtulamayan insaları düşündüğümüzde uzaya giden, akıllı evler üreten, organ naklini başaran “uygarlığımızın” altında bir dolu “barbarlık” yattığını unutmak mümkün değil.
Bu açıdan insanlığın “lanetli” bir ırk olduğu da söylenebilir!… Mesele de bu lanete son verebilmekte!..
İnsan maddi ve teknolojik açıdan geliştikçe laneti de artıyor!… Örneğin bugün insanın yeryüzü ve yaşam üzerindeki etkilerinin belirleyici hale gelmesi nedeniyle “insan (antroposan) çağı” gibi yeni bir çağa girdiğimizden söz ediliyor ama insan çağında insansız hava araçlarıyla kentler bombalanıyor; biyolojik silahlarla yüzbinler ölüyor veya sakat kalıyor; insan ırkını ve gezegeni mahvedecek nükleer silahlar ise tetikte, beklemekte!…
İnsan çağının yıkıcı nitelikte daha ne marifetler geliştireceğini de bilmiyoruz. Elimizde teknolojik gelişmelerin bir yandan silahlanmaya öte yandan piyasaya odaklanması gibi gerçekler varken, umutlu olmak da zor… Örneğin robotların devreye girdiği bir dünyada, en azından bir kısım insan için, savaşın gerçekliğinin unutulup bilgisayar oyunu haline gelmesi mümkün!
O nedenle, korona salgını sonrasında, “dayanışma” sözcüğünü ya da “hiç kimseyi arkada bırakmayacağız” sözlerini duyduğumda bunları düşünüyorum. Örneğin bu sözün bir anlamı olacaksa insanlığın ilk olarak savaşa son vermeye niyetlenmesi gerekmiyor mu? Savaşlarda ölenler Korona salgınında ölenlerden çok fazla; geride kalanları ise yakılmış, yıkılmış bir ülkede başka felaketler beklemekte; bombaların yalnız insanları değil yeryüzündeki yaşamı tehdit ettiği de ortada… Öyleyse gelecek için kaygılanırken, öncelikle silahlamaya ayrılan kaynaklara dur demeyi neden düşünemiyoruz? Oysa hem insanlığın hem dünyanın buna ihtiyacı var ve bu kaynakların salgına, işsizliğe, yoksulluğa, göçe karşı kullanıldığını düşünmek bile daha aydınlık bir geleceği müjdelemekte.
Evet, eşitsizlikleri, düşmanlıkları, farklılıkları kullanma yanlısı “atmacalar” çok bu dünyada!… Güçleri gibi manipülasyonları da çok… Yine de manipülasyonların çok zaman insanlar arasında sonradan oldurulmuş ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel farklılıklara dayanan inançlarla maya tuttuğu unutulamaz. Bugün de davalar bitmiyor; mayalar da hazır!… Hepimiz benzer sorunlarla boğuşuyor olsak da, kimi ekonomik üstünlüğü ve refahını yitirmek istemiyor; kimi dünya nimetlerindeki payını arttırma peşinde; kimi geride kalmışlığını düşmanlıkla telafi etmek derdinde; kimi korku ve kaygıları için günah keçisi aramakta, vs… Ayrılma/kavga etme nedenlerimiz hiç bitmezken, şimdi ABD ile Çin arasında büyüyen hegemonya ve paylaşım savaşı gibi, tüm dünyayı savaşa götürecek potansiyelimiz de az değil!
Kısacası, bir yandan ekonomik-teknolojik-toplumsal gelişmelerle, öte yandan ülke, millet, ırk, dine dayanan ayrılıklarla bin bir parçaya bölünmüş insanlık atmacaların “oyun alanı” durumunda… Açlık Oyunları’ndaki gibi dünyadaki Güç Oyunları da hepimizi düşmanlıkla çevirip canımıza okurken, bu oyunun asıl kaybedenleri de insanlık ile yeryüzü olmakta!…
Oyunu bozmanın yolunun, atmacalardan değil, insandan geçtiği kuşkusuz. Peki 21.Yüzyılın gelişmiş dünyasının insanı buralarda mı? Örneğin insansız arabaları, ev işlerini görecek robotları, ya da ne zaman yapılacağı belli olmasa da Mars’a yapılacak seyahati hayal ederken, çatışma değil paylaşma/dayanışma/işbirliği doğrultusunda kurulacak bir dünyayı hayal ediyor mu?
Sorunun yanıtı belli!… Bugüne dek dövüşmek, yarışmak, savaşmaktan yana olmuş milyarlarca insanın paylaşma, dayanışma noktasına gelmesini beklemek ancak “ütopya” olabilir. Günümüz dünyasının yol açtığı fay hatları, kışkırttığı bencillik ve acımasız rekabet düşünülürse bugün insanlığın”dayanışmacı” yaklaşımlara daha uzak olduğu da söylenebilir. Yine de birçok çevreden hoşnutsuzlukların ve korkuları arttığı, dünyanın değişmesi gerektiği, korona salgınının bunu iyice ortaya koyduğu yolunda söylemler gelmekte.
Bugün seçimle gelen diktatörlerden söz ediliyor, demokrasiden umut kesilmekte; birçok ülkede insan hakları, hukuk ve demokrasinin tepelendiği görülürken, korona nedeniyle artabilecek gözetim-denetim uygulamalarıyla otoriter yönetimelere fırsat doğacağı düşünülmekte; gelecek açısından umutsuz olanlar, güvensizlik duyanlar çoğalırken, gençler arasında umutsuzluk artmakta; son yıllarda gelişmiş ülkelerde bile ekonomik ya da siyasal nedenlerle sokağa çıkan insanlar var. Hepsi gelecekle ilgili kaygı ve korkuları anlatmaktalar.
İstediklerinin ilk olarak yaşamak için gereken maddi koşullar, güvenlik ve adalet olduğunu düşünmek de zor değil. Buna karşın ortaya çıkan tablo, bir yanda savaş ve yıkım, öte yanda baslı ve şiddet; bir yanda eşitsizlik ve adaletsizlik, öte yanda ayırımıcılık ve dışlama… Durmadan büyüyen yalan ve yozlaşma da bunlara eşlik etmekte!…
21. Yüzyılın gelişmiş dünyasında “insanlık hali” bu!…
Bu insanlık halini değiştirmek açısından insanın kendisinden başka bir özne düşünmek de mümkün değil. Bunun için bugünkü bencilliği ve hoyratlığından sıyrılıp yeryüzüyle ve insanlıkla ilgili devrim niteliğinde bir düşünce değişikliğine ihtiyaç var ki, bunun ardındandan ideoloji, ekonomi, siyaset, hukuk, toplum, kültürel anlamda insanlığı ya da uygarlığı değiştirebilsin…
Örneğin insanlığı tek bir “insanlık ailesi”, yeryüzünü “anavatan”, vatandaşlığı “yeryüzü vatandaşlığı” yapmaya götürecek devrimsel bir değişim!…
Ütopya tabii; ama hepimizin ütopyalara ihtiyacı var.