Korona günlerinde Aşk: INTERNET…

Özenti ama Gabriel Garcia Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” deyişi gibi ben de “Korona günlerinde aşk” diye başlayıp aşktan devam etsem fena mı olurdu!… Bu karanlık günlerde en azından sevimli bir şeyler düşerdi aklımıza. Marquez’in anlattığı çocukluktan başlayan ömür boyu mektuplar üzerinden yaşanan bir sevda hikayesi gibi bugün pandemiyle savaşan sevdiğine mektup- yok, mektup olmaz, yürürlükten kalkalı çok oldu- en iyisi videolarla sevgisini, hasretini anlatan bir aşkı anlatsam mesela!… Gerçi, Marquez ustayı bir yana bırak çömez olarak bile böyle hikayeler anlatacak hayal gücüm ve edebi yeteneğim yok ama merak ediyorum; şu meret pandeminin yol açtığı korkuları biliyoruz da acaba aşklara da vesile oldu mu? Olabilir tabii -umarım yaşanıyordur da-ama romantizmin zaten gerilere atıldığı dünyamızda korona musibetinin aşkı ve romantizmi daha ücralara fırlattığından korkuyorum

Geçenlerde, nedendir bilmem, sözleri Ümit Yaşar Oğuzcan’a, bestesi Rüştü Şardağ’a ait olan şarkının sözleri düştü belleğime: “Bu kadar yürekten çağırma beni/Bir gece ansızın gelebilirim” diyen şarkının ağızlarda dolaştığı günleri hatırladım. Nasıl bir yoğunlukla anlatılır o aşk! “Beni bekliyorsan, uyumamışsan/ sevinçten kapında ölebilirim… kal dersen dağlarca severim seni/bir deniz olurum ayaklarında”… Aşkların daha derinden yaşandığı zamanlar mıydı, bilemeyeceğim ama hangi zamanda olursak şarkıların da günün duygularına karşılık geldiğini düşündüğümü söyleyebilirim.

Umarım, şimdilerde de sevgilinin ansızın geliverdiği geceleri yaşayanlar vardır; aman kıymetini bilsinler derim… Bilsinler; çünkü bir yandan karmaşıklığı, korkuları artan bir dünya söz konusu; bunlardan başını alıp da aşka teslim olmak öyle kolay değil; öte yandan teknolojiyle, bir anlamda makinelerle yatıp kalkan, heyecan, yenilik ve hız meraklısı genç kuşakların aşk için “zahmete” girmelerini beklemek giderek hayal olmakta. Zaten uzun süredir aşkla ilgili olumsuz kehanetlerin ortalığı kapladığını görüyoruz; “aşk” bitmiş, artık “ilişkiler” yaşanıyormuş! … Yenilik, heyecan arayan, ilişkileri çabuk tüketmeye meyilli kuşaklar için “aşık” olmak zormuş, vs.vs.vs…. Yalan değil, hız ve yenilik meraklısı kuşaklar yaşamları yavaşlamasın diye can atarken bu zahmetli işe niye kalksınlar!… Mesela spotify varken sevdiğine duygularını aktaran bir karışık kaset hazırlamak için saatlerini, günlerini vermek olacak iş midir!… İnsanı bir kişiye ve duyguya odaklanarak, yaşamı adeta onda sabitleyerek yaşatan aşk, belki de artık “dinozor işi” kalmakta!

Şimdilerde aşkın değil “ilişkilerin” yaşandığının bir göstergesi de internet üzerinden arkadaş bulma siteleri… Dijital bağımlılık, sanal alemin sunduğu sayısız seçenek, her yerden bağlanma kolaylığı gibi nedenlerle arkadaşlık siteleri genç kuşaklar arasında epey popüler. Nedir, ne değildir diye biraz araştırdım; 1995’den buyana var; çok popüler olan 7-8 site söz konusu; bu sitelere üye olan yüz milyonlardan da söz edilmekte. Korona salgınının arkadaşlık uygulamalarını kullananların sayısını arttırdığı da söylenmekte. Yapılan bir araştırmaya göre, “salgın süresinde her beş kişiden ikisi (%42) bir arkadaşlık uygulaması indirdi veya bir çevrimiçi arkadaşlık web sitesine kaydoldu: [1] Bumble, OkCupid, Tinder gibi uygulamalar (Netflix sayesinde Tinder’i biliyordum, meğerse daha neler varmış), kullanıcı sayısının iki katına çıktığını belirtti. Araştırmalara göre arkadaşlık uygulaması kullanıcılarının %22’si uygulamaları sosyal izolasyon sırasında iletişim ihtiyacı ve dayanışma için kullanıyor. 35 yaşın altındakilerde kullanımın %94,4 arttığı görülüyor.”

Vay vay vay, 35 yaş altında artış % 94… Koronayla birlikte bu sitelere daha da gün doğdu anlaşılan. Galiba, bir kısmı koronaya bağlansa da gerçekte birçok insan için kendi çevresi dışındakilerle tanışma ve bir sorumluluğa yol açmayan seçim olanaklarının cazibesi büyük.  Zaman zaman medyada bu sitelerin yoz kullanımına ait haberler de okuyoruz; hatta bazıları için yeni dolandırıcılık yollarından biri haline geldiği de görülmekte ama umut bitmiyor! Mehmet Y Yılmaz bir yazısında Tinder deneyimini yaşayan birinin samimiyetle anlattığı hikayesine yer vermiş:[2] Yazan işi gereği dünyayı dolaşan bir kadın; uzun süren yazışmaların sonunda ya buluşmaya gelmeyen ya bambaşka biri olarak karşısına çıkan ya da dolandırıcı olan kişilerle yaşadığı deneyimleri anlattıktan sonra harcadığı zaman ve enerjiye yanarak sözlerini şöyle bağlıyor; “o kadar bezdim ki, sanal markette hıyar alasım bile yok!”

Ne var ki, bezmeyenler bezenlerden çok olacak ki, üye artışı sürüyor. Sitelerin bir başka olumsuz yönü de, facebook gibi kullanıcılarının kişisel bilgilerini reklam amacıyla haberleri olmadan üçüncü taraflarla paylaşması… Bir siber güvenlik kuruluşunun 10 uygulamayı incelediği araştırmadan elde edilen bilgilere göre, üçüncü tarafla paylaşılan detaylar konum, yaş, cinsiyet ve hatta bazı vakalarda cinsel eğilim, dini inançlar ve politik görüşleri de içeriyor. [3]

Galiba mahremiyete önem vermenin de modası geçti; ne kadar teşhir, o kadar meşhur!... Günümüzde “fenomen” dedikleri de bu işi iyi becerenler… Dolayısıyla sakıncaları olsa da, yanındaki insandan çok cep telefonu, tablet ile haşir neşir kuşaklar için oturduğu yerde önüne sayısız seçim olanağı getiren internet sitelerinin cazibesini kırmanın kolay olmayacağı açık. Hani, prensini veya prensesini bulmasa da kısa yoldan birçok kişiyle tanışmak, heyecan yaparken şansını denemek fırsatı az şey değil. Ne diyeyim, yolları açık, şansları bol olsun…

Benim daha çok kaygılandığım konu yüz yüze ilişkilerin irtifa kaybı… Şu, post-kapitalizm mi yoksa felaket kapitalizmi mi, post-modern mi yoksa tehlikeler çağı mı, hangisi daha yakışır bilemiyorum ama postlar-dünyasının musibetleri arasına yüz yüze ilişkilerin, insanla temasın sakıncalı olması da girdi ki, Sezen Aksu gibi ben de “yanarım, yanarım “diyorum ama belalım dediğim bu “musibet!”… Baksanıza, Covid-19’un laboratuvarda üretildiğini söyleyenler varken,- bu kadar acımasızlığı hala insana yakıştıramadığım için komplo teorilerine yüz vermek istememiştim amma- şimdi virüsün laboratuvar hatası olmayıp gelecekteki savaşta kullanılmak için üretilen bir biyolojik silah olduğu iddiaları ortaya atıldı ki, ürperdim. Ele geçen bilgilere göre Çin, gelecekteki savaşın nükleer değil, biyolojik olacağını düşünüp buna hazırlanıyor muş!  İyi mi!… Atom bombasından beri biliyorduk zaten; bilim insandan çok gücün hizmetinde, hizmet etiği güçler de canavarlığın en tepesine çıkmaktan çekinmeyenler… Şimdi, gelecekteki savaşa hazırlanmak ve nükleer saldırıya karşı düşünülen toplu sığınaklar yetmeyeceğinden, herhalde kuvöz gibi bireysel sığınakları önermeye, üretmeye hazırlanacaklar! Tehlikenin nereden ve ne zaman geleceği bilinemeyeceğinden tüm yaşamı koruyucu giysiler ve kasklar arkasında geçireceğimiz dünyalara gitmek de mümkün.

Şimdi bunları yazarken pek olmayacak gibi gelmiyor, oysa yıllar önce kimin olduğunu unuttuğum bir kurgubilim yazarının-Asimov olabilir- kitabında benzer bir hikâyeyi okurken hiç ihtimal vermemiştim.  Aah insan ve mahvettiği bu güzelim dünya!…Hem fail hem mağdur, hem suçlu hem masum, hem canavar hem melek olabilen insan!… Kurgu bilimciler de insanı ve dünya halini iyi tanıyorlar demek ki… Kitapta, insanların tek başına kuvöz benzeri saydam odalarda yaşadıkları, yüz yüze ilişkinin, birbirine dokunmanın, tensel temasın tümden ortadan kalktığı bir dünya anlatılıyordu. Acınası bir dünyaydı yani. Kitabın kahramanı da insanların birbirinden yalıtıldığı, bilgisayar aracılığıyla temas kurdukları, insan ırkının devamının yapay yolla sağlandığı bu dünyaya karşı yüz yüze görüşmenin, dokunmanın dünyasına -bildiğimiz dünyaya-dönüşün savaşını veriyordu. İlgiyle okuduğumu, üzerinde düşündüğümü, ancak insanların “bu kadar berbat bir dünyanın” gerçekleşmesine izin vermeyeceklerini düşündüğümü hatırlıyorum. İnsanlar, el ele tutuşmanın, sevdiğine sarılmanın, çocuğunu kucaklamanın, sevişmenin getirdiği o güzel duygulardan vazgeçemezler diye düşünmüştüm.

Evet, insanlara kalsa vazgeçmezler ama ya şu korona gibi musibetler onu zorladığında!… Ne olacağını gördük. Çok şükür, henüz kuvözlere tıkılmadık, evlerimizde, yakınlarımızla birlikte yaşama şansımız hala var. Amma velakin, ekranlardan, görüşmeye, konuşmaya, çalışmaya, ders dinlemeye, müze gezmeye, konser izlemeye alıştık gitti!… Öte yandan söylenenlere bakılırsa, virüsün varyantları veya yeni virüslerin gelmesi de muhtemel; küresel ısınma ve iklim değişikliklerinin karşımıza daha ne belalar çıkaracağı belli değil; kısacası daha nelerden kaçarak, kaçınarak yaşayacağımızı bilemiyoruz.

Musibetler hiç eksik olmamıştır bu dünyada ama insanın kendisi yetmemiş gibi virüs gibi “sentetik musibetler” yaratması var ya, kahroluyorum. Öyle bir musibet ki, virüsü kapmasan da beladan kurtulamıyorsun, cürmü de daha çok yer yakacak gibi… Gençler ve çocuklar bu beladan yırttı derken şahken şahbaz olan eğitimin mahmurluğundan nasıl çıkacaklar bilinmiyor; işlerin çoğu gaiplere karışırken yakın zamanda gelmeleri de beklenmediğinden toplumun yüzde 70’i, veya 80’inin ne yapacakları bilinmiyor; dükkanlar kepenk indirir, sektörler biter, dükkan sahipleri ile çalışanlar devlet babaya avuç açmaya zorlanırken “Devlet Babanın çiftliği” ne kadar dayanır bilinmiyor; dersler, işler, konserler, müzeler, filmler ekranlara emanet edilirken devletin Orwel’in dünyasına özenmesi nasıl önlenecek, bilinmiyor; hastalıktan kaçmak derken yabancılaşma ile yabancılaştırmadan ve sınırların daha da yükselmesinden nasıl kurtulunacak, bilinmiyor… 

Şu işe bak; aşktan söz etmek niyetiyle başladığım yazıda nerelere geldim. Meslek deformasyonu var tabii; aşk gibi büyülü duygular yerine sorunlarla kaygılara kaçıveriyor kalem…Neyse, bugün felaketlerle, musibetlere fazla girmeden kaybetme tehlikesiyle karşılaştığımız “yüz yüze ilişkileri, dokunmayı” yitiriyor oluşumuzu konuşmak istiyorum.  

Geçenlerde Burhan Şeşen “Göz teması olmazsa müzik olmaz” diye yazıyordu.[4]  Gurup olarak evde müzik yaparken yakaladıkları samimiyeti ve bu duyguyu hiçbir yerde yaşamadıklarını anlatıyordu yazısında. Çok doğru ve ben buna yalnız müzik, konser, tiyatro gibi daha çok duyguların devreye girdiği alanlarda değil, dersler, konferanslar gibi düşünce, bilgi aktarımına dayalı iletişimler için de yüz yüze olmanın farklı olduğunu eklemek istiyorum. Karşındaki yüzleri görmek, bakışlarla onlara dokunabilmek, söze dökülmese de senden onlara onlardan sana bir şeylerin ulaşması ve bunun farkında olmak eşsiz bir şey… Ekranların, bilgisayarların karşılayamayacağı bir ayrıcalık bu… Kendi adıma bu ayrıcalıktan vazgeçmek istemediğimden dinozorluk yapıyor, “zoom”lu toplantılara katılmıyorum. Biraz ukalalık gibi olacak ama olsun; “bilinenler tekrarlanacaksa” konuşmanın, yazmanın pek hatırı kaldığını da düşünmüyorum. Buraya “niye yazıyorum”a gelince, ülkenin sığ siyasetinde dolaşmak yerine “insana dair“ konuşmaya ihtiyacımız var diye düşündüğümden galiba.

İşte o nedenledir ki, korona nedeniyle insan ilişkilerinin aldığı/alacağı yön de ilgimi çekiyor. Uzun süredir metropollerde iş-ev arasında koşuşan modern insanın yalnızlığından konuşuluyor; aynı apartmanda komşusunu tanımayan insanlardan, profesyonel arkadaşlıkların çıkara dayalı yapısından, tek başına yaşayanların artışından, özetle artan köksüzlük ve yalnızlıktan… Türkiye’de Batı’ya göre insani ilişkilere, aile yaşamına hala daha fazla yer verildiği söylenebilir ama gidişat o yönde…  Covid-19’la birlikte bu durum daha statüko kazandı denilebilir; en yakınlarımızı bile göremez olduk, birlikte yapılan etkinlikler ve ortak alanlarımız ortadan kalktı; maskelerle birbirimize daha yabancılaştık. Gerçi orada burada salgın nedeniyle eve kapanmanın insanı yaşam tarzını düşünmeye zorladığı, ailenin, yakınların, ilişkilerin değerini daha çok anlamasına yol açtığı yolunda yazılara rastlanıyor. Bu tefekkür sonunda insanın daha az bencil, dünyaya ve çevresine daha duyarlı, dayanışmaya daha yatkın olacağı yolunda beklentiler de var. Kendi adıma keşke öyle olsa diyorum… Öte yandan yaşanılan tehlike ve korkunun insanlarda birbirlerini dışlayıcı tutumlara yol açabileceği de söylenmekte; örneğin eve kapanmanın ev içinde daha yakın ilişkiler üretirken, insanların toplumsal uzamdan uzaklaşması, toplumsal ilişkilerin zayıflaması gibi sonuçlar verebileceği de söylenmekte.[5] Belli ki, kişiye, koşullara göre değişen sonuçlar beklenebilir; ancak, dünyanın ve yaşadığımız küresel sorunların insanlar ve toplumlar arasında ayrılıklara değil, aksine aralarındaki işbirliği ve dayanışmanın artmasına ihtiyacı büyük,“kendini kurtarma, yalıtma, yabancılaşma eğiliminin”  artması da tehlikeli…

Korona sonrası eve kapandığımız gibi, yakınlarımızla görüşmeden derslere, konferanslardan sanatsal veya kültürel etkinliklere kadar her yerde yüz yüze ilişkinin yerine makineleri koyduk. Bu etkinliklerden vazgeçemeyeceğimiz için Facebook, Facetime, Zoom’a sığındık; teknolojik gelişmeler bu imkânı verdiği için müteşekkir de olduk denilebilir!…

Başka yolu var mı diye sorulabilir, tabii!… Evet, bu noktaya gelince bu araçları kullanmaktan başka çare yok ama ya bu noktaya gelmeden önce yapabileceklerimiz olsaydı!… Örneğin teknolojinin seyrinde karar vericilerin kim olduğunu düşünüyor muyuz?  Görülen o ki, bir yanda piyasa odaklı, kâr amaçlı şirketler, öte yanda hegemonya peşindeki büyük devletler köşe başlarını tutmuş devler gibi; bugünümüze ve geleceğimize dair kararların tekeli de bunların ellerinde…

Teknolojinin önemi de giderek artmakta. Teknoloji, bir yanda geleceği belirlemek açısından daha önce hiç olmadığı ölçüde güç kazanmış durumda, öte yanda insanı “ürün” ya da “araç” haline getirme konusunda çok başarılı. Yalnız zorunluk da değil, sağladığı olanaklar, getirdiği kolaylıklar, ulaştırdığı hizmetlerle teknolojinin büyüsüne kapılmamak zor; öyle bir yenilenme hızı da yakaladı ki insan neredeyse teknolojinin gittiği doğrultu, yol açtığı dijital dünyanın “esiri” olmakta. Peki, biçimlenmesinde teknolojinin çok daha fazla rol oynadığı bu gelecekle ilgili sizin, benim, yeryüzündeki tüm insanların fikirlerinin, önceliklerinin önemi var mı; hayır, soran da yok zaten!… Bu büyülü dünyanın daha önce hiç olmadığı kadar adaletsiz bir dünya ortaya çıkarması mümkün olduğu gibi,-dijital uçurum şimdiden ortaya çıkmış durumda-  insanın makinenin bir uzantısı haline gelmesi, iyice nesneleşmesi de mümkün. Genel olarak insanlar farkında değil ama bu konuda konuşup yazan çok insan var.

O yüzden küresel tekellerle devletler, “parayı veren düdüğü çalar” misali teknolojik yatırımları istedikleri alanda istedikleri yönde gerçekleştirirken, insanların da büyüden uyanıp nereye gidiyoruz sorusunu sormalarına ihtiyaç var. Çünkü elimize durmadan yeni oyuncaklar vererek sessizliğimizi satın alanların çaldığı düdük, sizin, benim, tüm yeryüzünün yaşamı demek.  Geleceğimizi nasıl olur da kendi çıkarlarından başkasını görmeyen bu “güç hırsızlarına“ bırakmaya razı oluruz!… Örneğin insanlar bu kararlarda etkili olsaydı, silahlanma yarışı, gözetim teknolojileri, uzayın fethi için yapılan araştırma-geliştirme çalışmalarına mı yatırılırdı milyarlarca dolar, yoksa çevre kirliliği, insan sömürüsü, bunca gelişmeye karşın bitmeyen açlık ve yoksullukla mücadeleye, özetle yeryüzünün ve insanlığın esenliğine mi!… Böyle bir olanağımız olsaydı yeryüzündeki yaşamın tehdit altına girdiği, uzaktan kumandalı savaşlarla sivillerin katledildiği, bunlar yetmezmiş gibi biyolojik silahların hazırlandığı bugünün dünyasına mı gelirdik, yoksa savaşı değil refahı, çatışmayı değil dayanışmayı öne alan bir insanlık ve uygarlık yaratılmasını mı sağlardık?

Bu soruya kesinlikle olumlu bir yanıt verebileceğimizi iddia etmiyorum; iyiliğiyle, kötülüğüyle bu dünya insanın eseri… Ancak bugüne dek savaşan, çatışan, öldüren, yıkan güçlerin hakimiyetindeki bu dünyada arkada çalışarak, dayanışarak yaşamın sürdürülmesini sağlayan milyarlar olduğunu da unutmamak gerekiyor. Onlar kahraman olmadılar, tarih yazmadılar ama savaşanlar geri döndüklerinde bıraktıkları yerde süregiden bir yaşam buldularsa onların sayesinde buldular. Şimdi de zenginlik ve hegemonya peşindeki bir avuç insan daha öldürücü silah nasıl üretirim, yeni savaşları nasıl kışkırtırım, savaş için insanları nasıl manipüle ederim, yeraltı, yerüstü kaynaklarını ellerinden almak için ne yapabilirim, insanı makinelere nasıl bağımlı kılarım, teknolojik dengesizliği nasıl devam ettirebilirim diye çıkar peşinde akıl yürütür, plan yapar, desise kurar, para harcarken, milyarlarca insan üretimin sürmesi, ihtiyaçların karşılanması, ilişkilerin korunması, kısacası yaşamın devamı için çalışmakta.

O nedenle yeryüzü ve insanlık için bir şans olacaksa, bu şans o milyarların elinde, onlara bağlı; öyleyse onlara, onlardan yana düşünmek ve konuşmak gerek.


[1] Teknosafari (2020), “Arkadaşlık Uygulamaları Her 5 Kişiden 2’sinin Tercihi oldu”, Teknosafari, 13 Mayıs 2020, http://www.teknosafari.net/

[2] Mehmet Y. Yılmaz (2021), “Ve tecrübe konuşuyor”, T24, 1 Nisan 2021,

[3] Haber Türk (2020), “Arkadaşlık uygulamalarında ‘buluşma’ öncesi koranavirüse karşı önlem”, Haber Türk, 11 Mart 2020, http://www.haberturk.com/

[4] Burhan Şeşen (2021), “Göz teması olmazsa müzik olmaz” Birgün, 14 Mayıs 2021, www.birgun.net/

[5] Mehmet Karakaş (2020), “Covid-19 Salgınının Çok Boyutlu Sosyolojisi ve Yeni Normal Meselesi”, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Dergisi, 40(1), http://www.dergipark. org.tr

“İyiliği Düşünmek” üzerine…[1]

 “İyilik” kavramı uzun süredir aklıma takılmış durumda; yanılmıyorsam BirGün’deki yazılarımdan birinde eksikliğini en çok hissettiğimiz şey diye de söz etmiştim “iyilikten”… Dünyanın hali ortada; fazla derine dalmasak ya da uzaklara gitmesek de dünyanın- daha doğrusu insanın- acımasızlıklarından kaçmak mümkün değil; savaşın belası, göçmenliğin azabı, işsizliğin yıkımı, yoksulluğun çaresizliği, kadınların, çocukların istismarı gibi acılar ve dertler her gün karşımızda. Küreselleşen dünyada her yerden gelen ve ardı arkası kesilmeyen kötü/acı haber ve olayların bombardımanı altındayken yalnız toplumsal değil küresel düzeyde de “dayanışma ve iyiliğe” ihtiyacımız büyük. Buna karşın, benciliğimizden mi, kendi dertlerimizin yoğunluğundan mı, bunca olumsuzluğun getirdiği yılgınlık mı yoksa aczimizden mi, bilemiyorum, yaşananlara tepkimiz çok zaman “ah ah, vah vah” dan öteye geçememekte.  İnsanlar hep böyle ilgisiz miydiler, yoksa değiştiler mi; ya da değişen insan değil de zaman mı? Ahir zamanların kötülüğü üzerine yazılan çok da acaba öyle mi?

İşte bu düşüncelerle Zülfü Livaneli ve Ayla Göksel’in “İyiliği Düşünmek” adlı derlemeleri çok ilgimi çekti; kitabı bu konuda düşünmeye davet olarak aldım ve okudum. Gerçi yazılanlar küresel dertler ve küresel çözümlerle pek ilgili değil ama “iyi“ ve “iyilik” kavramları üzerinden gözlüğü insanlığa kaydırmak zor değil. Kitabın ve yazıların bende çağrıştırdığı bazı düşünceler de oldu ki, kitap üzerine yazmamanı nedeni o!…

Kitapta, 15 ayrı yazıda felsefi yaklaşımlardan toplumdaki ”iyi” ve “iyilik” algısına, fizyolojik-psikolojik-davranışsal boyutlarından ekonomi politikalarına, savaş ve şiddet ortamındaki hallerinden medyadaki yansımalarına kadar birçok alanda ”iyi ve ”iyilik” tartışılmakta. Yazıların her biri ilgi çekici, anlamlı yazılar; her biri ayrı değerlendirmeyi de hak ediyor. Bunu yapamayacağım; ancak kafama takılan birkaç nokta var ki yazılanları bunlar üzerinden değerlendirmeye çalışacağım.

-Kafama takılanlardan birincisi, “iyiliği düşünmek” adını taşıyan kitapta  iyi” ve “kötü” üzerinde çok durulurken, “iyilik” konusunda oldukça yetersiz kalınması, ikincisi de  “iyilik” üzerine yazılırken onunla yakından ilgili “dayanışma“  kavramının ihmal edilmesiyle ilgili. 

Kuşkusuz birçok çalışmada olduğu gibi bu kitapta da meseleyi her yönüyle ele almak mümkün değil; yazarların seçimleri ve yorumları için de söylenecek söz yok. Öte yandan önemli olan bu yazıların uyardığı soru ve düşüncelerle yeni tartışmaların açılması ise, bunu başardığına da kuşku yok; benim yaptığım da tartışmayı sürdürmek zaten.

Ancak, “iyiliği düşünmek “gibi bir ad taşıyan bir kitapta, “iyilik” kavramı hem “iyi”den bağımsız olarak hem soyut olmaktan çıkarılarak ve bugünkü kaygılarla daha derinlikli düşünülüp tartışılmalıydı düşüncesindeyim. Örneğin “iyiliğin” yalnız kişisel bir eğilim/seçim olmadığı, aynı zamanda toplumsal-kültürel bir olgu olduğu yadsınamaz; buna karşın kitapta bugünkü toplumsal-kültürel koşullarla “iyiliğin” varlığı ya da yokluğu üzerine bir tartışmaya girişilmiyor. Yalnızca iki yazıda bu konuyla ilişki kurulup bir şeyler söylenmekte. Yeterli mi; orası soru işareti!…

Öte yandan “iyilik” kavramı “dayanışma” kavramıyla yakından ilgili. Birçok yazıda iyiliğin toplumsal yaşamla, iş birliği ihtiyacıyla ilgili olduğu dile getirilmesi de bunu ifade etmekte. O nedenle “iyilik” deyince insanların bireysel eğilimleri ve seçimleri kadar -hatta ondan önce-toplum halinde yaşamanın getirdiği “dayanışma” ihtiyacıyla doğrudan ilişki kurmak anlamlı olurdu.  Ayrıca dayanışma kavramıyla ilişki kurulsaydı hem iyiliğin temelini ortaya koymak ve “neden, niçin, kime iyilik gibi soruları” yanıtlamak kolaylaşır hem soyut olan iyiliğe daha somut bir içerik kazandırılabilirdi.

Buna karşın iyilik ile dayanışma kavramları arasında bu tür ilişki kuran pek yok; yalnızca Hakan Altınay Harrari’den aldığı alıntıyla “insanlığın başarısının sırrının rekabette değil, geniş ve esnek işbirliği mekanizmalarında yattığını” söyleyerek insanlığın gelişimi konusunda ileri sürülen bir tez olarak “farkındalık ve dayanışmanın” öneminden söz etmekte; “hakkaniyet bulguları” olarak adlandırdığı başlıkta da bununla ilgili oyun ve araştırma sonuçlarını konu etmekte.

Sonuç olarak, yazıların çoğunun “iyi ve kötü” kavramlarından yola çıktıkları ve “iyiliği“ de daha çok bireysel anlamda değerlendirmekten yana oldukları söylenebilir. Kuşkusuz hemen hepsinde toplumla ilgili değerlendirmeler de var; ancak ağırlık “bireysel” tutum ve davranışlarla ilgili… Kuşkusuz, iyilikten“ söz ederken, felsefedeki izleri, bireysel özellik ve seçimlerle ilgisi, dayandığı fizyolojik-psikolojik temeller gibi konuların irdelenmesi gerekli; bu açıdan bir sorun yok. Ancak bir de insanın toplumsal varlık oluşu var; toplumsal yaşamda dayanışma ve işbirliği ihtiyacı var. Örneğin uygarlığın gelişiminde itici gücü bireysel çıkar ile toplum arasında antagonizmaya bağlayan filozoflar bile (Kant), bu çatışmayı dengeleyecek sevgi, itibar güç ihtiyacından söz ederken, uygarlığın gelişiminde çatışmadan çok işbirliği ve dayanışmanın rol oynadığını düşünenler de az değil. O nedenle “iyilik” dayanışma ihtiyacıyla ilişkilendirilip tartışılabilseydi kavramın netleşmesi açısından olduğu gibi “iyiliğin” toplumsal-kültürel dayanaklarının gündeme gelmesi açısından da aydınlatıcı olurdu. Yine bu ilişki kurulabilseydi “insanlık/uygarlık ile iyilik (daha doğrusu dayanışma)” ilişkisi irdelenebilir ve günümüzdeki felaketler kadar neye ihtiyacımız olduğu da açıklık kazanırdı. Buradan bakıldığında, Kitapta “iyiliği” ekonomi politikaları, ekolojik tahribat, kapitalizm bağlamında ele alan yazılar olduğunu da söylemek gerek; ancak bunlarda da “iyilik ve dayanışma” ilişkisi aydınlanmış değil. 

Kitaptaki yazıları kısaca da olsa tanıtırken, yukarıda yer alan düşüncelerle yazı bağlamında bazı değerlendirmelere de gitmek istiyorum.

Lülfü Livaneli’nin “İyilik Kavramı Üzerine Düşünmek” başlıkla yazısıyla başlıyor kitap. Livaneli “iyilik ve kötülüğün” özünde “hayır ve şer” kavramlarıyla ilgili ve biraz zorlama kelimeler olduğunu söylerken,- bana göre bunlar çok yerinde bu sözcükler -iyilik ve kötülüğü insanın seçimine bağlamakta ve bu konudaki anlayışlar zamana ve topluma göre değişse de aklın yol göstericiliğini benimsemektedir. Günümüz toplumuna dair olumsuz  gelişmelere -şiddettin artması v e cezasız kalması gibi- yer verirken, bu meselelerle uğraşan ve sayıları az olmayan insanların, örgütlerin varlığını da “umut”  olarak değerlendirmektedir.

İoanna Kuçuradi, Platon, Aristo, Kant, Nietzsche, 20. Yüzyıldan Scheler ve Hartmann gibi filozofların insan ve eylemleri konusunda “iyi ve kötü” gibi değerlendirmelerinin neye dayandığı, neyi içerdiği, neyi ölçüt aldığına ilişkin açıklamalarda bulunurken, iyi ile kötünün bir gurupta oluşan değer yargılarıyla (farklı ahlaklar) ilgili olduğunu ifade etmekte. Kendisinin “iyilikten“ ne anladığını da, “kendisi istemiş  olsa yada olmasa, başkasının nesnel bir ihtiyacını, başta insan haklarıyla ilgili ihtiyaçlar olmak üzere” karşılamak olarak dile getirmekte.

Tanıl Bora, iyilik konusunda eleştirel ve kuşkucu yaklaşımıyla olduğu kadar iyiliğin“ sistemle ilişkisine değinmesi açısından da – onun gibi bir kaç yazar daha var- kitapta farklı bir yer almakta. “İyi” lafından şüphelenmenin güçlü bir düşünsel geleneği olduğundan söz eden Bora, bu konuda Nietzsche’den olduğu gibi, İncil’den, Yunan mitolojisinden, Brecht’ten örnekler verirken, bizdeki “iyilikten maraz doğar” veya “cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir” deyişlerini de hatırlatmakta. Kötülüğün de “iyi” si (iyi yalancı gibi) olabileceğini söylerken aslında “iyi” sözcüğünün yeterli olmayıp başka kavramlarla tamamlanması ihtiyacını hatırlatmakta.  Öte yandan “kimin için iyi” sorusu gibi, sistem eşitsizliği büyütürken “iyilikseverlik/hayırseverlik” faaliyetlerinin kanser hastasına aspirin vermekten ileri gidip gitmediği sorusuyla da “iyiliği” bireysel seçimlerin ötesine taşımakta. “Tuzu kurular hayatlarını sürdürürken ‘iyilik’ yaptıklarını düşünerek vicdanlarını rahatlatıyorlar” ya da “sistem diye bir sorunları yok” deyişleriyle en azından iyiliğin “hayırseverlik” gibi bireysel seçimlerden ötesinde bir şey olduğunu hatırlatmakta. Kuşkularına karşın, “neyin iyi, niçin iyi, kimin için iyi” olduğunu sorgulayarak ve iyiliğin göreceliliğini düşünerek,  “iyicil itki” ye dikkat çeken psikologları dinlemekten yana..  

Bekir Ağırdır, yazısında, KONDA’nın 2019 araştırmasının bulgularına göre toplumdaki iyilik ve kötülük algılarını yer vermiş. Araştırma sonuçlarına göre, toplumun çoğunluğu yardımsever tutumu benimsiyor olsalar da Suriyelilere yaklaşımda görüldüğü gibi ayırımcılığı aşamamaktalar. Ağırdır, bunlarla ilgili olarak, bireysel hayatında çoğulcu/iyiliksever olan toplumun ortak hayata gelince ikircikli olduğu, ortak hayatta korkular gibi tabular ve kutuplaşmaların ilişkilerden sakınmayı getirdiği yolunda değerlendirmeler yaparken, ülkedeki koşullara da değinerek toplumda iyilik tanımına ilişkin “olması gereken” ile “olan” arasındaki makasın açılması nedeniyle sürdürülemez bir duruma sürüklenildiğinden söz etmekte.

Yankı Yazgan, “iyiliğe” beyin/organizma ve davranış açısından bakmakta. Bu çerçevede, iyiliğin doğuştan mı, sonradan öğrenilerek mi olup olmadığını sorgulamakta ve nörobiyoloji ile davranış ilişkisi konusunda yapılmış araştırmalardan söz etmekte. Dikkat çektiği konulardan biri de, aile ve yaşam koşullarının çocukların iyi ve kötü davranışları üzerindeki etkileri… Haklı tabii; “ailedeki huzur ve güven ortamının yalnız kendisinin iyilik değil, iyilik doğurucu olduğunu” söylemekle de haklı, ne var ki, huzursuzluğun, çatışmanın, güvensizliğin, korkuların arttığı dünyayı ne yapmalı sorusu da bir yana bırakılamaz!  

Ahmet İnsel, değinmenin ötesinde sistemi konu eden yazarlardan biri… Ekonomi politikalarıyla iyiliği ilişkilendirdiği yazısına, ”iktisat düşününde iyiliğin yerine kötülüğün kurucu ilke olması“ gibi ilginç bir cümle ile başlıyor.  Mandaville’in Arılar Masalı’ndan başlayarak Adam Smith’in bireysel çıkar peşinde koşmayı ”ekonominin motoru” olarak gören yaklaşımına, oradan “faydacılık” felsefesine uzanan İnsel, kapitalizmin gelişmesiyle bencilliği, yararın (hazzın, karın)  maksimizasyonunu, çıkara dayalı ilişkileri esas olan liberal yaklaşımların yerleşik değerler haline geldiğinden söz etmekte.

İnsanlık serüveninde buna karşı gelişmeler de var kuşkusuz. İnsel de, özellikle 1950 sonrasında hem uluslararası hem ulusal düzeyde bir yandan insan hakları, öte yanda emeği koruma yönündeki gelişmelerden söz ediyor ve bu kazanımların “müşterek iyilik” gibi seçeneğin ortaya çıkması anlamına geldiğini söylüyor. Yazısının ilerleyen bölümünde bugünkü ekonomik düzenin yol açtığı ekolojik yıkımdan ve artık ihtiyaç duymadığı emeği “yeni kölelik” denilebilecek bir konuma sokmasından söz ederek, “müşterek iyiliğin” sağlanması açısından iktisadi boyutta hem kamu hem özel sektör örgütlenmelerine ihtiyaç olduğu, temel yurttaşlık geliri gibi yüksel gelirler için de makul düzeyde bir “azami gelirin” belirlenmesi gerektiği, geniş ve güçlü bir sosyal devlete ihtiyaç duyulduğunu dile getirmekte.  Vardığı sonuç, “iktisadi faaliyetin odak noktasının ‘ortak iyi’ olduğu bir yeni üretim, paylaşım ve tüketim düzenini hayat geçirmenin yeterli olmasa da gerekli koşul” olduğu yönünde.

-Kısacası İnsel, “iyilik” ile bugün egemen ideoloji ve kültür haline gelen ekonomik sistem arasında ilişki kurmakla “iyiliği” bireysel seçimlerin ötesine taşıdığı gibi, kötücül ekonomik sistemi gündeme getirirken aynı zamanda bugün “iyiliğin” neden zafiyet geçirdiğini de açıklamış olmakta. Yazdıklarıyla, “İyiliğin” toplumsal-kültürel bir olgu, teşvik edilebilen veya savsaklanan bir eğilim ve davranış olduğunu somut bir çerçevede değerlendirmemize yardımcı olduğunu düşünüyorum. O’nun sözleriyle, “yerleşik iktisat ideolojisinin İyi, Güzel ve Adil’in yerini Kötü, Sıradan, ve Adil olmayanın aldığı bir tahayyül dünyasını temsil ettiği” dünyada, -bu ideolojinin küreselleşerek sosyal-kültürel bir karakter de kazandığı düşünülürse- “iyiliği” bir değer olarak korumak ne kadar mümkün!… Mümkün olanın ne olduğu da ortada; gönlümüzden koptuğu kadar “hayırseverlik-yardımseverlik” yaparak günü kurtarmak!

Bu gidişata karşı durmak adına ortaya çıkan “dayanışma ekonomisi, kooperatifler, dayanışma sandıkları” gibi farklı örgütlenmelerden söz ederken “dayanışma “sözcüğüne yer veriyor ama, dayanışma kavramını söz ettiği “ortak iyi” ye dayalı iktisat faaliyetin bütünü için kullanması daha açıklayıcı olurdu diye düşünüyorum. Öncelikle, ekonomik faaliyetin odak noktasına alınmasından söz ettiği “ortak iyi” açıklanmaya muhtaç bir ifade; nedir ortak iyi? İkinci olarak, küresel, bölgesel, toplumsal, yerel ve insani düzeyde “ortak iyi” nin oluşması için dayanışmadan başka yol var mı?  Yani “ortak iyi”, var olan işlerin paylaşımından doğal kaynaklara, üretimden tüketime, gelir olanaklarından yaşam koşullarına uzanan ve yükün, sorumluluğun, nimetlerin yine “dayanışma” esasına göre paylaşımından başka nasıl somutlaşabilir?  

Hidayet Şefkatli Tuksal, Türkiye’de azınlıkta kalan “gayri-Müslümlerin” durumun eğildiği yazısında inanç özgürlüğüyle ilgili bütün yasal güvencelere karşın İslam’dan farklı bir din, inanç ve dünya görüşüne sahip olanların aile, iş hayatı ve sosyal çevre bağlamında baskı ve ayırımcılığa maruz kaldığından söz etmekte.  Bu ihlallerin ortadan kalkması açısından da, ”Müslüman olanlar ve olmayanların farkındalık” larını arttırmak için farklı gözlükleri denemek, “ötekini” ötekinin gözünden, dilinden görmek gibi çabalara ihtiyaç olduğundan söz etmekte ki, bilişsel ve duygusal duyarlılıklarımızın artması açısından daha birçok konuda buna ihtiyacımız olduğu söylenebilir.  

Ömer Madra ekolojik yıkıma dair görüşlerini paylaştığı yazısında “iyiliği “değil “kötülüğü” konu etmekte; haklı da, dünyada yaşam  olanağı elden gidiyor, bundan kötü ne olabilir!… Bu felaketin sorumluları olarak başta şirketler, medya, karar alıcılar olmak üzere “şeytan üçgeni” olarak adlandırdığı guruplardan, “fosil yakıt dinozoru” olarak adlandırdığı petrol endüstrisindeki devlerinin kazandıkları milyar dolarlık karlardan söz eder ve “küresel ısınmayı tutuşturan oksijen, para” dır derken, bu kötülüğü sisteme bağladığına da kuşku yok. “Dünya ölüyor filan değil, öldürülüyor ve öldürenlerin adları da adresler de belli” dediği yazıda üzerinde durduğu bir konu da kuşaklar arası “gelecek hırsızlığı”…

-Kendisiyle aynı kaygı ve düşünceleri paylaştığımı söylememe gerek yok. Fosil yakıt dinozorlarını yaratan kapitalist sistem; tanrılaştırdığı da para!… Ne var ki, bu günahın içinde biz de varız ve artarak devam eden karbon salınımını yalnız petrol endüstrisinin değil ekonomik büyümeden yaşam biçimlerimize kadar çok şeyden kaynaklandığı görmezlikten gelemeyiz; değişmesi gereken de hepsi!

Kemal Sayar, “iyi neye göre iyi, iyinin ölçüsü nedir” gibi sorulara yanıt arayarak başladığı yazısında “empati” üzerinde durmakta ve insan ırkının bakım verme, ilişki sürdürme kapasitesi olmadan kendini devam ettiremeyeceğini söyleyerek bunların sağlanması açısından “empatinin” vazgeçilmezliğine işaret etmekte. Günümüzde, uyum ve işbirliği yerine yarışmayı destekleyen bireyci kültür, buna ek olarak sosyal medyanın sosyalliği azaltan gücü nedeniyle empatinin tehdit altında olduğu bir dünya yaratılmaktadır. “Bencil güçlere ve piyasa güçlerine dayalı bir toplum zenginlik üretebilir ama hayatı daha değerli kılacak birliği ve karşılıklı güveni kesinlikle üretemez” diyerek günümüz toplumuna eleştirel bakan Sayar, kişiler arası ve sosyal olarak ikiye ayırdığı empatinin sosyal alanda gelişmesi için dünyaya geniş açılı lenslerle bakmanın gerekli olduğuna da değinmekte.

Nurcan Baysal, Diyarbakır’da, Irak’ta tanık olduğu olaylardan yola çıkarak savaş ve şiddet ortamında da iyi insanın ve iyiliğin bulunacağından söz etmekte. Şiddet, çatışma ve zulüm altında bile “iyiliğin” eksik olmamasını ise, bu koşullarda yaşamın anlamsızlaşması, insanın yaşamı anlamlandırmaya daha çok ihtiyaç duymasına bağlamakta.  İnsan, “yaptığı iyilikle aslında kendine iyilik yapıyor” diyor yazısında; şahit olunan kötülüklerin beraberinde gelen utanç duygusuyla baş etmek için iyiliğe tutunulmakta. İyilikle kötülük arasında gidip gelmenin kaçınılmazlığından ve bu tercihlerin akıldan çok yüreğe bağlı olduğunu da söylemekte.

Serdar Tekin, “iyiliğin” felsefi izlerini aradığı yazısında “ahlaki temeli “nedir diye sormakta. Aristoteles’ten başlayarak birçok filozofun iyiliği erdem, görev, çıkar, işbirliği ihtiyacı, sempati, empati, acıma, adalet, utanma gibi farklı insan özellikleriyle ilişkilendirmelerine değinirken, iyiliğin bireysel seçimlerle ilişkisini de sorgulamakta.  Bunun yanı sıra, “iyiliğin” siyasal anlamı olup olmadığı konusunu ele alarak, “iyiliğin, hak, eşitlik, özgürlük gibi siyasal bir kavram olmadığını, kötülüğün ise pekâlâ siyasal olabileceğini” söylerken, karanlık zamanlarda, özellikle kötülüğün örgütlü devlet gücü hâline geldiği, sıradanlaştığı koşullarda iyiliğin de siyasal bir karakter kazanabileceği düşüncesine gelmekte. “Karanlık zamanlarda iyiliğin farklı bir anlamı vardır; başkaları için bir şey yapmaktan veya dünyayı daha iyi kılmaktan çok, yargıda bulunma, suça suç deme ve suç ortağı olmamak haysiyetiyle ilgilidir bu anlam” diyor; “işte, ahlakın bu en bireysel anında siyasi bir münasebet kazanır ‘iyi’ ”….   

-“İyi” nin bireye, bireysel tercihlere bağlı olduğu konusunda bir sorun olmasa da, “iyiliğin” toplumsal ilişkiler içinde söz konusu olması nedeniyle her zaman “siyasal” olduğunu düşünüyorum. “İyiliğin” toplumsal-siyasal-kültürel ilişkiler içinde özendirilmesi de aksine küçümsenmesi, savsaklanması da mümkün. Zafer Köse’nin yazısında değindiği gibi, doğada var olan ayıklanma toplumda da bir biçimde sürüp gidiyor; hayata tutunmak için ne isteniyorsa onu edinmeye çalışıyoruz. O nedenle, bugün dayanışma ya da iyiliğin giderek gözden düşmesini yalnız günümüz bireyine bağlamak ne kadar açıklayıcı olabilir? Örneğin “homo-ecomicusları” çoğaltan, teşvik eden, ödüllendiren bir dünyada Bora’nın da dediği gibi “iyilik” daha fazla “enayilik” haline gelmiyor mu?

Hakan Altınay, insanın bencilliği ile işbirliğine yatkın özelliklerinden söz eden yazarlara değinerek, insanlığın hakkaniyet diye bir derdi olabilir mi diye sormakta! Bu soruya, insanın kendisine benzemeyenlerle birlikte müştereklerini idare etme becerisi olduğu ve muhatabımıza ihtiyacımız varsa düşmanlar arasında bile iş birliğine gidilebileceğine değinerek yanıt verirken, insanın medeniyet üretme kapasitesini de bu özelliklerine bağlamakta. “Rekabet merkezli kurumlar ancak dayanışma merkezli kurumlarla dengelenebildiğinden bunları ihmal etmek yerine, kötücülük ve adaletsizlik hayatın bir parçası ise, bunlara karşı ‘iyi niyet, dayanışma ve medeniyet üretme kapasitemizin artırtılması” gibi konulara ciddiye almak gerektiğini söylüyor.

-Katılıyorum; ancak medeniyet derken neyi kast ettiğimiz de önemli. Bugünkü gibi medeniyeti daha çok ekonomik-teknolojik gelişmelere bağlarsak, korkarım, “medeniyetin barbarlık” haline gelmesini önlemek zor olacak. Bugün ekonomik-teknolojik gelişmelere karşın insani değerlerin yerlerde süründüğü zamanlardan geçtiğimizi görmemek mümkün değil.  Öyle olduğu içindir ki, katlanarak sürüp giden teknolojik gelişmeler karşısında “teknoloji ve insanlık” konusu tartışma ihtiyacı duyulmakta.

Burcu Karakaş, medyada sürekli kötü haber verilmesinden yakınılması üzerinde durduğu yazısında, tahammülün azalıp ilginin kaybedilmesine yol açan haberlere karşı medyada açılan yeni alanlardan söz etmekte.  Gazeteci kötü haberden kaçamayacağına göre, “mış” gibi yapmak için değil, fakat politik bir direniş biçimi olarak işin iyi tarafına bakan haberlere ihtiyacımız olduğunu dile getirmekte.  Bu çerçevede, acı olayları vermekle beraber kötünün nasıl iyileştirileceğine dair ipuçları de veren bir yol izleyen “yapıcı veya çözüm odaklı gazetecilik” adını alan gazetecilik anlayışından söz etmekte.

Mehmet Ali ÇalışkanIn yazısı sivil toplum üzerine… Sivil toplum deyince akla en sık gelen “iyilik iddialı” sivil toplum guruplarının aslında bütün içinde % 5’i bile bulmadığını söylerken, bunları doğrudan yardıma, desteğe yönelen ihtiyaç odaklı kuruluşlarla hak eksenli kuruluşlar olarak ikiye ayırmakta. İyilik odaklı sivil toplum kuruluşlarına, devlet, şirket hatta kötülüğün sivil toplum temsilcileri olarak görülen sivil toplum kuruluşlarıyla temastan kaçınmaları ve “iyiliğin temsilcisi olma yanılsaması” içinde oldukları gibi eleştiri getiren Çalışkan, bu kuruluşların işlevlerini yerine getirebilmeleri için kendinden menkul iyilik kabulü ile yüzleşmeleri ve sorumluluk almaktan kaçmayan müzakereler girişmeleri gerektiği görüşünde.  

Son yazı Zafer Köse’nin… Yazısının başına Brecht’ten “İyi insan olacağınıza/Öyle bir yere götürün ki dünyayı/İyilik beklenmesin!” alıntısını alan Köse, “insanın iyilik ve kötülük yönünde bir iradesinden söz edilebilir mi” sorusuyla başlıyor. Havemann’ın kültürel niteliklerin elenmesi ve gelişmesi konusunda da doğadaki seçilim olgusunun geçerli olduğu görüşünden yola çıkarak, özetle, kötülüğü uygarlaşma sürecinde sağlanan ekonomik gelişmelerin yol açtığı eşitsizlik ile insanın ürettiği değer gibi kendine de yabancılaşmasına bağladığı söylenebilir.  Bugün ulaşılan aşamada insan kendi ürettiği artık değerin yönetimine katılmamayı yadırgamayan “evcilleştirilmiş insan” dır; kendi yaşam mücadelesine yabancılaşan insan doğadaki varlığını sürdürmesini sağlayan temel niteliklere de yabancılaşmıştır. Sonuç olarak, kötülük insanın doğasıyla değil, daha çok içinde yaşanılan koşullarla ilgili, kültürel bir olgudur. O nedenle, “yaşadığımız çağda insan kötülüğünden söz etmek kapitalizm eleştirisiyle birlikte anlamlı olabilir” demekte. İlginç bir saptaması da,  bugünkü yaşam koşulları insanı sürekli tehdit altında bırakır, gidişata uyumu gerekli kılarken, insanın da değerlerine aykırı yaşamak yerine tercihlerine uygun biçimde düşüncelerini değiştirmesiyle ilgili. Kısacası, insanın kendini doğrulamak adına , Köse’nin “Günaha çağrı” olarak adlandırdığı “kötülüğe mazeret üretimi” ne yönelmesi söz konusu. Son olarak, kapitalizm koşullarında insan türünün varlığını sağlayan iyi insan niteliklerinin yeşermesi mümkün olmadığından söz ederek, “kapitalizmin ya insan niteliklerini tahrip edip insanlıkla birlikte yok olacak ya da insanlık bu mücadeleyi kazanıp onu aşacağı için yıkılıp gideceğini” söylemekte.   

-Köse’nin, “iyiliği”   toplumsal-kültürel bir olgu olarak değerlendirmesi,  bugün insanın ürettiği değerler gibi kendine de yabancılaşması, düzene teslimiyeti ve bunun için mazeretler üretmesi gibi saptamalarına katılmamak mümkün değil. Bu noktada mazeret üretmesini kolaylaştıran koşulları da göz ardı etmemek gerek. Bir yanda acımasız rekabeti, bitmeyen ihtiyaç listesi, doyumsuzluğu ile bencilliği, çıkarcı davranışları, fırsatçılığı kışkırtan ve bu yolla insanın eşitsizlik ve adaletsizliklere karşı “körlüğünü” çoğaltan bir ekonomik sistem var. Öte yanda günümüz “makine” çağı ve bu çağda insanlar birbirlerinden çok makinelere (bilgisayarlar telefonlar) ilişki içinde; insanın insanla ilişkisini, bağını, ihtiyacını azaltan bu koşullarda “insanın insanla dayanışma” ihtiyacına da azalmakta; bir başka deyişle, kapitalizmin yol açtığı çıkar ilişkileri, kentleşmenin getirdiği yalnızlaşma makine çağında katlanarak çoğalmakta.. Nietzsche’nin sürü insanı artık doymaz bir tüketici olduğu gibi insanlığına yabancı, seyirci insandır demek yanlış olmaz. Seyircilik sürdükçe “insanlık-uygarlık” diye övündüğümüz şeyin “barbarlıktan “pek farkı kalmayacağını söylemek de yanlış olmaz.

 Sonuçta, insanı kuşatan bu koşullarda iyiliği bulmak gibi bunu değiştirecek insanı bulmanın da kolay olmayacağı da düşünülebilir. Bu açıdan karamsar olanlar da az değil… Yine de, nasıl ki, insan bugüne kadarki serüvenine toplumsal-kültürel-insani boyutta kazanımlar, gelişmeler katmışsa, bundan sonrası için de bir umut var. Tek yolu da daha çok insanı düşünmeye, fark etmeye katmaktan geçiyor sanırım. Covid-19’un yol açtığı salgın üzerine yazdığı yazıda Noam Chomsky’nin, yalnız pandeminin değil ekolojik yıkım, artan küresel-toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlikler, bitmeyen silahlanma yarışı ve teknolojik gelişmelerin yol açtığı ve barındırdığı tehlikeler gibi daha birçok küresel sorundan yola çıkarak, “koronanın iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi” olabilir demesini hatırlayarak,[3] umarım,

bu kitaplar, bu tartışmalar “düşünmelere” katkıda bulunur demek istiyorum.


[1] Zülfü Livaneli; Ayla Göksel (2020), İyiliği Düşünmek, İletişim Yayınları, İstanbul

[3] Noam Chomsky (2020), “Koranın iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi olacak”, Medyascope, http://medyascope.tv/ 4 Nisan 2020.

Büyük YAŞAM-Büyük VAROLUŞ-İnsani YAŞAM

Ülkede üzücü ve tartışılması gereken mesele çok ama uzun süre içinde yer aldığım bu tartışmalar artık kendini tekrar etmekten öteye gidemiyor.[1] Bu kısır gündemi konuşmak yerine yaşam, insan, insanlık, özgürlük, eşitlik, teknoloji gibi konuları yapabildiğim kadar tartışmak daha ilginç geliyor bana. Bu seçim, yaşın iyice kemale ermesiyle de ilgili olabilir… Artık bu durakta da başı sonu olmayan, yanıtı bilinmeyen, biraz gereksiz, biraz fantastik, biraz tuhaf düşünme denemelerinin sırası gelmemişse, ne zaman gelecektir!

Buradaki yazı da, kafamı uzun süredir işgal eden yaşamın anlamı gibi başı sonu olmayan bir konu… Bunun gibi sorular her zaman akla takılır ama yaşın ilerlediği, geçiciliğin daha yakından algılandığı, bir başka anlatımla nafilelik duygusunun gelip çöktüğü dönemde daha bir ağırlıkları vardır. Yanıtın olmadığını biliriz; yaşamda anlam aramak yerine yaşama kendimizce bir anlam katmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktur, onu da biliriz. Camus’un “varlığından kuşku duymadığın bir ‘ben’i kavramaya çalıştım mı, onu tanımlamaya, özetlemeye çalıştım mı parmaklarımın arasından akıp giden bir su oluveriyor” [2] deyişi gibi, bu sorular bizi boşluğa bakmaktan öteye götürmez. Bilime gelince bilmediklerimiz bildiklerimizden çok olduğu gibi, her gelişme noktası önceden bildiklerimizi sorgulanır hale getirmekte. Bilebildiklerimizi anlamaya/ anlatmaya çalışırken kuramdan ve Camus’un dediği gibi “imgelerden “öteye de gidemiyoruz!  Yaşamın büyüklüğü ile gizi düşünülünce imgeler ne ki!…

Oysa ben yaşama bakıp, “nedir bu hikmet-i vücut; nedir derdi” diye sormadan edemiyorum!… Mekânın ve zamanın sonsuzluğunu kaplayan bu varoluş, bu kadar tür, çeşit niyedir?  Niye hep daha fazlasını, daha gelişmişini doğurarak yoluna devam ediyor; önü, ardı nerededir? Nafile sorular biliyorum; yine de bunca bereketli, bunca heybetli, aynı zamanda bunca umursamaz olan yaşamın, bu kozmik enerjinin hepten anlamsız olup olmadığı sorusundan kaçmak kolay olmuyor. İnsanın bu çıkmaz sokaktan bir yaratan arayışına, Tanrı düşüncesine gelmesini de anlıyorum; bu bilinmezlikle yetersizliğin getirdiği uyumsuzluk ve tıkanıklıktan kaçmak ancak Tanrı düşüncesiyle mümkün.[3] Bense varoluşçu felsefeye yakınlık duyar, yaşama bizim anlam vereceğimizi kabul ederken Yaradan düşüncesiyle avunamıyorum; kaldı ki, inanç da sorulara yanıt vermiyor. Bu arada, acaba “sonsuz, sıfatsız Yaşam ile Tanrı aynı şey olabilir mi” diye sorduğum da oluyor!

Bir de, evren içinde insanın yeri, anlamı nedir sorusu var!… Milyarca yıl değişim geçirerek var olan, evren, galaksiler, dünya, insan, bakteri, canlı cansız her şeyi saran, her yerde nefes alıp veren bu sonsuz güç için bu zeki, gelişmiş varlığın ayrı bir anlamı var mı? İnsan varlığını, amaçlanmış bir gelişime mi, yoksa rastlantılara mı borçlu? Soruların inançla ilgisi büyük ama bilim açısından da önem taşımakta. Örneğin fizikçiler evrenin oluşumu, bugüne gelmesi, canlı bir yaşamın ortaya çıkmasının bir düzeni yansıttığı, bu noktaya ancak birçok gücün, maddenin özel şartlarda bir araya gelmesi ve aralarında hassas bir dengenin (uyumun) oluşmasıyla varılabileceğini kabul etmekteler. Örneğin Stephen Hawking, ”Bilim tarihi tümüyle olayların keyfi bir tarzda oluşmayıp, tanrısal olsun olmasın belli bir kurulu düzeni yansıttığının yavaş yavaş farkına varılışıdır “ diyor.[4] Bu kadar ayrıntılı, bu kadar hassasiyetle ayarlanmış bir varoluş söz konusuysa burada bir amaç olup olmadığı sorusu da kaçınılmaz… Ancak daha ilginç soru, bu noktaya varılmasında insanın rolüyle ilgili!… Tüm bu aklı dışı oluşum bu zeki varlık için midir; yoksa böyle düşünmek bilinmezlik içine sıkışmış insanın güçsüzlüğü ya da megalomanisinin sonucu mudur? İnancın yanıtını biliyoruz; evren bu şerefli mahlukat için var!… Evrenin varoluşunda insanın amaçlandığına ilişkin görüşler “zayıf ve güçlü insancı ilke” olarak fizikçiler arasında da söz konusu. Zayıf insancı ilke, “sonsuz evrende zeki yaratıkların gelişimi için gereken koşulların ancak uzay ve zamanda sınırlı, belli bölgelerde sağlanacağı” yönünde bir görüşü savunurken, güçlü insancı ilke tüm bu engin yapının bizim hatırımız için varolduğunu ileri” sürmekte.[5] Hadi bakalım!

Bunlardan hangisine yakınlık duyduğumu sorarsanız tek bir yanıtımın olmadığını söyleyebilirim. Örneğin Doğa’daki bolluğa baktığımda “insan ne ki” diye düşünmeden edemiyorum ama bunları kavrayan, kavramakla kalmayıp yeryüzünde başka bir yaşama hayat veren insanı düşündükçe bu farklılığı rastlantıya bağlamak çok da anlamlı gelmiyor!.. En azından evrenle insan arasında özel bir ilişki ve yakınlık olabileceğini düşünüyorum diyebilirim.

Aslında, insanın amaç olup olmadığı sorusundan çok, evrenin bütünü içinde var olan uçsuz bucaksız bir güç, bir enerji, bir yaşam olduğunu, bu yaşamın evren öncesinden sonrasına uzandığı gibi başka evrenler yaratabileceğine düşünmek daha ilgimi çekiyor. Bu sonsuz enerji ağına bir ad vermek, yaşam dediğimizde hemen aklımıza gelen insani yaşamdan ayırt etmek istiyorum; yeni, fevkalade, olağanüstü bir ad bulmaya çalışıyorum ama “büyük yaşam, büyük varoluş” dan başka bir şey bulamıyorum.  Anlama, bilme gibi sözcüklerimiz de yetersiz…

Büyük Yaşam aslında zamansız ama varlığını evrenin oluşumuyla başlayan uzay-zaman içinde düşünebiliyoruz ancak; bu büyük varoluş, sayısını bilemediğimiz, kendisini göremediğimiz trilyonlarca biçimli ve biçimsiz varlık içinde hayat bulmakta, kendisini sürdürmek için türlü kılıklara girerken devri-daim makinesi olarak ezelden ebede uzanmakta. Yaratılan bunca çeşit ve yığın içinde canlılara gelince onların yaşamı bir nebze de olsa algılamaları gibi farklılıkları var, sonu da görebiliyorlar. Yaşamın ise varlıkları ile sonlarına aldırdığı söylenemez; hangisine aldırsın ki!…

Bu aldırışsızlık üzer bazen beni… Bu açıdan Sonbahar başkadır; bu mevsimde yaşamın geçiciliği ile sonluğun hüznü her yerdedir… Sokakta yürürken önüme bir yaprak düşer hüzünlenirim. Yaşamın geçiciliğiyle ilgili bir hüzündür bu ama yalnız onunla da ilgili değildir; bir de yaşamın arsızlığı vardır…. Yeşilden kırmızıya dönmüş o yaprağın güzelliğini kimse görmez; onun gibi kimsenin görmediği, fark etmediği sayısız canlının varlığını düşünürsün; her sonbahar yaprağını döküp baharda yeşillenen ağaçları, bir iki günlük ömürleri olan hayvanlarla çiçekleri, basıp geçtiğin otları hatırlarsın… Hepsi yaşam zincirinin bir halkasıdır, doğar ve ölürler; sayısını bilemediğimiz, kendisini göremediğimiz, görsek de aldırmadığımız, bir dolu yaşam vardır böyle.

Hawking’in yukarıda yer verdiğimiz deyişini hatırlayarak, bu evrendeki varoluşun keyfilikten çok kurulu bir düzeni yansıttığını, yaratılan her varlığın bir yeri, bir nedeni, bir işlevi düşünmek de fazla işe yaramaz; bunca çeşitlilik ve bolluğun o sınırsız varoluş içinde “hiç” oldukları ortadadır. İnsan da bunlar arasındadır… Yine de yaşam denilen bu sonsuz, mucizevi güce hayranlık duymamak mümkün değildir. Sayısız tezahürünün elimizde kalan tek anlamı “yoklukla” eş olsa da,  “Sevgili arsız bir yaşam” söz konusudur! Latife Tekin’in “sevgili arsız ölüm”ü gibi… Bu mucizevi gücün, “sevgili arsız yaşamın” gizini anlamasam da gücünü, büyüklüğünü biraz olsun algılayabilmeye çalışıyorum diyebilirim.

Ne var ki, onu anlatmak için kullandığımız kavramları az çok anlasak da tam olarak algıladığımız ya da kafamızda canlandırabildiğimizi söylenemez. O nedenle, “Büyük Yaşam” diye basitçe adlandırdığım bu varoluşu, ucu bucağı, şekli şemali, önü ardı olmayan sonsuz bir devinim, sonsuz bir varoluş, sonsuz bir çeşitlilik olarak sıfatların ötesinde bir şey olarak düşünmek doğru olur gibi geliyor bana. Sonsuz diyorum ama sonsuzluğu net olarak algılamak, hayalde canlandırmak mümkün mü? sonsuzluğu nasıl algılayabiliriz!

Gök bilimcileri bazı rakamlar veriyorlar ama rakamlar da algılamayı kolaylaştırmıyor.  

Örneğin yalnızca “gözlemlenebilir evrenin” 93 milyar ışık yılı çapında olduğu tahmin edilmekte;[6] bu tahmin temelde bir cisimden yayılan ışık veya başka sinyallerin dünyadaki bir gözlemciye ulaşmasına dayanmakta. Bir ışık yılı dediğimiz mesafe 9,5 trilyon kilometre olarak hesaplandığından gözlenebilir evrenin çapı da 9,5 trilyonun 93 milyarla çarpımıyla bulunacak demektir!  Ne us ne hayal gücü yetiyor bu büyüklüğü anlamaya… Evrende büyük patlamadan sonra salınan ışığın daha dünyaya ulaşamadığı bölümler olduğundan, aslında büyüklüğünü bilemediğimiz bir kozmos içindeyiz.  Gözlenemeyen evren içinde ise daha neler var, onu da bilemiyoruz; gelecekte daha gelişmiş teknolojilerle bu bölümleri gözlemlemenin mümkün olduğu düşünülse de evrenin sürekli genişlemesi nedeniyle gözlemlenemeyen bölümler dünyadan daha da uzaklaşacağından hiçbir zaman görülememeleri mümkün.

Özetle, Çapı 12,742, ekvatordaki çevresi 40, 075 km olan bu küçücük gezegenimizin boyutlarını bile tam anlamıyla kafamızda canlandıramazken, sonsuzluk denilen şeyi bir sözcük olmanın ötesinde algılamak, evren hakkında konuşmak ne mümkün ki, büyük yaşam bu evrenin ötesinde!…

Sonsuzluğu gibi şekli şemalinin de sınırları yok yaşamın… Örneğin görünebilir evrende bile kaç galaksi, kaç güneş, kaç gezegen var bilmiyoruz.  Hubble Uzay teleskobu verilerine göre gözlemlenebilir evrende 2 trilyon galaksi, her galakside en az 100 milyon yıldız bulunduğu belirtiliyor:[7] Gökbilimci David Kornreich tüm evrende en az 10 trilyon galaksi olduğunu varsayıyormuş; her galakside Samanyolu’ndaki gibi ortalama 100 milyar yıldızın yer aldığını düşünerek toplam yıldız miktarını şu şekilde ortaya çıkarıyor:

1,000,000,000,000,000,000,000,000  (1’in yanında 24 tane sıfır var)

Daha adını bile koyamadığımız rakamlarla anlatılan bir uzay söz konusu; bu da yalnız gözlemlenebilir olan!…

Büyük yaşamın nefes alıp verdiği evreni bir yana bırakalım yeryüzünde bile, sayısı bir yana, kaç tür canlı olduğunu bilemiyoruz. Üstelik evrim tarihi düşünüldüğünde günümüzdeki türlerin var olmuş tüm türlerin yüzde 1’indan az olduğu söylenmekte: [8] Dünya üzerinde -yapılan son araştırmalara göre- 1.3 milyon hata payı ile 8.7 milyon ökaryotik (“karmaşık”/”gelişmiş”/zarlı hücre yapılı) canlı türünün, 100 milyondan fazla ise prokaryotik (“basit”/zarsız hücre yapılı) canlı türünün yaşadığı düşünülmekte. 10.500 kuş, 1 milyonu keşfedilmiş 5 milyon böcek, 45 bin balık, 82 bini bilinen 215 bitki, 43 bini bilinen 567 bin mantar türü olduğu belirtilmekte ki, bunların yanında 5.600 türü bulunan memelilerin ne kadar azınlıkta kaldığı ortada. 

Yaşamın önü ardı da yok… Evrenin nerede, nasıl başladığına dair en kabul gören Büyük Patlama kuramına göre, maddenin 13,8 milyar yıl önce aşırı sıcak ve yoğun bir noktada genişlemesiyle oluştuğu düşünülmekte. Bu patlama sonucunda bugün bildiğimiz uzay-zaman oluştu. Peki Büyük Patlama öncesi durum nedir; bilinmiyor! Hawking, Büyük Patlama öncesi gözlemlenemeyeceği, dolayısıyla bu andan öncesi için bilimin kuralları işleyemeyeceğinden o andan önceki olayların görmezlikten gelinebileceğini söylerken, zamanı da, “daha önceki zamanlar tanımlanamayacağı için, büyük patlama ile” başlatmakta:[9]  Aynı sayfada “Genişleyen bir evren bir yaratıcının varlığını dışlamıyor ama onun bu işi becerdiği zamana ilişkin sınırlama getiriyor” cümlesi ile de gözlemlenemeyen patlama anının öncesinin artık bilimin değil inancın işi olduğuna işaret etmekte. Evreni ve zamanı büyük patlamayla ilişkilendirsek de ondan öncesini bir hiçlik olarak düşünmek zor; o nedenle bu konularda çalışan fizikçilerin kimi itici veya çekici atomik elementlerden, kimi birbirine paralel bebek evrenlerden söz ederken, kimi de büyük patlamanın bir başlangıç değil daralan evrenin tekrar genişleme dönemine geçtiği an olduğunu söylemekte.[10] Henüz kabul görmüş bir kuram yok olmasa da evrenin öncesi olduğu kuşkusuz!…

Kısacası Big Bang öncesini de sonrasını da kapsayan bir enerjinin varlığını, sıfır noktasında da olsa maddeyi uzay-zaman yaratacak bir genişliğe ve değişime uğratan bir büyük gücü düşünmemek mümkün değil. Big Bang’den bu yana evreni genişleten gücün “karanlık enerji” olduğu da düşünülüyor:[11] Okuduğum makalede bundan ilk defa bahseden teorik fizikçininAlan Harvey Guth olduğu ve “Evren genişliyor ise bunun bir kaynağı olmalı!” dediğinden, gözlemlenemeyen ama “var olduğu” düşünülen bu kaynağın da “karanlık enerji” olduğundan söz edilmekte. Aynı yazıda evrenin sonu için de genişleyip parçalanmasından “ısı ölümüne”, içine çökmesinden yeni bir evren oluşumuna uzanan birçok kuram var.. Karanlık madde ve karanlık enerjiye ilişkin bilgiler arttıkça farklı senaryoların ortaya çıkması da bekleniyor.

Sonuç; evreni başlatan ve bitirecek olan bir yaşamsal enerji, bir büyük yaşam var!… Karanlık mı aydınlık mı onu bilemiyoruz ama büyük yaşamın değişik bir formatından başka bir şey olabilir mi?

Ne astrofizikçiyim ne de fizyolojist; evrenin başlangıcı veya sonunu açıklamaya çalışan bu görüşler üzerine bir yorumda bulunmam mümkün değil; böyle bir iddiam da niyetim de yok. Ama okuduklarım, bana büyük yaşamın evrenle sınırlı olmadığını, varlığının evrenin oluşumuna yol açması gibi dünyanın ya da evrenin sonunu da getirerek başka yaşamlara hayat vereceğini söylüyor ki, adsız, cisimsiz, önsüz, sonsuz “sevgili arsız yaşama” ilgim artıyor!…  

Önü ardı olmayan, şekli şemali bulunmayan, ucu bucağına erişilemeyen bu büyük yaşamın, yaşamsal gücün evrimi de büyüleyici…  Gazdan, ısıdan evreni yaratmakta,  evren içinde cansız maddeden canlı maddeye, tek hücreden çok hücreye, sonunda insana uzananı bir evrime yol açmakta; evrimleşme sürecinin daha nelere yol açacağı da bilinemiyor; açık uçlu bir denklem…  Heyecan verici değil mi? Can verdiği her yaşam alanında trilyonlarca başka canlı da hayat bulmakta. Örneğin insan vücudunu oluşturan insan hücreleri 30 trilyon civarındayken, bu vücudun 39 trilyon insan dışı hücre (bakteriler, virüsler, mantarlar, tek hücreli canlılar, mikroplar gibi) barındırdığı anlaşılmakta ki, insan vücudu “mikrobiyata metropolü” olarak adlandırılmakta. [12] Evren içinde ”hiç” diyebileceğimiz insan vücudu mikroplar, bakteriler için bir evren!

Ya insan; kendini yalnız dünyanın değil, evrenin merkezine oturtan insan!…  

İnsanı, evrenin, kozmik yaşamın bir amacı olarak görmesem de özel bir yeri olduğunu yadsıyamıyorum. Evet, evren bir yana, yeryüzündeki yaşamın sonsuzluğu düşünüldüğünde bile insan yaşamı niceliksel anlamda bir “hiç”; ama yeryüzündeki evrim halkasında bir son olarak cüssesinden büyük yeri olduğu ortada. Farklılığı veya özelliği de, yalnız zekasından değil, bu zekanın yaratıcılığından gelmekte. Yarattığı uygarlıkla yeryüzünde baskın duruma gelmiş bir canlı türü söz konusu; bu tür, doğal yaşamın dışında “insani yaşam diyebileceğimiz “toplumsal-kültürel bir yaşam” yaratmış, dünyayı “insanlaştırmış durumda!… Yeryüzünde artık bilim, tarih, teknik, sanat gibi insan yaratımı ve üretimiyle biçimlenen bir “insan dünyası” var ve bu dünya doğal yaşamın ötesinde/üstünde bir gerçeklik kazanmış durumda.  Yaratılan kadar yaratıcı konumunda olan insanın yapay zekâ, gen teknolojisi gibi alanlardaki iddiaları düşünülürse yaratıcılığının daha farklı yaşam alanları açması da beklenmekte.

İnsan yaratıcılığı, ”doğayı mı taklit ediyor; yoksa ondan farklı mı” sorusu da aklıma düşmüyor değil. Doğanın bir varlığı olarak insanın kendi ürettiği yaşamın doğasından izler taşıması kaçınılmaz ama bunun ötesi olduğu da kuşkusuz.  Hayır, yaratıcılığının boyutlarını ya da niceliğini konu etmiyorum; niteliksel anlamda doğadan farkı ne? En dikkati çeken farklılığı, sanırım, insani yaşamda doğayı aşmak, büyük yaşamın vurdumduymaz özelliğini değiştirmek, “türüne sahip çıkmak olarak adlandırabileceğimiz çabasında…  Bu sahip çıkmanın toplumda yaşamak, dayanışmaya ve işbirliğine ihtiyaç duymakla ilgili olduğu kuşkusuz. Ne kadar değiştirebildiği meselesi tartışmalı olsa da “insanlık” diye yücelttiğimiz kavram bu çabalarla ilgili.

Kant, insanın hem doğal hem toplumsal bir varlık olduğunu, bu nedenle beni veya doğası ile toplum halinde yaşama ihtiyacı arasında bir karşıtlık (antagonizma) yaşadığından söz ederken, bu antagonizmayı doğanın insanın yeteneklerinin gelişmesini sağlamak için kullandığı araç olarak da nitelendirmekte:[13] Antagonizmanın insanın gelişmesi için itici güç olduğunu söylerken, toplum haline yaşamanın getirdiği şeref, itibar, güç, sevgi, saygı, destek, işbirliği gibi ihtiyaçlar, değerler veya zorunlulukların bu çatışmada beni (doğayı) sınırladığını ileri sürmekte. Akla yatkın… Bu ikisi arasındaki çatışmanın çözümü zaman, yer, kişi ve koşullara göre değişirken, yalnız bireyin değil insanlığın gelişiminde de bunun rol oynadığını ve çatışmanın insandan, toplumdan, birlikte yaşamaktan yana çözülmesinin insani gelişme yönünde ilerlemek anlamına geldiğini düşünebiliriz. Örneğin köleliğin sona erdirilmesinden sınıfsal mücadelelere uzanan hak arayışlarını, insan hak ve özgürlükleri, demokrasi gibi kazanımları bu bağlamda görmek mümkün.

Kısaca söylersek, uzun mücadelelerle sağlanmış özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi değerler, insanı güçlü olana karşı koruyacak insan hakları, demokrasi, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, laiklik gibi kurumlar, sosyal devlet gibi bir ölçüde de olsa eşitlik ve adaleti sağlamaya yönelik gelişmeleri insani yaşamı doğadan ayıran temel özellikler olarak görmek mümkün. Bunlar, doğadaki vurdumduymazlığın tersine, “insanın insanla dayanışması” anlamını taşımakta,  insanlığın doğal yaşamdan farklılaşmasını sağlamaktadır. Ne yazık ki, hem bu kazanım ve gelişmeler oldukça kırılgan hem de insanın, bütünü görmek yerine kendini birilerinden ayırmak için milliyet, ırk, din, dil, cinsiyet, sınıf gibi farklar yaratma aymazlığı büyük.  Kapitalist ekonomi ile hegemonik dünyadan oluşan kurulu düzen de ayrılıkların üzerinde tepinirken kazanımları aşma, geçersiz kılma peşinde.

İnsanlığın bugünkü halini anlatmak uzun sürer, girmeyeceğim. Ancak özellikle kapitalist ekonomide doğal yaşam benzeri arsızlık veya doyumsuzluk, hep “daha fazla” isteği, “çalıştırma ve üretme” gayreti, “gelişme-geliştirme” merakı, “rekabet ve tasfiye” eğilimlerinin baskın olduğuna kuşku yok. İnsanı “homo economicus“ olarak gören bu ekonomik anlayışın yeryüzünün neredeyse bütününde egemenlik kazanmasında doğadaki bencillik, doyumsuzluk, aldırışsızlık gibi özelliklerinin insanlarda da bulunmasının payı olduğu düşünülebilir ancak sistemin bunu güçlendirmek için elinden geleni yaptığı ortada. Özellikle küreselleşme sonrası kazandığı güçle kapitalizmin ekonomik sistemin ötesine geçerek toplumsal-kültürel sistem haline geldiğini görüyoruz ki, böylece sistem daha fazla üretim, daha fazla tüketim, daha fazla kar, daha ileri teknoloji, daha fazla çeşit derken, bu istemi daha uzun ömür, daha son model, daha hızlı araba, daha akıllı, daha donanımlı ev, daha teknolojik aygıt, daha lüks tatiller isteyen insanlarla var kılmakta. Bunları gerçekleştirme yollarını yaratarak güçlendirmeyi başardığı da ortada. Reklamların, kartların, kredilerin işi ne!…

Özetle, insani yaşamın ekonomik-teknolojik yanı durmadan gelişir, büyür ve yenilenirken, insani değerler ve ahlaki kaygılar açısından çok gerilerde kalmakta.

Ne var ki, aldatıcı bir rehavete kapılan insanın tüketim toplumuna ve düzene teslimiyeti sağlanırken, yeryüzü ve doğa üzerinde tehlikeler, tehditler artmakta; acımasız rekabetin, eşitsizlik ve adaletsizliğin yol açtığı küresel ve toplumsal kutuplaşmalar yaşamı her yerde güvensiz ve tehlikeli hale getirmektedir. Öyle ki, daha fazla büyüme, zenginlik, üretim, tüketim derken yeryüzünü tüketmekteyiz. Dünyanın az gelişmiş bölgelerinin gelişmiş dünyadaki yaşam düzeyine erişme istekleri düşünülürse bunu sürdürmek için bir değil birkaç dünyaya ihtiyacımız olduğunu anlıyoruz! Öte yandan insanlık bunca gelişmeye rağmen yoksulluğu, eğitimsizliği, işsizliği, küresel ve toplumsal gelir adaletsizliğini önleyemediği gibi,-sistemin böyle bir niyeti de yok zaten – bunca bilgi, deneyim, gelişmeye karşın savaşları durduramaması gibi, silahlanma yarışına girmekten, durmadan yeni ve daha güçlü silahlar üretmekten de geri durmuyor. Post-modern, post-kapitalist diye adlandırılan postlar dünyasında toplumsal-siyasal-kültürel kazanımların kırılganlığı artarken, -demokrasinin, insan haklarının hali ortada- ekonomik ve siyasal egemenlerin gücü gibi doymazlığı, yozlaşması gibi manipülasyonları da büyümekte.

Sonuç olarak “insan eliyle yaratılan yaşamın” maddi (ekonomik-teknolojik) alandaki gelişmelerine bakılırsa hayli gelişmiş olduğu, buna karşın insani ve etik değerlere (insana ve topluma dair ahlaki, yasal, siyasal haklar, özgürlükler ve güvenceler, yeryüzündeki, yaşam ve birbirlerine ilişkin duyarlılıklar gibi) gelindiğinde gelişmelerin çok sınırlı, çok yetersiz kaldığını söylemek gerek. Kısacası ekonomik -teknolojik gelişme ile insani gelişme arasındaki makas büyük; biri koca atılımlar yapıyor, öteki sürekli yalpalamakta!… İçinde bulunduğumuz “makine çağının” ve getireceği teknolojik gelişmelerin, insanlığın nereye gideceği konusundaki kaygı ve kuşkuları arttırdığı da söylenebilir. Bu konuda teknolojinin tarafsız olduğu, nereye gideceğinin insana bağlı olduğu söylense de, insanın bugünkü anlayışı, değerleri ve yaşam biçimi dikkate alınırsa teknolojinin doğrultusunun piyasadan insana çevrilmesini beklemek zor. Örneğin bu gelişmelerin yeryüzündeki yaşam açısından yarattığı tehlikeler yeterince algılanmadığı gibi, makineler dünyasına sürüklenen, birbirinden çok cep telefonları, bilgisayarlarla iletişim halinde olan insanın bu gidişi durdurma niyeti olduğu da söylenemez.  İnsanın uzaya açılma merakı da düşünülürse başka gezegenleri “fethe” kalkan insanlığın tüm kötülükler ile tehlikeleri oralara taşıma ihtimali daha büyük. Kurgubilim kitaplarından uzay filmlerine kadar hepsi zaten bunu anlatıyor!

Yazıyı bitirirken söylenebilecek son şey, insanlığın kendi üzerine düşünme ihtiyacının bugün eskisinden büyük olduğu…

Bu konularda düşünen, yazan az değil. 2020 yılı başında dünyayı saran ve 2,5 milyon insanın ölümüne yol açtığı gibi ekonomi ve istihdam açısından büyük sorunlara neden olan Covid-19 salgınının da, daha geniş çevrelerde farklı bir dünya, farklı bir yaşam gerektiği yolundaki tartışmalara yol açtığını biliyoruz. Henüz bir değişiklik olmasa da, Noam Chomsky’inin dediği gibi, [14]“koronanın iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi” olabilir. Nasıl bir gelecek istediğimiz konusu da kolay değil kuşkusuz; herkese göre değişebilir. Buralara girmeyeceğim…  

Bana gelince, geleceğin bugünkünden farklı olmasının, öncelikle, daha fazla üretmeyi, zenginleşmeyi değil dayanışma ve paylaşmayı, şu ülkeyi, bu milleti değil insanlığın bütününü ve ona yurt olan yeryüzünü ve yeryüzündeki tüm yaşamı dikkate alacak bir anlayış/kavrayışla ilgili olduğunu düşünüyorum.


[1] Bu tartışmalara katılmama konusunda bir günah çıkarmak gerekirse şunları söyleyebilirim. Evet, bu ülkede demokrasi, hukuk, yargı, adalet, özgürlük gibi nereye baksanız yıllardır sürüp giden bir çöküş söz konusu, bunlar karşısında tepki duymamak, tartışmamak da mümkün değil; yıllarca bunu yaptım. Ancak özellikle siyasal alandaki kısırlık nedeniyle tartışmaların kendimizi tatmin etmekten öteye gittiğini söylemek zor. Hele durmadan yapay gündem yaratan bir iktidar söz konusuysa, “araç” olmak da söz konusu!… Bu çöküşten ve araçsal konumdan çıkış düşünüldüğünde en başta siyasal tıkanıklığı gidermek gerektiği ortada;  oysa siyasal muhalefet iktidarı eleştirmeyi siyaset yapmak olarak görüp, kendi siyasetlerini geliştirmeyi, ülke, dünya değişirken bu değişiklere yanıt verecek bir değişim arayışını unutmuş durumda. Buna değinenleri ise duymak bile istemiyor. Konuşulan kavramlar, değerler ve kurumların ne anlama geldiği, tarihsel-toplumsal bağlantıları, bugünkü koşullarında nasıl geliştirilecekleri gibi soyut ama kaçınılmaz tartışmalar ise artık bu ülkede bulunmuyor. Bu duraklama ve geri gidişin hem entelektüel hem pratik anlamda ülkenin geleceği açısından kaygı verici olduğu kuşkusuz. Kendi adıma ise bu kısır döngüye katılmak yerine merak ettiğim konulara dalmak bana daha anlamlı geliyor.

[2] Albert Camus (2016), Sisisfos Sömyleni, Can Yayınları, İstanbul, s; 36-37

[3] Age, s; 50.

[4] Stephen W. Hawking (1991), Zamanın Kısa Tarihi, çev: Sabit Say; Murat Uraz, Milliyet Yayınların, İstanbul, s; 134.

[5] Age, s; 135-137.

[6] Vikipedi (2021) Gözlemlenebilir Evren, www. tr.vikipedi.org/ 

[7] Gökhan Öztürk ( 2017, “Evrende Kaç Tane Yıldız Var?” Bilimpro, http://www.bilimpro.com

[8] Çağrı Mert Bakırcı (2015), “Dünya Üzerinde Kaç Tür var?”, Evrim Ağacı, http://www.evrimagaci.org/

[9] Hawking, age, s; 21

[10] Stephanie Pappas (20199, “Büyük Patlamadan Önce Ne Vardı, Ne Oldu?” Evrim Ağacı, http://www.evrimagaci.org/

[11] Yusuf İğın,(2020), “Evrenin Sonu: Evren Nasıl Sona Erecek? Evrenin Sonuna Dair Olası Senaryolar Neler?”, Evrim Ağacı, http://www.evrimagaci.org/

[12] Gökhan Kodalak (2017), “Mikrobiyata Metropolü ya da İnsan Vücudu”, Manifold, http://www.manifold.press/

[13] Immanuel Kant (tarihsiz) “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel bir Tarih Düşüncesi”, çev. Uluğ Nutku, Filozoflar ve Düşündüren Sözleri, http://www.duşundurensozler.blogspot.com

[14] Noam Chomsky (2020), “Koranın iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi olacak”, Medyascope, http://medyascope.tv/ 4 Nisan 2020.

Global Vatandaşlık ya da Yeryüzü Vatandaşlığı…

Hem iddialı hem naif bir kavramdan söz ediyoruz.; hem yeryüzüne ve insanlığa karşı duyarlı ve sorumlu olmayı gerektirecek bir iddia hem bu kadar bölünmüş ve kavgalı dünyada erişilmesi zor bir hayal… Öyle de olsa, tüm uzaklık ve yabancılıklarımıza karşı birçok yönden küreselleşen ve yakınlaşan bir dünya söz konusu ve bu dünyanın birçok sorunun ortak olduğu, bu sorunların küresel çözümler beklediğine kuşku yok. Öyleyse neden düşünmeyelim?

Bugün hangi ülkeye gitsek, “nasıl bir dünyada yaşıyoruz” sorusuna çoğunlukla tehlikelerin  ve korkuların arttığı  bir dünya diye yanıt verileceğini düşünebiliriz. Yeryüzündeki yaşamı tehlikeye atan küresel ısınma bir yanda, bitmeyen savaşlar öte yanda… Artan eşitsizlik ve adaletsizlikler bir yanda, farklılıklarımızın ve bölünmüşlüğümüzün bilenmesi öte yanda… İnsanlığın hizmetinde olabilecekken piyasanın hizmetinde çalışan teknolojik gelişmeler bir yanda, bu teknolojilerle hem avutulan hem uyutulan insanlar öte yanda… Böyle bir dünyada tepedeki güçler ve karar vericiler dışında kimse için huzur ve güvenin olmadığı ortada. Yüzbinlerce insani ölüme sürükleyen ve toplumsal yaşamı alt üst eden küresel pandeminin de bu korkulara tüy diktiğine kuşu yok!

İnsanı, insanlığı aramak, insanı güçlendirmek!

Yaşadığı korku ve kaygılara karşın bunlara karşı sesini yükseltecek  ve bu gidişi durduracak olan da “İnsan”… İklim krizinden son yıllarda baş döndüren bir hızla ilerleyen teknolojik gelişmelere kadar neyle uğraşırsanız uğraşın sözün gelip dayandığı yer insan. Örneğin teknolojini hızı ve olasılıkları birçok yazarı teknoloji ve insan ilişkilerini irdelemeye iterken, olumlu veya olumsuz olasılıklardan söz edilse de, teknolojik geleceğin yine insanın seçimlerine bağlı olarak biçimleneceği noktasına gelinmekte. Gerçekten öyle; ancak geleceğimizi bağladığımız bu insan kim, insanlık ailesi ne durumda gibi sorular da var ki, asıl tartışma konuları buralarda. İnsanın kim olduğu gibi, insanlığı etkileyen kararlara nasıl müdahil olabileceği gibi başka konular da var ki, bunları tartışmadan “her şey insana bağlı“ demek pek bir şey ifade etmiyor.

“İnsan kim” sorusu öyle kolay yanıtlanacak bir soru değil; doğal varlığından tarihsel/toplumsal/kültürel varlığına uzanan ve tartışılmayı gerektiren o kadar çok boyut var ki, bu yazıyı aşar. Öte yandan günümüzde “insanmerkezci” yaklaşımların eleştirildiği ve tüm canlıları, hatta makineleri kapsamak üzere “insansonrası”(posthuman)  denilen yeni bir insan anlayışının gerekliliği de tartışılmakta ki,[1] yeryüzündeki yaşamdan söz ederken dikkate almamak mümkün değil. Tartışmayı, bu dallı budaklı konulara girmeden, bugünkü “insan çağı“ (antroposen) denilen çağ ve “insanlık” olarak durumuyla sınırlayarak  birkaç konuyu tartışmak istiyorum.

Her şeyden önce, kabul etmek gerekir ki insan çağı yalnız bugüne özgü değil.  Yeryüzündeki her şey insanın, “homo faber” in eseri; kutsallıklardan kurtulup kendini ifade etmek açısından daha özgürleştiği Rönesans’dan buyana izlerinin arttığına da kuşku yok. Bugün ise, teknolojik gelişmelerin sağladığı olanaklarla Harrari’ni deyimiyle “tanrılaşan” (Homo Deus) insandan söz edilmekte.[2] Ancak Homo Deus’un yarattığı dünya ile ilgili, yukarıda da değinildiği gibi, kaygı ve korkular büyük. Toplumsal bir varlık olarak insan birlikte yaşamak için her zaman ahlaki değer ve kurallara ihtiyaç duyarken, günümüz dünyasının birlikte yaşamayı tehlikeye sokan yanı, ahlaki çöküntüsü çok. Birçok yazarın kapitalizmle ilişkilendirerek dile getirdikleri araçsallaşan akıl, tüketim toplumu, endüstrileşen kültür gibi özelliklerle birlikte insanın birbirine benzer ve tek boyutlu, düzenle uyumlu ve kendi başına düşünmekten, eleştirmekten uzak hale gelmesi, -hatta “şeyleşmesi”- söz konusu ki,[3] bunların yol açtığı huzursuz ve güvensiz dünya ile taşıdığı tehlike potansiyelini dikkate alarak “zincirlerinden boşalmış insan çağından” söz etmek abartı olmasa gerek.

İnsanlık uzaya, algoritmalara,  yapay zekaya, biyonik insana doğru gidiyor ama tarihsel/toplumsal anlamda uzun süredir, -orada burada görülen toplumsal hareketlilik bir yana- hareketlilikten çok “teslimiyet“ içinde… Bir bakıma, 80’lerde “tarih bitti “diyen Fukuyama’nın çok da haksız olmadığını söylemek mümkün. Önce Sovyetler Birliği’nin, arkadan Çin’in küresel piyasaya ya da kapitalizme katılmalarıyla -savaşlar bitmese de- ideolojik/siyasal çatışma ya da alternatif arayışı sona ermiş göründüğü gibi, insan da -bazı sıkıntıları, itirazları olsa da- büyük ölçüde düzeni kabullenmiş, sıkıntılarının bu düzen içinde çözümünü bekler durumda!… Kısacası siyaseti, ekonomisi ve kültürüyle birlikte bu dünya düzeni birey nezdinde meşruiyet sağlamış görünüyor.[4]

Bir yanda siyasal demokrasi, öte yanda tüketim toplumunun getirdiği rahatlık ve olanaklar genel olarak bireye/insana yeter görünüyor;  ancak bu teslimiyetin özne/fail olarak insanın düşünme/ eyleme/müdahil olma kapasitesini sınırladığına da kuşku yok.. Rahatı yerindeyse neden müdahil olsun ki diye de sorulabilir tabii!… Oysa artan eşitsizlik ve adaletsizlikler-vicdani rahatsızlık bir yana- savaş, terör, göç gibi sonuçlarıyla her ülkedeki insanın hayatını etkilemekte; gelişmiş ülkelerde bile siyasetin yozlaştığı ve önlenemeyen vergi cennetlerinin her ülkedeki insanın refahından çaldığı ortada ve ne kadar kendini kurtarmış olursa olsun iklim kriziyle yeryüzündeki yaşam herkes için tehlikede… Buna karşın küresel ısınma konusunda bile yaygın bir karşı koyuştan, genel bir davranış değişikliğinden söz edemiyoruz. Bilim insanlarınca hazırlanan ve gerçekçi önlemler alınmazsa bir felakete doğru gittiğimizi gösteren onlarca bilimsel rapor, bu konuda yazılmış sayısız kitap ve makale bir yana, iklim değişiklikleri artık görülmeyecek gibi değil!… Gençler ve çocuklar uyanmış büyüklerini uyarmaktalar ama bugünkü düzenin bekçileri gibi insanlar da aymazlıktan kurtulamıyor.

Saramago’nun insanların peş peşe kör oldukları kaotik bir ortamda hayatta kalabilmek için insanların ne kadar vahşileşebildiklerini anlattığı “Körlük” adlı kitaptaki son cümleleri şöyledir:[5]Neden kör olduk, Bilmiyorum, belki bir gün nedenini öğreniriz, Ne düşündüğümü söyleyeyim mi sana, Söyle, Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük, Gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler.

Yalnız küresel ısınma değil görülecek daha çok şey var… Bugün anayasa, insan hakları, erkler ayrılığı, hukuk devleti  gibi liberal demokrasinin “vezirleri”  ahı gitmiş vahı kalmış duruma geldiklerinden, halk egemenliği denilen demokrasi “illüzyon” gösterine dönmüş durumda. Ekonomik açıdan, serbest piyasanın serbestliği ancak “bakkala çakkala” yeterken, küreselleşen kapitalizmin dünya çapında yarattığı emme basma tulumbanın kimlere çalıştığını kriz zamanlarında bile büyüyen küresel şirketler ile artan dolar milyarderleri göstermekte. Teknolojik gelişme desen, tekelci küresel şirketlerin elinde; o nedenle kabaca nitelersek, ya daha fazla öldürme ya daha fazla  satma üzerine kurulu bir gelişme hattından çıkamıyoruz.

İnsanlığın hali de ortada; acımasızlığı, yıkımı, kırımı, adaletsizliği bitmeyen bir dünyada teknolojik oyuncaklarla uygarlaştığını düşünüyor ama gerçekte barbarlıktan kurtulamıyor. Hala birilerinin onu millet, din, mezhep, renk, ırk diye birbirine kırdırmasını kabul etmeye, “bayrak ile davaların” peşinde koşmaya meraklı!… Farklılıklarıyla övünmeyi marifet sanıp hem farklı hem bir olduğunu göremeyecek kadar gafil…Ama bu gafletiyle de hem kendisinin hem dünyanın mezarının kazılmasına alet olmakta ki, buna insanlığın laneti de denilebilir!…

Yaşananlarda insandan çok egemen dünya düzeninin payı olduğu düşünülürse, insana bu kadar yüklenmek de pek anlamlı gelmeyebilir. Ancak olumsuz gelişmeleri yaratanlardan bunu değiştirmeleri beklenemeyeceğine göre, değişimi yaratacak olan ancak insan ve onun değişimi olabilir. Bu dünyanın iklim krizinden küresel salgına kadar ipliği pazara çıkarken, egemen güçlerin nasıl davrandıklarını gördük. Sera gazının sınırlanmasını bile başaramıyorlar; küresel salgını nasıl yönettikleri ortada; ortalığa düşmanlık salıyorlar ama uluslararası göçlerin asıl sebebi kendileri… Bize de, “hakikat sonrasının” yalan dolanları ile  popülizmin kandırmalarına inanmak düşüyor.

O nedenle görmek, fark etmek, bilmek ve daha iyi bir dünyanın onlarla da, kendiliğinden de gelmeyeceğini bilmek durumundayız.  O nedenle yeryüzündeki yaşam ve insanlıkla ilgili gelişmeleri bir avuç insanın elinden almak, insana/insanlığa açmak durumundayız. Ancak, “görme-bilme-ilgilenme” sınırlarını genişleterek, “yeryüzü ve insanlık” konularında bilinç geliştirerek bu yeryüzünde birlikte yaşamayı küresel bir değer, bir hak, bir ilke olarak önüne koyan insanı, onunla birlikte yeni bir uygarlık ve insanlığı düşleyebiliriz.

Bu konuda siyasal bir çıkış yapmaya en uygun aday sol ama solun da geleneksel yaklaşım ve politikalarından çıkamadığı görülüyor. Oysa tüm göstergeler ve ortak acılar, solun insanlığın sorunlarıyla buluşup bunları küresel bir siyasete dönüştürmesi gereğine işaret ediyor. “Sol insanlığa, insanlık sola muhtaç” başlıklı yazımda,[6] solun “küreselleşme ve insanlığı buluşturma” gibi düşünsel devrimlere ihtiyacı olduğu üzerinde durmuş ve yazıyı şöyle bitirmiştim: “Sonuç olarak, solun, kitleleri kitlelerle, ulusalı küreselle, özgürlük ve eşitliği dayanışmayla, emeği insanla, insanı yeryüzüyle buluşturmak gibi bir devrim ihtiyacı  olduğunu söylemek gerekiyor. Gerisi Sola kalmış!… “

Küreselleşen kapitalizmden ötesi yok mu!…

Serbest piyasanın mimarları 80 sonrasında fiyakalı bir kavramla liberal ekonominin küresel çapta egemenliğini ilan ettiler; yanında da insan haklarından demokrasiye, dünya barışına uzanan bir sürü vaat!… O günden buyana el hak daha zengin bir dünya var ama bir o kadar da siyasal, ekonomik, teknoloji ve gelir dağılımı açısında kutuplaşan bir dünya söz konusu. Kapitalizm ve pazar küreselleşti ama ticaretin/paranın tadını alan toplumların savaşların anlamsızlığını öğreneceği beklenirken öyle olmadı. Aksine bitmeyen savaşlar ilan edilmeyen bir üçüncü dünya savaşı yaşandığını söylenmesine yol açıyor ki, yanlış değil… Hatta küreselleşme bir şeyleri yakınlaştırırken başka bir şeyleri de uzaklaştırdığından toplumlar arasındaki kutuplaşma gibi düşmanlığı da arttırdı denilebilir. Mal, hizmet, teknoloji dolaşımı, iletişim, ulaşım kolaylıkları açısından dünya küresel köye dönerken, ne dünya ahalisi dilinden rengine, dininden imanına, taşından toprağına kadar ayrılık sevdalısı, farklılık delisi olmaktan vazgeçti, ne de maddi zenginliği arttıkça hırsı da, bencilliği de büyüyen egemenlerin geçmişteki “Haçlı Savaşları” gibi bugün vekalet savaşlarını kullanmasına son verilebildi. Kısacası hegemonya mücadelesi, silahlanma yarışı, şu veya bu kılığa bürünerek sürüp giden çıkar savaşları azalmayıp artarken, ekonomik gelişme ve zenginlik göz kamaştıracak bir noktaya varsa da açlık, yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik ve adaletsizlik gibi rezillikler de önlenemedi.

Kapitalizmin küreselleşmesi,  her ülkenin küresel piyasaya  katılmasının yolunu açtı kuşkusuz; ama bedeli de büyük oldu. Ekonomilerin kırılganlığı arttığı gibi, ulus devletin sosyo-ekonomik açıdan dengeleyici rolü de kayıplara karıştı ki, ucu demokrasiye çıkmakta… Kamu hizmetleri piyasalaşıp sosyal harcamalar azalınca, işgücü piyasası esneklik namı altında çok daha güvencesiz hale gelince ve küresel tehditler nedeniyle siyasal partilerin birbirinden pek farkı kalmayınca siyasal demokrasi ona en çok ihtiyaç duyanlar için işlevi kalmadı. Kendi gitti, adı kaldı yadigar!… Sonucun ne olduğu da biliniyor; artan güvensizlik ve korkularla milliyetçi, şoven, ötekine düşman politikalara yer açılırken, popülizmden başka siyasetin de şanşı kalmadı. O nedenle birçok ülkede aşırı sağ yükselmişse, bunun nedenlerini güvensizleşen dünya ile toplumsal işlevi elinden alınan ulus devlet,  kadükleşen demokraside aramak gerekir.

Sol açısından ise küreselleşme “emperyalizmin kod adı” olarak niteleniyordu ki, haksız değillerdi. Tepedeki yüzde 1’in dünya gelirinin yarısına sahip olduğu, savaşların bitmediği, işsizlik ile yoksulluğun önlenemediği, küresel ve toplumsal eşitsizliklerin tırmandığı küresel bir imparatorluk!… Bunu sürdürmenin araçları da hazırlanmış kuşkusuz. Bir yanda “oku adam ol, çalış senin de olsun” diyen “Amerikan Rüyası” gibi supaplar her yerde, öte yandan yalnız uluslara değil ırk, renk, cins, etnik köken, dinsel farklılıkları, sosyo-ekonomik eşitsizlikleriyle bin bir parçaya bölünmüş bir dünya… Bir yanda düzene teslimiyetin nimetleri, öte yanda sorumluların görünmez kılınması…  Bir yanda teknolojik oyuncaklarla teknolojik manipülasyonlar, öte yanda insandan uzaklaşan kararlar ile artan acizlik!…

Yine de, tüm handikaplarına karşın, insan kim, insanlık nerede sorusu her zamankinden çok bizi/insanı bekliyor!… Küresel sorunların olduğu, küresel çözümlerin gerektirdiği bir dünyada yaşıyoruz; bu çözümler de “insanın ve insanlığın” yeni bir hamle yapması, kendisine yeni bir aydınlanma yolu açmasını gerektiriyor; tabii, yeryüzün ve kendisi için umutlu bir gelecek istiyorsa!… Bu açıdan küreselleşmenin, bütün günahlarına karşın, karşılıklı bağımlılık, benzeşen yaşamlar, artan iletişim ve bilinçlenme olanaklarıyla aynı zamanda bir çıkış noktası olduğunu düşünmek anlamlı görünüyor. Bazılarının iddia ettiği gibi küreselleşmeyi geriye döndürmek, ulusal sınırlar içine kapanmak artık mümkün değil; bugünkü teknolojik gelişme bile buna izin vermez. Bu nedenle çıkış yolunu, küreselleşmenin eksik kalan boyutlarını tamamlamakla, bir başka deyişle küreselleşmeyi aşağıdan, insandan yana değiştirmek gibi küresel bir bilinç ve küresel bütünlüğü amaçlamakla bulabiliriz. İnsanlığın tüm çeşitliliğine rağmen tek ve aynı olduğu, aynı gezegeni paylaştığı, herkesi etkileyen ortak küresel sorunları olduğu konusundaki bir farkındalık ve bilinç geliştirebilir ve buradan ortak ve bütünlükçü arayışlara yönelebilirsek küreselleşme de, insanlık da değişebilir… 

Zor ama insanın “şeyleşmekten“ çıkması, yeryüzünün ve insanlığın kurtulması  buna bağlı; radikal bir zihniyet ve bilinç değişikliğini getirecek yeni bir hayal ve düşünsel devrime…

İnsanlığı tek bir “insanlık ailesi”, yeryüzünü “Anavatan”, vatandaşlığı “yeryüzü vatandaşlığı” yapacak ” bir hayal ve devrim !…

Evet iddialı bir hayal ama geçmişte bir avuç soylu karşısında doğuştan gelen lanetlerle sarılı,  birilerinin malı /kölesi olmaktan kurtulamayan insanın doğuştan hakları olduğu, eşit ve özgür doğduğu düşüncesi de hayal değil miydi? İnsanın kutsallıklar ve aşamadığı kastlarla çevrili olduğu bir dünyada, insanın eşit ve özgür doğmasından söz etmenin devrimci niteliği yok muydu? Bu düşünce ile başlayan hak anlayışıyla, temel insan hakları,  siyasal haklar, sosyo-ekonomik haklar, kadın hakları, çevre hakları ve arkasından gelen daha birçok haklarla bir haklar zinciri yaratıldığı biliniyor.  Bu hakların bugün bile ne kadar gerçekleştiği sorgulanabilir ama ilk olarak bu haklar artık yadsınamaz bir kabul görmüş durumda, ikinci olarak değişmesini istediğimiz de zaten bunların gerçekleşmemesi ve gerçekleşmemesine yol açan koşular değil mi?

Dolayısıyla Batı’da insan haklarıyla yaşanan “aydınlanmayı” şimdi tüm haklar ve tüm  insanlık açısından geçerli hale getirecek bir “aydınlanmayı” neden hayal  etmeyelim?

Küresel ya da yeryüzü vatandaşlığı

Aslında Türkiye’de pek konuşulmasa da, “global vatandaşlık” kavramı epeydir dünyanın gündeminde. Türkiye’nin can yakan derdi çok olduğundan başını yukarı kaldırıp dünyaya, dünyanın geleceğine bakan pek olmuyor; dünyadan konuşulduğunda da, “zenginin malı züğürdün çenesini yorar” misali, ABD, Çin, Trump, Merkel, Macron gibi egemenler arası hikayeler de bizi atıl bırakmakta.

Kuşkusuz “global ya da küresel vatandaşlık” kavramı henüz netleşmiş değil; bu alanda verilen eğitim konusunda da kafalar karışık; farklı amaçlarla farklı eğitimler ortaya çıkabilmekte. Yine de bu çabalar, Batı’nın yüzyıllar öncesine giden dünyayı anlama, çözümleme ve yönetme alışkanlığı ile küreselleşen dünyayı sorunları ve olanaklarıyla anlamak ve olası yanıtlara hazırlık yapmak istediğini ortaya koymasıyla önemli… Bu konuda farklı yorumlar yapmak da mümkün; bir yandan küresel vatandaşlık gibi bir duyarlılığı gündeme getirip yerleşmesi için çaba harcamaları takdirle karşılanabilir; öte yandan her zamanki uyanıklıklarıyla bu yöndeki gelişmeleri kontrol etmek istedikleri söylenebilir. Ancak dünyanın geri kalanının kendi dünyalarında eşelenmekten öteye geçemeyişleri ve aslında gelişmekte olan dünyanın daha çok ihtiyaç duyduğu siyasal ve ekonomik düzenin değişmesi konusunda bir varlık ortaya koyamamalarının bütün suçu da onlara yüklenemez.

O nedenle, 90 sonları, 2000 başlarından buyana BM, AB ve Oxfam gibi uluslararası kuruluşların gündemine girmiş olan “küresel vatandaşlık” kavramı ve bu kavram çerçevesinde insanlığı birbirine yakınlaştırmaya, küresel dayanışmayı arttırmaya yönelik küresel vatandaşlık eğitimlerini dikkate almak gerekiyor. BM Genel Sekreterliği tarafından 2015 Milenyum Hedeflerine paralel olarak 2012 yılında Küresel Eğitim Girişimi adını alan (Global Education First Initiative) program, Unesco tarafından desteklenirken, bu programla en başta dünya sorunlarıyla ilgili (world-minded) ve bu sorunlara çözüm üretecek gençler yetiştirilmesi fikri öne çıkmakta. Avrupa’da birçok ülkede küresel farkındalık, küresel öğrenme, küresel eğitim başlıkları altında uygulamaya konan programların, küresel bir dünyada yaşayacak ve çalışacak olanların ihtiyaç duyduğu becerileri kazandırmaya yönelik pragmatist yanları olsa da, böyle bir eğitim ihtiyacı duyulmasının önemi yadsınamaz.[7]

Farklı eğitim düzeylerinde uygulamaya konulan “küresel vatandaşlık eğitimi” (KVE) programlarının değerlendirilmesine yönelik birçok araştırma da yapılmakta. Örneğin, bu eğitimlerin, çoklukla küresel eşitsizlik ve adaletsizlik gibi konularda bilinç ve duyarlılık gelişimini amaçlasa da liberal yaklaşımlarla eleştirel olmaktan uzak kaldığı, özellikle milliyetçi duyguların öne geçtiği ülkelerde ulusal vatandaşlığa rakip olarak algılandığı yolunda eleştiriler gündeme gelmekte:[8] Bu eğitimlerin Batı’nın sömürgeci geçmişini ortaya koymaktan kaçınmayacak biçimde daha eleştirel olmasını isteyen görüşler de var ki, aslında Batı dışındaki ülkelere düşen görevi hatırlatmakta.

Küresel vatandaşlık kuşkusuz bugünkü vatandaşlık anlayışından farklı bir anlayışı davet etmekte. Bugünkü anlayış içinde vatandaşlık, ulusal sınırlar içinde bir topluma aidiyet ile haklar ve sorumluluklar getiren bir bağ olarak düşünülürken, küresel vatandaşlık daha çok küreselleşen dünyaya yakışır ve dünyayı ve insanlık ailesini bir bütün olarak görmeyi hedefleyen bir bilinç, duyarlılık ve sorumluluk olarak tanımlanabilir. Bu düşünceyi haklı kılan dört boyuttan söz etmek de mümkün:[9] Bunlar, insan ırkına üyelik, aynı gezegeni paylaşma ve ona karşı sorumlu olma, herkesi bağlayan ahlaki yasalar, dünya hükümeti yönündeki gelişmeler olarak sıralanabilir. Bugün için yeryüzüne bağlılık ile insanlık ailesine aidiyet konusu kabul etmeye daha yatkın olduğumuz söylenebilir. Buna karşın, dünya hükümeti gibi daha çok kozmopolitlerce savunulan bir gelişmenin gerçekleşmesi bir yana istendiğini düşünmek bile zorken, herkesi bağlayan ahlaki yasalardan söz etmenin kolay olmadığı da ortada.  

Yine de, dünya birbirine benzer hale gelir, ortak sorunların çözümü için karşılıklı bağımlılığın kabulü ve ortak politikalara ihtiyaç  olduğu her gün daha anlaşılırken, bunları tartışmaya açacak ve bu konularda duyarlılık ile bilincin gelişmesine hizmet edecek küresel vatandaşlık anlayışı ve bu yolda eğitimlerin önemi yadsınamaz. Kaldı ki, küreselleşen kapitalizmin varlığını sağlama almak üzere oluşturduğu birçok uluslararası kuruluş var, etkileri de ekonomik alanı aşmakta. Öyleyse, küresel ısınmadan ekonomik büyümeye, teknolojik gelişmelerden insan haklarına, vergi cennetlerinden refah harcamalarına, gıda güvenliğinden işsizliğe kadar insanlığı etkileyen sorunlar karşısında ortak hedef ve politikaları hayata geçirmek üzere uluslararası kuruluşlar neden devreye girmesin? Ya da Birleşmiş Milletler ‘in kuruluş amacına uygun olarak yeniden örgütlemesi neden düşünülmesin? Kısacası bir dünya hükümeti kurulmasa da, küresel sorunlar karşısında küresel hareket etmek ve bunu sağlayacak örgütlenmeler düşünmek mümkün. Hatta, hükümetler devam ederken, Avrupa Parlamentosu benzeri, -orada da üye ülkeler ayrı devlet ve hükümet olarak varlıklarını koruyorlar- tüm ülke vatandaşlarının doğrudan seçimiyle gelecek küresel bir parlamento neden olmasın?

Söylediklerimin hayal yanı üzerinde durulması da pek doğru görünmüyor. Yukarıda hep değindiğim gibi, herkes için daha iyi bir dünya hayalinin var olan koşullarda ve buna sebep olanlar aracılığıyla kurulamayacağı ortada; hayal gibi görünen, aykırı gelen düşüncelerden yola çıkmak gerektiği gibi, geleceği için kaygılanan insana başvurmaktan başka yol da yok. Dünya siyasetini bu yola döndürmek insana düşüyor; küresel vatandaşlık eğitimleri de bunun küçük bir adımı olabilir.


[1] Rosi Braidotti (2019)  “İnsan Sonrası, Pek İnsanca: Bir Posthümanistin Anıları ve Emelleri”, Cogito, 95-96, Kış 2019.

[2] Yuval Noah Harrari (2016) Homo Deus: Yarının Kısa bir Tarihi, Kollektif Kitap, İstanbul.

[3] D. West  1998), Kıta Avrupası Felsefesine Giriş (çev. A. Cevizci), Paradigma; İstanbul.  H. Marcuse (1975), Tek Boyutlu İnsan  (çev. A. Timuçin) May Yay. İstanbul. Z. Bauman (2005), Bireyselleşmiş Toplum (çev. Y. Alogan), Arıntı Yay. İstanbul

[4] Solun kitlelere ulaşamaması da bunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir ama solun bireyin bu meşruiyeti sorgulamasını sağlayacak bir söylem ve politika üretemediği de söylenebilir.

[5] Jose Saramago (2017),  Körlük (çev. I. Ergüden), Kırmızı Kedi Yay. İstanbul

[6] Meryem koray, “Sol insanlığa, insanlık sola muhtaç!…”, Birgün Pazar, 15.03, 2020.

[7] Vasileios Symeonidis, Towards Global Citizenship Education, Master’s Degree Studies in International and Comparative Education, No.36, Stockholm University, Mayıs 2015, http://www.edu.su.se/

[8] age, s: 50-51

[9] age, s: 22.

Ayırımcılıktan söz ederken, millet, din, mezhep, ırk, rengi bırakıp “yeryüzü vatandaşlığına” gelebiliyor muyuz!…

Geçen yazımda insanlığın yüzyıllardır süregelen ütopya ile distopya arasında salınımından söz etmiştim. Bu salınım bugün de sürdüğü gibi, insanlığı gelişmesi doğrultusunda ütopyalarla distopyaların hacmi de büyümekte. O nedenle, Chomsky’nin, korona salgınının ciddiyetini kabul ederken,” bu salgının en büyük iyiliğinin insanlığın nasıl bir gelecek istediğine dair düşünmesi olabileceğine” dair söylemini dikkate almakta yarar var.

Yarar var; çünkü yeryüzünü ve insanlığa daha umutlu bir gelecek kazandırmak için elimizde sihirli bir değnek yok.

Tek yapabileceğimiz daha iyi bir gelecek hayal etmek, bunu gerçekleştirmek için de günahlarımız ile sevaplarımızın gerçekçi bir muhasebesinden başlamak olabilir.

Kuşku yok ki, maddi ve teknolojik açıdan büyük gelişmeler gerçekleştirdi insanlık; ama gerçekleştirdiği “insanlık ya da uygarlığın” çok yerinden döküldüğü ortada. Bir yanda savaşları ve şiddeti, öte yanda açlığı, yoksulluğu eksik değil; bir yanda bölme, ayırma, dışlama konusunda yapmadığı yok; öte yanda bunca gelişmeye karşın ne yeryüzünün vazgeçilmezliğini, ne de aynı insanlık ailesini paylaştığını anlayabilmekte.

O nedenle daha iyi bir gelecek adına aklımıza çok şey gelse de, ilk adım olarak, yeryüzünün vazgeçilmezliği ile savaşa/ şiddete/ayırımcılığa son vermenin gerekliliği ile başlamak yanlış olmasa gerek.

Örneğin elimizde tek bir gezegen var; buna karşın bu güzelim yeryüzüne yaptıklarımızı düşünün!… Kirlenmeyen yanı kalmadı; canlı olduğunu, yaşama can verdiğini unuttuk; arsız çocuklar gibi üstünde tepiniyoruz. Öyle bir tepinme ki, canına, canlılığına kast edilmekte!… Bilim insanlarının raporları, yeryüzünün yüzümüze çarptığı gerçekler bize neler yaptığımız anlatıyor ama bunlar, ne yazık ki, açgözlülük ile boş vermişliğimizi delip geçmekte yeterli olamıyorlar.

Yüzbinlerce yıl önce maymundan ayrılmayla başlayan insanlık hikayesi, beynin gelişmesi, elin kulanılması, teknik üretmesi, dil ve düşünce geliştirmesi gibi onu öteki türlerden ayıran özellikler nedeniyle ciddi bir yaratıcılık/gelişme hikayesi olduğu gibi, içinde çok sayıda insana yönelik yıkım hikayesi de barındırmakta. Dış görünüşlerimiz değişse de anatomik yapı olarak en özel hücreye kadar aynı türün çocukları olan insanlar, “ortak atalarını” unutup Habil ve Kabil ile başlayan kıskançlık ve husumeti yüzyıllardır, bin yıllardır sürdürüp götürmekteler.

Millet diyor, ırk diyor, din diyor, renk diyor, mezhep diyor ve birbirine saldırıyor; bazen yok etmecesine de olabiliyor bu saldırılar!… Onlarca yıl aynı mahallede, birçok ortak duyguyu paylaşan insanlar bile gün gelip etnik veya dinsel farklılık nedeniyle düşmana dönüşüp birbirlerine kıyabiliyorlar. Tüm bunların arkasında insana ait zaafları harekete geçiren güç ve çıkar çatışmaları olduğu biliniyor kuşkusuz; ancak insanlığın bir uygarlıktan söz edebilmesi için yol açtığı kırım ile yıkımın farkına varması gerektiği de ortada.

O nedenle, insan için, şu veya bu gücün yükselttiği davalarla bayrakların insan vahşetinin üstünün örtülmesine yaradığını görme zamanı geldi geçiyor diyebiliriz!…

Yalnız savaşlar da değil günahlarımız; yakın zamana kadar insanı köle yapan, köle olarak kullanan bir insanlık söz konusu. Bugün kölelik kalkmış olsa da, fuhuşa zorlanan çocukları, organ ticareti yapanları, insan kaçakçılığını, göçmenlik hikayelerini, savaşa zorlanan çocuklarla çalışsa da yoksulluktan kurtulamayan insaları düşündüğümüzde uzaya giden, akıllı evler üreten, organ naklini başaran “uygarlığımızın” altında bir dolu “barbarlık” yattığını unutmak mümkün değil.

Bu açıdan insanlığın “lanetli” bir ırk olduğu da söylenebilir!… Mesele de bu lanete son verebilmekte!..

İnsan maddi ve teknolojik açıdan geliştikçe laneti de artıyor!… Örneğin bugün insanın yeryüzü ve yaşam üzerindeki etkilerinin belirleyici hale gelmesi nedeniyle “insan (antroposan) çağı” gibi yeni bir çağa girdiğimizden söz ediliyor ama insan çağında insansız hava araçlarıyla kentler bombalanıyor; biyolojik silahlarla yüzbinler ölüyor veya sakat kalıyor; insan ırkını ve gezegeni mahvedecek nükleer silahlar ise tetikte, beklemekte!…

İnsan çağının yıkıcı nitelikte daha ne marifetler geliştireceğini de bilmiyoruz. Elimizde teknolojik gelişmelerin bir yandan silahlanmaya öte yandan piyasaya odaklanması gibi gerçekler varken, umutlu olmak da zor… Örneğin robotların devreye girdiği bir dünyada, en azından bir kısım insan için, savaşın gerçekliğinin unutulup bilgisayar oyunu haline gelmesi mümkün!

O nedenle, korona salgını sonrasında, “dayanışma” sözcüğünü ya da “hiç kimseyi arkada bırakmayacağız” sözlerini duyduğumda bunları düşünüyorum. Örneğin bu sözün bir anlamı olacaksa insanlığın ilk olarak savaşa son vermeye niyetlenmesi gerekmiyor mu? Savaşlarda ölenler Korona salgınında ölenlerden çok fazla; geride kalanları ise yakılmış, yıkılmış bir ülkede başka felaketler beklemekte; bombaların yalnız insanları değil yeryüzündeki yaşamı tehdit ettiği de ortada… Öyleyse gelecek için kaygılanırken, öncelikle silahlamaya ayrılan kaynaklara dur demeyi neden düşünemiyoruz? Oysa hem insanlığın hem dünyanın buna ihtiyacı var ve bu kaynakların salgına, işsizliğe, yoksulluğa, göçe karşı kullanıldığını düşünmek bile daha aydınlık bir geleceği müjdelemekte.

Evet, eşitsizlikleri, düşmanlıkları, farklılıkları kullanma yanlısı “atmacalar” çok bu dünyada!… Güçleri gibi manipülasyonları da çok… Yine de manipülasyonların çok zaman insanlar arasında sonradan oldurulmuş ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel farklılıklara dayanan inançlarla maya tuttuğu unutulamaz. Bugün de davalar bitmiyor; mayalar da hazır!… Hepimiz benzer sorunlarla boğuşuyor olsak da, kimi ekonomik üstünlüğü ve refahını yitirmek istemiyor; kimi dünya nimetlerindeki payını arttırma peşinde; kimi geride kalmışlığını düşmanlıkla telafi etmek derdinde; kimi korku ve kaygıları için günah keçisi aramakta, vs… Ayrılma/kavga etme nedenlerimiz hiç bitmezken, şimdi ABD ile Çin arasında büyüyen hegemonya ve paylaşım savaşı gibi, tüm dünyayı savaşa götürecek potansiyelimiz de az değil!

Kısacası, bir yandan ekonomik-teknolojik-toplumsal gelişmelerle, öte yandan ülke, millet, ırk, dine dayanan ayrılıklarla bin bir parçaya bölünmüş insanlık atmacaların “oyun alanı” durumunda… Açlık Oyunları’ndaki gibi dünyadaki Güç Oyunları da hepimizi düşmanlıkla çevirip canımıza okurken, bu oyunun asıl kaybedenleri de insanlık ile yeryüzü olmakta!…

Oyunu bozmanın yolunun, atmacalardan değil, insandan geçtiği kuşkusuz. Peki 21.Yüzyılın gelişmiş dünyasının insanı buralarda mı? Örneğin insansız arabaları, ev işlerini görecek robotları, ya da ne zaman yapılacağı belli olmasa da Mars’a yapılacak seyahati hayal ederken, çatışma değil paylaşma/dayanışma/işbirliği doğrultusunda kurulacak bir dünyayı hayal ediyor mu?

Sorunun yanıtı belli!… Bugüne dek dövüşmek, yarışmak, savaşmaktan yana olmuş milyarlarca insanın paylaşma, dayanışma noktasına gelmesini beklemek ancak “ütopya” olabilir. Günümüz dünyasının yol açtığı fay hatları, kışkırttığı bencillik ve acımasız rekabet düşünülürse bugün insanlığın”dayanışmacı” yaklaşımlara daha uzak olduğu da söylenebilir. Yine de birçok çevreden hoşnutsuzlukların ve korkuları arttığı, dünyanın değişmesi gerektiği, korona salgınının bunu iyice ortaya koyduğu yolunda söylemler gelmekte.

Bugün seçimle gelen diktatörlerden söz ediliyor, demokrasiden umut kesilmekte; birçok ülkede insan hakları, hukuk ve demokrasinin tepelendiği görülürken, korona nedeniyle artabilecek gözetim-denetim uygulamalarıyla otoriter yönetimelere fırsat doğacağı düşünülmekte; gelecek açısından umutsuz olanlar, güvensizlik duyanlar çoğalırken, gençler arasında umutsuzluk artmakta; son yıllarda gelişmiş ülkelerde bile ekonomik ya da siyasal nedenlerle sokağa çıkan insanlar var. Hepsi gelecekle ilgili kaygı ve korkuları anlatmaktalar.

İstediklerinin ilk olarak yaşamak için gereken maddi koşullar, güvenlik ve adalet olduğunu düşünmek de zor değil. Buna karşın ortaya çıkan tablo, bir yanda savaş ve yıkım, öte yanda baslı ve şiddet; bir yanda eşitsizlik ve adaletsizlik, öte yanda ayırımıcılık ve dışlama… Durmadan büyüyen yalan ve yozlaşma da bunlara eşlik etmekte!…

21. Yüzyılın gelişmiş dünyasında “insanlık hali” bu!…

Bu insanlık halini değiştirmek açısından insanın kendisinden başka bir özne düşünmek de mümkün değil. Bunun için bugünkü bencilliği ve hoyratlığından sıyrılıp yeryüzüyle ve insanlıkla ilgili devrim niteliğinde bir düşünce değişikliğine ihtiyaç var ki, bunun ardındandan ideoloji, ekonomi, siyaset, hukuk, toplum, kültürel anlamda insanlığı ya da uygarlığı değiştirebilsin…

Örneğin insanlığı tek bir “insanlık ailesi”, yeryüzünü “anavatan”, vatandaşlığı “yeryüzü vatandaşlığı” yapmaya götürecek devrimsel bir değişim!…

Ütopya tabii; ama hepimizin ütopyalara ihtiyacı var.

Korona günlerinde ütopya ile distopya arasında.

Korona belası devam ediyor. Bugüne dek 220 binden fazla insan öldü; 100 yıldır böyle bir felaketin yaşanmadığı dünyada korona salgının hepimizi afallattığı açık. Hani, uzaya filan gidiyorduk, organlar yeniliyor, ömrü uzatıyorduk derken, küçücük bir virüs çoğumuzda distopik bir etki yarattı denilebilir. Yol açtığı ekonomik çöküntüye anlamlı çareler bulunamazsa, distopya daha da gerçek olacak gibi…

Aslında insanlığın yeryüzündeki bu serüveninin “ütopya ile distopya” arasında salındığı düşünülebilir. Her çağda yaşanan ütopyalar ile distopyalar var ve zaman içinde ütopyaların bir kısmı gerçekleşirken, distopyalar da bitmemekte. Örneğin günümüzün en büyük distopyasının artan küresel ısınma ile yeryüzündeki yaşamın tehlikeye girmesi olduğu söylenebilir; bu konuda yeterli duyarlılığı gösteremezken şimdi bir de küresel pandeminin yol açtığı ve açacağı dsistopyalar karşısındayız. Belli ki, insanlık olarak öğrenmemiz gerekenler var.

Bugüne dek yazılmış ütopik veya distopik kitaplardan söz eden Ütopya Edebiyatı adlı kitaba göre, ütopya hem “olmayan” hem de “iyi yer” anlamında üretilmiş bir kavram. “Yaşama geçirilemeyecek kadar iyi yer” olarak düşünülen ütopyanın karşısında da “yaşama geçirilemeyecek kadar kötü yer“ olarak tanımlanabilecek “distopya” var.

İnsanlığın yeryüzündeki serüveni ütopyalarını gerçekleştirme arayışı olarak düşünmek mümkün. Belirli bir zamanda “yaşama geçirilemeyecek kadar iyi yer” olarak hayal edilen ütopyalar ilerleyen zamanlarda hayata geçebildiği gibi, her çağda ütopik yaşamların yan sıra distopik yaşamlar da eksik olmamakta. Örneğin Ortaçağda insan yaşamı doğduğu sınıfa belirlenirdi; asilzadeler doğuştan gelen imtiyazlara sahip olurken, köylüler de beylerinin, prenslerinin kulu, kölesi olarak ömür boyu çalışırdı. Bu nedenle Ortaçağda prenslerin ya da prenseslerin romantik aşklarını anlatan filmler hoşumu gitse de, bu romantizmin gerisinde koşuşturup duran, farkına bile varılmayan yüzlerce insanı düşünmeden edemem; yaşamları çalışmadan, itaatten, yine de hor görülmekten ibaret insanları!… Bir bakıma asillerin ütopik yaşamları, ötekilerin distopik yaşamlarıyla mümkün oluyordu da denilebilir. Tabii Ortaçağın distopyası bunlardan ibaret de değil; engizisyon mahkemeleri, cadı avları, yargısız hükümsüz ömür boyu zindanlara kapatılmak gibi nice distopya var bu çağda!.. i

Böyle bir dünyada her insanın eşit olduğu ve de hakları bulunduğu gibi bir düşüncenin “ütopikliğini” düşünün!… Söyleyenin deli sayılması kaçınılmaz! Çok şükür ki, her çağda insan için daha iyisini arayanlar, bunun mücadelesini verenler var; bu nedenle doğuştan gelen ayrıcalıklar gibi geçmişin haksız, hukuksuz daha birçok uygulaması bugün geçmişte kalmış durumda.

Örneğin kölelik her çağda vardı ve Amerika’da yakın zamanlara kadar sürdü. Büyük topraklarında köle kullanmaya alışmış ve dan vazgeçmek istemeyen Güney eyaletleri ile Kuzey arasında 1860’larda yaşanan iç savaşın nedeni de buydu. Savaşı kazanan Kuzey 1865 tarihinde köleliği kaldırdı; ancak ırk ayırımcılığı bir yüzyıl daha sürdü. Bu uğurda birçok mücadele verildikten sonra ancak 1965’de Anayasa’da yapılan değişiklikle eğitimden seçme- seçilme hakkına uzanan haklara kavuştular siyahlar. 1960’lardaki mücadelenin simge isimlerinden biri olan Martin Luther King’in sloganı da “Bir Hayalim Var” idi. Evet hayali ya da ütopyası vardı; tıpkı kendisini izleyen milyonlarca siyah gibi… Gerçi bugün bile bu hayalin ya da ütopyanın tümüyle gerçekleştiğini söylemek zor ama hayaller ve mücadeleler olmasa bugün başarılmış olanların da gerçekleşmemiş olacağını biliyoruz.

İnsanlığın ütopik arayışı bugün de sürüyor kuşkusuz. Ne var ki, ekonomik ve teknolojik gelişmelerin hak ve hukuk ve siyaset alanındaki gelişmelerin çok ötesine geçtiği, bir başka deyişle insanlıkla ilgili duygu ve anlayışın maddi gelişmelerin gerisinde kaldığını görmemek mümkün değil. Örneğin doğaya egemen hale gelen, teknolojik gelişmelerle yapay zeka ve algoritmalar dünyasına geçen, Harari’nin deyimiyle tanrılaşan insanın (Homo Deus) savaş, açlık, yoksulluk belaları gibi, tiranların yarattığı distopyalardan da kurtulamadığı ortada.

Bir zamanlar ütopya olan insan hakları, bugün hala milyarlarca insan için ütopya olmaktan öteye geçmiş değil. Kimi, açlık ya da yoksulluk içinde, kimi de düşündü konuştu diye hapishanelerde distopyalar yaşamakta.

Oysa, bugün “açıl susam açıl” benzeri masallar ile “kuş sütünün eksik olmadığı” sofraları önümüze serilmiş, marketleri dünyanın her yerinden gelen meyvelerle dolu bir dünya var önümüzde. Amerika’nın hamburgeri, Japonya’nın suşisi, Çin’in portakallı ördeği, Meksika’nın tacosu, İtalya’nın pizzası, Ortadoğu’nun falafeli, İspanya’nın paellası, Türkiye’nin döneri her yere ulaşmış durumda. Her şey dahil tatil köylerinde krallar gibi ağırlanmak da mümkün. Öte yandan cep telefonları, internet, akıllı evler, arabalarla yaşam hem zenginleşip hem kolaylaşırken, organ nakli yapmakla kalmayıp bioteknolojiyle sağlıksız organların yerini alacak yapay organlarla uzun ömürleri hatta “ölümsüzlüğü” hayal eder hale gelen bir insanlık söz konusu.

Ütopyalar için tek şart var; para!… Eh, o kadar da olacak diyebiliriz; masallarda prensesle evlenmek için Kaf dağını aşmak, ejderlerle boğuşmak gerektiği gibi bugün de kapıları açan anahtar para!…

Ne var ki, masalların gerçek olduğu bu dünyada insanın insanla savaşı ve şiddeti bitmiyor; savaşlar, ölüm ve sakatlıkların yanı sıra milyonlarca insanı yerinden etmekte. Örneğin, şimdi korona salgını nedeniyle 230 bini geçen ölümlere üzülüyoruz kuşkusuz ama yalnızca Suriye savaşında 600 binden fazla insanın öldüğünü ve bu insanların dünyada pek yankı uyandırmadığını unutamayız. Ölenler kadar yerinden yurdundan edilen insanların bitmeyen dramları da var. 2019 itibariyle dünyada 70 milyondan fazla savaş ve şiddet nedeniyle yerinden edilmiş, bilmediği topraklarda hayatta kalmaya çalışan mülteci var; 300 milyona yakın insan da başka ülkelerde tutunmaya çalışmakta; yollarda, denizlerde telef olanlar da ayrı…

“Kuş sütünün eksik olmadığı” sofraların dünyasında yüz binlerce aç, milyarlarca yoksul da var: Günde iki doların altında gelirle yaşamak durumunda olan 750 milyon, 3,2 doların altında geliri olan 2 milyara yakın insan, 5,5 doların altında bir gelirle yaşayan 3,3 milyar insan yaşıyor bu gezegende. Gelişmiş ekonomilerde bile zengin ve yoksul arasındaki aralık durmaksızın büyürken ulus devletler ve en geçerli sistem diye bellenen siyasal demokrasi işe yaramıyor; insan hakları neoliberal politikalar karşısında çaresiz, insanı sosyo-ekonomik koşullarıyla ele almak gerektiğini kabul eden sosyo–ekonomik haklarsa yok hükmünde!…

Özetle, insanlık, ekonomik ve teknolojik açıdan ne kadar gelişirse gelişsin, insan hakları, hukuk güvencesi, siyasal demokrasi gibi insanı onurlu bir yere koyan gelişmeler açısından yaya kalmış durumda. Doğuştan gelen ayrıcalıklar bitirildi ama onların yerini başka ayrıcalıklar aldı; yukarıda verilen birkaç örneğin de gösterdiği gibi distopyalar da devam etmekte.

Sevgili arsız yaşam..

Latife Tekin’in kitabının adı, “sevgili Arsız Ölüm” dür; bense bu yakıştırmayı yaşam için uygun bulmaktayım. Yaşam, gerçekten hem sevgilidir hem arsız!…Bunu görmek için taşların arasından fırlayan çiçeklere, her baharda fıkırdar gibi uç veren ağaçlara, yaşamak için verdiğimiz bunca mücadeleye bakmak yeter…

Bazen yaşamın bu kadar arsız olması canımı acıtıyor; daha doğarken ya da doğduktan sonra telef olan nice hayvan, nice bebek var; öte yandan 8 milyar bulan dünya nüfusu içinde yiyecek bulamayan, savaşlarda ölüp giden, sokaklarda kaybolan ne çok insan söz konusu ki, varlıkları sayılardan öteye gidememekte. İşte, Suriye’den Afganistan’dan kaçıp Türkiye’ye sığınan insanların durumu; şimdi de paket gbi başka yerlere sürülmekteler ki, resimlerini görmek bile can yakıyor. Savaş içindeki ülkelerle, mülteci kamplarındaki “yaşamı” düşünmek bile istemiyoruz ama oralarda da yüzbinlerce insan “yaşam” mücadelesi veriyor; yaşam onlar için de değerli… Kısacası, başka canlılar bir yana, “eşref-i mahlukat” sayılan insanın bile değeri duruma bağlı; kimi yük olarak görülüp insan olma değerini yitirmekte, hakkı da, yurttaşlığı da yok; kimi el bebek gül bebek bakılıp büyütülürken, kimi milyar dolarlarla oynamakta.

Kuşusuz yaşamın arsızlığını anlamak mümkün. Binbir tür içinde var olup devamlılığını sağlarken, tek amacı da telefatı dikkate alarak kendini garanti altına almak… Yani, şu veya bu türün varlığından çok, yaşamın sürüp gitmesi önemli; evrim dediğimiz değişim de bunun gereği… Kim koşullara uyum sağlıyorsa o yaşamaya devam ederken, yaşam da kendini böyle sürdürebilmekte.

Bu nedenle yaşamın çeşitlenmesi gibi değişim de zorunda… Cansız maddeden canlı maddeye, oradan insan türüne ulaşan yaşamın uzun yolculuğunun insanla sınırlı olmaması gibi, insanla bitmeyeceğine de kuşku yok. Yine de, insanın yaşam açısından çok farklı bir yeri olduğu düşünülebilir.

Herşeyden önce insan yalnız doğal değil, kültürel bir varlık; kültür de doğada olmayan birçok yaşamı ve yaratıcılığı barındırmakta. Bu nedenle, insan madde olarak sınırlansa bile, üretip yarattıklarıyla enerji olarak yaşamı hem değiştirdiği hem katmanlandırdığını düşünmek yanlış olmaz.

Hani yaşamın anlamını düşünür de, çok doyurucu yanıtlar bulamayız ya, yaşamın sonsuzluğu içinde insanın yaşam biçimi ile ürettiklerinin de bir değeri olup olmadığını düşünürüm bazen. Ancak bu düşüncenin korkutucu yanları da yok değil; yani, şiir, resim, müzik, edebiyat, bilim derken doğal yaşama kültürel bir boyut katan insan emeğinin bu yeryüzü ve insanlar için anlamı büyük; ancak insanın yaşama katkısı yalnız şiir, müzik değil, bir dolu barbarlık ve acımasızlık da… O nedenle yaşam insandan öğreniyor ve buna göre evriliyorsa, insanın yeryüzündeki yaşamı savaşları, şiddeti, yoksulluğu, adaletsizliği ile katlanılmaz hale getirmesi gibi yaşamın sonsuz enerjisine katkısının da olumsuz olma ihtimali var!…

Korkutucu değil mi!…Kimin ne olduğuna, nasıl olduğuna aldırmak da yaşamın işi olmadığından, aldıracak olan varsa, onlar da insanlar…

O nedenle Mevlana’nın şu sözünü hatırlayarak yaşamak gerekiyor; “Hayat, olması gerektiği gibi değildir, olduğu gibidir. Onu değiştiren yaşama biçiminizdir.”

Sonuç olarak,”iki arada bir derede” yaşarken, yaşamın arsızlığının aksine insanlık için, -en azından şimdilik-yaşayabileceği tek yerin yeryüzü, varlık ve güvenlik duyacağı tek anlayışın “insanlık” olduğunu bilere yaşamak gerekiyor sanırım.

İki arada bir derede…

Aslında “iki arada, bir derede” lafının hikmeti büyük.  Adına ömür dediğimiz, doğum ile ölüm arasında uzanan, kendi gerçekliklerimiz ile içinde bulunduğumuz koşullarca çizilen bir yolda yürüyoruz ya, bu yolu yürürken “arada” “kalmalarımız hiç bitmiyor. 

En başta, evrendeki “hiçliğimiz” ile kendi dünyamızdaki “beyliğimiz” arasında kalmaktayız. En yaman çelişki de bu!… Sonra, bir yanda aklımız ile duygularımız,  gerçeklerimiz ile hayallerimiz gibi kendi kendimizle, öte yanda “benle” dış dünya, bu dünyanın gerçekleri “arasında” kalmalar giriyor devreye… Yaşam denilen geçitte bu düğümleri çözmeyi becermek vezir etmez insanı ama iyi kötü yüzmeyi öğrenmek olur ki, boğulmaktan kurtarır… Yıllar geçtikçe her ikilem, her arada kalışla birlikte derenin debisi, suyun dönemeçleri arttığından yaşamak giderek rafting yapmaya benzer; her dönemeçte kayık değiştirenler, geriye dönenler de olur;  kendileri kalarak kıyıya ulaşanlar da…

Yine de, Candan Erçetin’in söylediği  şarkıdaki gibi, Elbette… 

Güneş her akşam batıp her gün doğuyorsa
Çiçekler solup solup tekrar açıyorsa
En derin yaralar kapanıyorsa
En büyük acılar unutuluyorsa
Neden korkulur hayatta söyleyin bana

Evet, ama öyle ama böyle derede yüzmeyi öğreniriz; öğrendiklerimiz ve yaptığımız seçimlerle de “insanlığın” yolu döşenir. Günümüz insanının (homo sapiens) 50 bin yıla uzanan tarihini de, işte, bu öğrendiklerimizle seçimlerimiz yazar… Ne yazık ki, uygarlıktan söz ettiğimiz bugün de savaşı, açlığı, yoksulluğu ve adaletsizliği sona erdiremediğimize göre,  öğrendiklerimizle seçimlerimiz yetmemiş demektir!… 8 milyara yaklaşan dünya nüfusu içinde ancak 1 milyar insan, hani “insan onuruna yakışır” yaşam deniliyor ya, öyle bir yaşam sürebiliyorsa aşağıdaki şiirdeki gibi, “insan aşkına” maruzatta bulunmak da kaçınılmaz.