“İyiliği Düşünmek” üzerine…[1]

 “İyilik” kavramı uzun süredir aklıma takılmış durumda; yanılmıyorsam BirGün’deki yazılarımdan birinde eksikliğini en çok hissettiğimiz şey diye de söz etmiştim “iyilikten”… Dünyanın hali ortada; fazla derine dalmasak ya da uzaklara gitmesek de dünyanın- daha doğrusu insanın- acımasızlıklarından kaçmak mümkün değil; savaşın belası, göçmenliğin azabı, işsizliğin yıkımı, yoksulluğun çaresizliği, kadınların, çocukların istismarı gibi acılar ve dertler her gün karşımızda. Küreselleşen dünyada her yerden gelen ve ardı arkası kesilmeyen kötü/acı haber ve olayların bombardımanı altındayken yalnız toplumsal değil küresel düzeyde de “dayanışma ve iyiliğe” ihtiyacımız büyük. Buna karşın, benciliğimizden mi, kendi dertlerimizin yoğunluğundan mı, bunca olumsuzluğun getirdiği yılgınlık mı yoksa aczimizden mi, bilemiyorum, yaşananlara tepkimiz çok zaman “ah ah, vah vah” dan öteye geçememekte.  İnsanlar hep böyle ilgisiz miydiler, yoksa değiştiler mi; ya da değişen insan değil de zaman mı? Ahir zamanların kötülüğü üzerine yazılan çok da acaba öyle mi?

İşte bu düşüncelerle Zülfü Livaneli ve Ayla Göksel’in “İyiliği Düşünmek” adlı derlemeleri çok ilgimi çekti; kitabı bu konuda düşünmeye davet olarak aldım ve okudum. Gerçi yazılanlar küresel dertler ve küresel çözümlerle pek ilgili değil ama “iyi“ ve “iyilik” kavramları üzerinden gözlüğü insanlığa kaydırmak zor değil. Kitabın ve yazıların bende çağrıştırdığı bazı düşünceler de oldu ki, kitap üzerine yazmamanı nedeni o!…

Kitapta, 15 ayrı yazıda felsefi yaklaşımlardan toplumdaki ”iyi” ve “iyilik” algısına, fizyolojik-psikolojik-davranışsal boyutlarından ekonomi politikalarına, savaş ve şiddet ortamındaki hallerinden medyadaki yansımalarına kadar birçok alanda ”iyi ve ”iyilik” tartışılmakta. Yazıların her biri ilgi çekici, anlamlı yazılar; her biri ayrı değerlendirmeyi de hak ediyor. Bunu yapamayacağım; ancak kafama takılan birkaç nokta var ki yazılanları bunlar üzerinden değerlendirmeye çalışacağım.

-Kafama takılanlardan birincisi, “iyiliği düşünmek” adını taşıyan kitapta  iyi” ve “kötü” üzerinde çok durulurken, “iyilik” konusunda oldukça yetersiz kalınması, ikincisi de  “iyilik” üzerine yazılırken onunla yakından ilgili “dayanışma“  kavramının ihmal edilmesiyle ilgili. 

Kuşkusuz birçok çalışmada olduğu gibi bu kitapta da meseleyi her yönüyle ele almak mümkün değil; yazarların seçimleri ve yorumları için de söylenecek söz yok. Öte yandan önemli olan bu yazıların uyardığı soru ve düşüncelerle yeni tartışmaların açılması ise, bunu başardığına da kuşku yok; benim yaptığım da tartışmayı sürdürmek zaten.

Ancak, “iyiliği düşünmek “gibi bir ad taşıyan bir kitapta, “iyilik” kavramı hem “iyi”den bağımsız olarak hem soyut olmaktan çıkarılarak ve bugünkü kaygılarla daha derinlikli düşünülüp tartışılmalıydı düşüncesindeyim. Örneğin “iyiliğin” yalnız kişisel bir eğilim/seçim olmadığı, aynı zamanda toplumsal-kültürel bir olgu olduğu yadsınamaz; buna karşın kitapta bugünkü toplumsal-kültürel koşullarla “iyiliğin” varlığı ya da yokluğu üzerine bir tartışmaya girişilmiyor. Yalnızca iki yazıda bu konuyla ilişki kurulup bir şeyler söylenmekte. Yeterli mi; orası soru işareti!…

Öte yandan “iyilik” kavramı “dayanışma” kavramıyla yakından ilgili. Birçok yazıda iyiliğin toplumsal yaşamla, iş birliği ihtiyacıyla ilgili olduğu dile getirilmesi de bunu ifade etmekte. O nedenle “iyilik” deyince insanların bireysel eğilimleri ve seçimleri kadar -hatta ondan önce-toplum halinde yaşamanın getirdiği “dayanışma” ihtiyacıyla doğrudan ilişki kurmak anlamlı olurdu.  Ayrıca dayanışma kavramıyla ilişki kurulsaydı hem iyiliğin temelini ortaya koymak ve “neden, niçin, kime iyilik gibi soruları” yanıtlamak kolaylaşır hem soyut olan iyiliğe daha somut bir içerik kazandırılabilirdi.

Buna karşın iyilik ile dayanışma kavramları arasında bu tür ilişki kuran pek yok; yalnızca Hakan Altınay Harrari’den aldığı alıntıyla “insanlığın başarısının sırrının rekabette değil, geniş ve esnek işbirliği mekanizmalarında yattığını” söyleyerek insanlığın gelişimi konusunda ileri sürülen bir tez olarak “farkındalık ve dayanışmanın” öneminden söz etmekte; “hakkaniyet bulguları” olarak adlandırdığı başlıkta da bununla ilgili oyun ve araştırma sonuçlarını konu etmekte.

Sonuç olarak, yazıların çoğunun “iyi ve kötü” kavramlarından yola çıktıkları ve “iyiliği“ de daha çok bireysel anlamda değerlendirmekten yana oldukları söylenebilir. Kuşkusuz hemen hepsinde toplumla ilgili değerlendirmeler de var; ancak ağırlık “bireysel” tutum ve davranışlarla ilgili… Kuşkusuz, iyilikten“ söz ederken, felsefedeki izleri, bireysel özellik ve seçimlerle ilgisi, dayandığı fizyolojik-psikolojik temeller gibi konuların irdelenmesi gerekli; bu açıdan bir sorun yok. Ancak bir de insanın toplumsal varlık oluşu var; toplumsal yaşamda dayanışma ve işbirliği ihtiyacı var. Örneğin uygarlığın gelişiminde itici gücü bireysel çıkar ile toplum arasında antagonizmaya bağlayan filozoflar bile (Kant), bu çatışmayı dengeleyecek sevgi, itibar güç ihtiyacından söz ederken, uygarlığın gelişiminde çatışmadan çok işbirliği ve dayanışmanın rol oynadığını düşünenler de az değil. O nedenle “iyilik” dayanışma ihtiyacıyla ilişkilendirilip tartışılabilseydi kavramın netleşmesi açısından olduğu gibi “iyiliğin” toplumsal-kültürel dayanaklarının gündeme gelmesi açısından da aydınlatıcı olurdu. Yine bu ilişki kurulabilseydi “insanlık/uygarlık ile iyilik (daha doğrusu dayanışma)” ilişkisi irdelenebilir ve günümüzdeki felaketler kadar neye ihtiyacımız olduğu da açıklık kazanırdı. Buradan bakıldığında, Kitapta “iyiliği” ekonomi politikaları, ekolojik tahribat, kapitalizm bağlamında ele alan yazılar olduğunu da söylemek gerek; ancak bunlarda da “iyilik ve dayanışma” ilişkisi aydınlanmış değil. 

Kitaptaki yazıları kısaca da olsa tanıtırken, yukarıda yer alan düşüncelerle yazı bağlamında bazı değerlendirmelere de gitmek istiyorum.

Lülfü Livaneli’nin “İyilik Kavramı Üzerine Düşünmek” başlıkla yazısıyla başlıyor kitap. Livaneli “iyilik ve kötülüğün” özünde “hayır ve şer” kavramlarıyla ilgili ve biraz zorlama kelimeler olduğunu söylerken,- bana göre bunlar çok yerinde bu sözcükler -iyilik ve kötülüğü insanın seçimine bağlamakta ve bu konudaki anlayışlar zamana ve topluma göre değişse de aklın yol göstericiliğini benimsemektedir. Günümüz toplumuna dair olumsuz  gelişmelere -şiddettin artması v e cezasız kalması gibi- yer verirken, bu meselelerle uğraşan ve sayıları az olmayan insanların, örgütlerin varlığını da “umut”  olarak değerlendirmektedir.

İoanna Kuçuradi, Platon, Aristo, Kant, Nietzsche, 20. Yüzyıldan Scheler ve Hartmann gibi filozofların insan ve eylemleri konusunda “iyi ve kötü” gibi değerlendirmelerinin neye dayandığı, neyi içerdiği, neyi ölçüt aldığına ilişkin açıklamalarda bulunurken, iyi ile kötünün bir gurupta oluşan değer yargılarıyla (farklı ahlaklar) ilgili olduğunu ifade etmekte. Kendisinin “iyilikten“ ne anladığını da, “kendisi istemiş  olsa yada olmasa, başkasının nesnel bir ihtiyacını, başta insan haklarıyla ilgili ihtiyaçlar olmak üzere” karşılamak olarak dile getirmekte.

Tanıl Bora, iyilik konusunda eleştirel ve kuşkucu yaklaşımıyla olduğu kadar iyiliğin“ sistemle ilişkisine değinmesi açısından da – onun gibi bir kaç yazar daha var- kitapta farklı bir yer almakta. “İyi” lafından şüphelenmenin güçlü bir düşünsel geleneği olduğundan söz eden Bora, bu konuda Nietzsche’den olduğu gibi, İncil’den, Yunan mitolojisinden, Brecht’ten örnekler verirken, bizdeki “iyilikten maraz doğar” veya “cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir” deyişlerini de hatırlatmakta. Kötülüğün de “iyi” si (iyi yalancı gibi) olabileceğini söylerken aslında “iyi” sözcüğünün yeterli olmayıp başka kavramlarla tamamlanması ihtiyacını hatırlatmakta.  Öte yandan “kimin için iyi” sorusu gibi, sistem eşitsizliği büyütürken “iyilikseverlik/hayırseverlik” faaliyetlerinin kanser hastasına aspirin vermekten ileri gidip gitmediği sorusuyla da “iyiliği” bireysel seçimlerin ötesine taşımakta. “Tuzu kurular hayatlarını sürdürürken ‘iyilik’ yaptıklarını düşünerek vicdanlarını rahatlatıyorlar” ya da “sistem diye bir sorunları yok” deyişleriyle en azından iyiliğin “hayırseverlik” gibi bireysel seçimlerden ötesinde bir şey olduğunu hatırlatmakta. Kuşkularına karşın, “neyin iyi, niçin iyi, kimin için iyi” olduğunu sorgulayarak ve iyiliğin göreceliliğini düşünerek,  “iyicil itki” ye dikkat çeken psikologları dinlemekten yana..  

Bekir Ağırdır, yazısında, KONDA’nın 2019 araştırmasının bulgularına göre toplumdaki iyilik ve kötülük algılarını yer vermiş. Araştırma sonuçlarına göre, toplumun çoğunluğu yardımsever tutumu benimsiyor olsalar da Suriyelilere yaklaşımda görüldüğü gibi ayırımcılığı aşamamaktalar. Ağırdır, bunlarla ilgili olarak, bireysel hayatında çoğulcu/iyiliksever olan toplumun ortak hayata gelince ikircikli olduğu, ortak hayatta korkular gibi tabular ve kutuplaşmaların ilişkilerden sakınmayı getirdiği yolunda değerlendirmeler yaparken, ülkedeki koşullara da değinerek toplumda iyilik tanımına ilişkin “olması gereken” ile “olan” arasındaki makasın açılması nedeniyle sürdürülemez bir duruma sürüklenildiğinden söz etmekte.

Yankı Yazgan, “iyiliğe” beyin/organizma ve davranış açısından bakmakta. Bu çerçevede, iyiliğin doğuştan mı, sonradan öğrenilerek mi olup olmadığını sorgulamakta ve nörobiyoloji ile davranış ilişkisi konusunda yapılmış araştırmalardan söz etmekte. Dikkat çektiği konulardan biri de, aile ve yaşam koşullarının çocukların iyi ve kötü davranışları üzerindeki etkileri… Haklı tabii; “ailedeki huzur ve güven ortamının yalnız kendisinin iyilik değil, iyilik doğurucu olduğunu” söylemekle de haklı, ne var ki, huzursuzluğun, çatışmanın, güvensizliğin, korkuların arttığı dünyayı ne yapmalı sorusu da bir yana bırakılamaz!  

Ahmet İnsel, değinmenin ötesinde sistemi konu eden yazarlardan biri… Ekonomi politikalarıyla iyiliği ilişkilendirdiği yazısına, ”iktisat düşününde iyiliğin yerine kötülüğün kurucu ilke olması“ gibi ilginç bir cümle ile başlıyor.  Mandaville’in Arılar Masalı’ndan başlayarak Adam Smith’in bireysel çıkar peşinde koşmayı ”ekonominin motoru” olarak gören yaklaşımına, oradan “faydacılık” felsefesine uzanan İnsel, kapitalizmin gelişmesiyle bencilliği, yararın (hazzın, karın)  maksimizasyonunu, çıkara dayalı ilişkileri esas olan liberal yaklaşımların yerleşik değerler haline geldiğinden söz etmekte.

İnsanlık serüveninde buna karşı gelişmeler de var kuşkusuz. İnsel de, özellikle 1950 sonrasında hem uluslararası hem ulusal düzeyde bir yandan insan hakları, öte yanda emeği koruma yönündeki gelişmelerden söz ediyor ve bu kazanımların “müşterek iyilik” gibi seçeneğin ortaya çıkması anlamına geldiğini söylüyor. Yazısının ilerleyen bölümünde bugünkü ekonomik düzenin yol açtığı ekolojik yıkımdan ve artık ihtiyaç duymadığı emeği “yeni kölelik” denilebilecek bir konuma sokmasından söz ederek, “müşterek iyiliğin” sağlanması açısından iktisadi boyutta hem kamu hem özel sektör örgütlenmelerine ihtiyaç olduğu, temel yurttaşlık geliri gibi yüksel gelirler için de makul düzeyde bir “azami gelirin” belirlenmesi gerektiği, geniş ve güçlü bir sosyal devlete ihtiyaç duyulduğunu dile getirmekte.  Vardığı sonuç, “iktisadi faaliyetin odak noktasının ‘ortak iyi’ olduğu bir yeni üretim, paylaşım ve tüketim düzenini hayat geçirmenin yeterli olmasa da gerekli koşul” olduğu yönünde.

-Kısacası İnsel, “iyilik” ile bugün egemen ideoloji ve kültür haline gelen ekonomik sistem arasında ilişki kurmakla “iyiliği” bireysel seçimlerin ötesine taşıdığı gibi, kötücül ekonomik sistemi gündeme getirirken aynı zamanda bugün “iyiliğin” neden zafiyet geçirdiğini de açıklamış olmakta. Yazdıklarıyla, “İyiliğin” toplumsal-kültürel bir olgu, teşvik edilebilen veya savsaklanan bir eğilim ve davranış olduğunu somut bir çerçevede değerlendirmemize yardımcı olduğunu düşünüyorum. O’nun sözleriyle, “yerleşik iktisat ideolojisinin İyi, Güzel ve Adil’in yerini Kötü, Sıradan, ve Adil olmayanın aldığı bir tahayyül dünyasını temsil ettiği” dünyada, -bu ideolojinin küreselleşerek sosyal-kültürel bir karakter de kazandığı düşünülürse- “iyiliği” bir değer olarak korumak ne kadar mümkün!… Mümkün olanın ne olduğu da ortada; gönlümüzden koptuğu kadar “hayırseverlik-yardımseverlik” yaparak günü kurtarmak!

Bu gidişata karşı durmak adına ortaya çıkan “dayanışma ekonomisi, kooperatifler, dayanışma sandıkları” gibi farklı örgütlenmelerden söz ederken “dayanışma “sözcüğüne yer veriyor ama, dayanışma kavramını söz ettiği “ortak iyi” ye dayalı iktisat faaliyetin bütünü için kullanması daha açıklayıcı olurdu diye düşünüyorum. Öncelikle, ekonomik faaliyetin odak noktasına alınmasından söz ettiği “ortak iyi” açıklanmaya muhtaç bir ifade; nedir ortak iyi? İkinci olarak, küresel, bölgesel, toplumsal, yerel ve insani düzeyde “ortak iyi” nin oluşması için dayanışmadan başka yol var mı?  Yani “ortak iyi”, var olan işlerin paylaşımından doğal kaynaklara, üretimden tüketime, gelir olanaklarından yaşam koşullarına uzanan ve yükün, sorumluluğun, nimetlerin yine “dayanışma” esasına göre paylaşımından başka nasıl somutlaşabilir?  

Hidayet Şefkatli Tuksal, Türkiye’de azınlıkta kalan “gayri-Müslümlerin” durumun eğildiği yazısında inanç özgürlüğüyle ilgili bütün yasal güvencelere karşın İslam’dan farklı bir din, inanç ve dünya görüşüne sahip olanların aile, iş hayatı ve sosyal çevre bağlamında baskı ve ayırımcılığa maruz kaldığından söz etmekte.  Bu ihlallerin ortadan kalkması açısından da, ”Müslüman olanlar ve olmayanların farkındalık” larını arttırmak için farklı gözlükleri denemek, “ötekini” ötekinin gözünden, dilinden görmek gibi çabalara ihtiyaç olduğundan söz etmekte ki, bilişsel ve duygusal duyarlılıklarımızın artması açısından daha birçok konuda buna ihtiyacımız olduğu söylenebilir.  

Ömer Madra ekolojik yıkıma dair görüşlerini paylaştığı yazısında “iyiliği “değil “kötülüğü” konu etmekte; haklı da, dünyada yaşam  olanağı elden gidiyor, bundan kötü ne olabilir!… Bu felaketin sorumluları olarak başta şirketler, medya, karar alıcılar olmak üzere “şeytan üçgeni” olarak adlandırdığı guruplardan, “fosil yakıt dinozoru” olarak adlandırdığı petrol endüstrisindeki devlerinin kazandıkları milyar dolarlık karlardan söz eder ve “küresel ısınmayı tutuşturan oksijen, para” dır derken, bu kötülüğü sisteme bağladığına da kuşku yok. “Dünya ölüyor filan değil, öldürülüyor ve öldürenlerin adları da adresler de belli” dediği yazıda üzerinde durduğu bir konu da kuşaklar arası “gelecek hırsızlığı”…

-Kendisiyle aynı kaygı ve düşünceleri paylaştığımı söylememe gerek yok. Fosil yakıt dinozorlarını yaratan kapitalist sistem; tanrılaştırdığı da para!… Ne var ki, bu günahın içinde biz de varız ve artarak devam eden karbon salınımını yalnız petrol endüstrisinin değil ekonomik büyümeden yaşam biçimlerimize kadar çok şeyden kaynaklandığı görmezlikten gelemeyiz; değişmesi gereken de hepsi!

Kemal Sayar, “iyi neye göre iyi, iyinin ölçüsü nedir” gibi sorulara yanıt arayarak başladığı yazısında “empati” üzerinde durmakta ve insan ırkının bakım verme, ilişki sürdürme kapasitesi olmadan kendini devam ettiremeyeceğini söyleyerek bunların sağlanması açısından “empatinin” vazgeçilmezliğine işaret etmekte. Günümüzde, uyum ve işbirliği yerine yarışmayı destekleyen bireyci kültür, buna ek olarak sosyal medyanın sosyalliği azaltan gücü nedeniyle empatinin tehdit altında olduğu bir dünya yaratılmaktadır. “Bencil güçlere ve piyasa güçlerine dayalı bir toplum zenginlik üretebilir ama hayatı daha değerli kılacak birliği ve karşılıklı güveni kesinlikle üretemez” diyerek günümüz toplumuna eleştirel bakan Sayar, kişiler arası ve sosyal olarak ikiye ayırdığı empatinin sosyal alanda gelişmesi için dünyaya geniş açılı lenslerle bakmanın gerekli olduğuna da değinmekte.

Nurcan Baysal, Diyarbakır’da, Irak’ta tanık olduğu olaylardan yola çıkarak savaş ve şiddet ortamında da iyi insanın ve iyiliğin bulunacağından söz etmekte. Şiddet, çatışma ve zulüm altında bile “iyiliğin” eksik olmamasını ise, bu koşullarda yaşamın anlamsızlaşması, insanın yaşamı anlamlandırmaya daha çok ihtiyaç duymasına bağlamakta.  İnsan, “yaptığı iyilikle aslında kendine iyilik yapıyor” diyor yazısında; şahit olunan kötülüklerin beraberinde gelen utanç duygusuyla baş etmek için iyiliğe tutunulmakta. İyilikle kötülük arasında gidip gelmenin kaçınılmazlığından ve bu tercihlerin akıldan çok yüreğe bağlı olduğunu da söylemekte.

Serdar Tekin, “iyiliğin” felsefi izlerini aradığı yazısında “ahlaki temeli “nedir diye sormakta. Aristoteles’ten başlayarak birçok filozofun iyiliği erdem, görev, çıkar, işbirliği ihtiyacı, sempati, empati, acıma, adalet, utanma gibi farklı insan özellikleriyle ilişkilendirmelerine değinirken, iyiliğin bireysel seçimlerle ilişkisini de sorgulamakta.  Bunun yanı sıra, “iyiliğin” siyasal anlamı olup olmadığı konusunu ele alarak, “iyiliğin, hak, eşitlik, özgürlük gibi siyasal bir kavram olmadığını, kötülüğün ise pekâlâ siyasal olabileceğini” söylerken, karanlık zamanlarda, özellikle kötülüğün örgütlü devlet gücü hâline geldiği, sıradanlaştığı koşullarda iyiliğin de siyasal bir karakter kazanabileceği düşüncesine gelmekte. “Karanlık zamanlarda iyiliğin farklı bir anlamı vardır; başkaları için bir şey yapmaktan veya dünyayı daha iyi kılmaktan çok, yargıda bulunma, suça suç deme ve suç ortağı olmamak haysiyetiyle ilgilidir bu anlam” diyor; “işte, ahlakın bu en bireysel anında siyasi bir münasebet kazanır ‘iyi’ ”….   

-“İyi” nin bireye, bireysel tercihlere bağlı olduğu konusunda bir sorun olmasa da, “iyiliğin” toplumsal ilişkiler içinde söz konusu olması nedeniyle her zaman “siyasal” olduğunu düşünüyorum. “İyiliğin” toplumsal-siyasal-kültürel ilişkiler içinde özendirilmesi de aksine küçümsenmesi, savsaklanması da mümkün. Zafer Köse’nin yazısında değindiği gibi, doğada var olan ayıklanma toplumda da bir biçimde sürüp gidiyor; hayata tutunmak için ne isteniyorsa onu edinmeye çalışıyoruz. O nedenle, bugün dayanışma ya da iyiliğin giderek gözden düşmesini yalnız günümüz bireyine bağlamak ne kadar açıklayıcı olabilir? Örneğin “homo-ecomicusları” çoğaltan, teşvik eden, ödüllendiren bir dünyada Bora’nın da dediği gibi “iyilik” daha fazla “enayilik” haline gelmiyor mu?

Hakan Altınay, insanın bencilliği ile işbirliğine yatkın özelliklerinden söz eden yazarlara değinerek, insanlığın hakkaniyet diye bir derdi olabilir mi diye sormakta! Bu soruya, insanın kendisine benzemeyenlerle birlikte müştereklerini idare etme becerisi olduğu ve muhatabımıza ihtiyacımız varsa düşmanlar arasında bile iş birliğine gidilebileceğine değinerek yanıt verirken, insanın medeniyet üretme kapasitesini de bu özelliklerine bağlamakta. “Rekabet merkezli kurumlar ancak dayanışma merkezli kurumlarla dengelenebildiğinden bunları ihmal etmek yerine, kötücülük ve adaletsizlik hayatın bir parçası ise, bunlara karşı ‘iyi niyet, dayanışma ve medeniyet üretme kapasitemizin artırtılması” gibi konulara ciddiye almak gerektiğini söylüyor.

-Katılıyorum; ancak medeniyet derken neyi kast ettiğimiz de önemli. Bugünkü gibi medeniyeti daha çok ekonomik-teknolojik gelişmelere bağlarsak, korkarım, “medeniyetin barbarlık” haline gelmesini önlemek zor olacak. Bugün ekonomik-teknolojik gelişmelere karşın insani değerlerin yerlerde süründüğü zamanlardan geçtiğimizi görmemek mümkün değil.  Öyle olduğu içindir ki, katlanarak sürüp giden teknolojik gelişmeler karşısında “teknoloji ve insanlık” konusu tartışma ihtiyacı duyulmakta.

Burcu Karakaş, medyada sürekli kötü haber verilmesinden yakınılması üzerinde durduğu yazısında, tahammülün azalıp ilginin kaybedilmesine yol açan haberlere karşı medyada açılan yeni alanlardan söz etmekte.  Gazeteci kötü haberden kaçamayacağına göre, “mış” gibi yapmak için değil, fakat politik bir direniş biçimi olarak işin iyi tarafına bakan haberlere ihtiyacımız olduğunu dile getirmekte.  Bu çerçevede, acı olayları vermekle beraber kötünün nasıl iyileştirileceğine dair ipuçları de veren bir yol izleyen “yapıcı veya çözüm odaklı gazetecilik” adını alan gazetecilik anlayışından söz etmekte.

Mehmet Ali ÇalışkanIn yazısı sivil toplum üzerine… Sivil toplum deyince akla en sık gelen “iyilik iddialı” sivil toplum guruplarının aslında bütün içinde % 5’i bile bulmadığını söylerken, bunları doğrudan yardıma, desteğe yönelen ihtiyaç odaklı kuruluşlarla hak eksenli kuruluşlar olarak ikiye ayırmakta. İyilik odaklı sivil toplum kuruluşlarına, devlet, şirket hatta kötülüğün sivil toplum temsilcileri olarak görülen sivil toplum kuruluşlarıyla temastan kaçınmaları ve “iyiliğin temsilcisi olma yanılsaması” içinde oldukları gibi eleştiri getiren Çalışkan, bu kuruluşların işlevlerini yerine getirebilmeleri için kendinden menkul iyilik kabulü ile yüzleşmeleri ve sorumluluk almaktan kaçmayan müzakereler girişmeleri gerektiği görüşünde.  

Son yazı Zafer Köse’nin… Yazısının başına Brecht’ten “İyi insan olacağınıza/Öyle bir yere götürün ki dünyayı/İyilik beklenmesin!” alıntısını alan Köse, “insanın iyilik ve kötülük yönünde bir iradesinden söz edilebilir mi” sorusuyla başlıyor. Havemann’ın kültürel niteliklerin elenmesi ve gelişmesi konusunda da doğadaki seçilim olgusunun geçerli olduğu görüşünden yola çıkarak, özetle, kötülüğü uygarlaşma sürecinde sağlanan ekonomik gelişmelerin yol açtığı eşitsizlik ile insanın ürettiği değer gibi kendine de yabancılaşmasına bağladığı söylenebilir.  Bugün ulaşılan aşamada insan kendi ürettiği artık değerin yönetimine katılmamayı yadırgamayan “evcilleştirilmiş insan” dır; kendi yaşam mücadelesine yabancılaşan insan doğadaki varlığını sürdürmesini sağlayan temel niteliklere de yabancılaşmıştır. Sonuç olarak, kötülük insanın doğasıyla değil, daha çok içinde yaşanılan koşullarla ilgili, kültürel bir olgudur. O nedenle, “yaşadığımız çağda insan kötülüğünden söz etmek kapitalizm eleştirisiyle birlikte anlamlı olabilir” demekte. İlginç bir saptaması da,  bugünkü yaşam koşulları insanı sürekli tehdit altında bırakır, gidişata uyumu gerekli kılarken, insanın da değerlerine aykırı yaşamak yerine tercihlerine uygun biçimde düşüncelerini değiştirmesiyle ilgili. Kısacası, insanın kendini doğrulamak adına , Köse’nin “Günaha çağrı” olarak adlandırdığı “kötülüğe mazeret üretimi” ne yönelmesi söz konusu. Son olarak, kapitalizm koşullarında insan türünün varlığını sağlayan iyi insan niteliklerinin yeşermesi mümkün olmadığından söz ederek, “kapitalizmin ya insan niteliklerini tahrip edip insanlıkla birlikte yok olacak ya da insanlık bu mücadeleyi kazanıp onu aşacağı için yıkılıp gideceğini” söylemekte.   

-Köse’nin, “iyiliği”   toplumsal-kültürel bir olgu olarak değerlendirmesi,  bugün insanın ürettiği değerler gibi kendine de yabancılaşması, düzene teslimiyeti ve bunun için mazeretler üretmesi gibi saptamalarına katılmamak mümkün değil. Bu noktada mazeret üretmesini kolaylaştıran koşulları da göz ardı etmemek gerek. Bir yanda acımasız rekabeti, bitmeyen ihtiyaç listesi, doyumsuzluğu ile bencilliği, çıkarcı davranışları, fırsatçılığı kışkırtan ve bu yolla insanın eşitsizlik ve adaletsizliklere karşı “körlüğünü” çoğaltan bir ekonomik sistem var. Öte yanda günümüz “makine” çağı ve bu çağda insanlar birbirlerinden çok makinelere (bilgisayarlar telefonlar) ilişki içinde; insanın insanla ilişkisini, bağını, ihtiyacını azaltan bu koşullarda “insanın insanla dayanışma” ihtiyacına da azalmakta; bir başka deyişle, kapitalizmin yol açtığı çıkar ilişkileri, kentleşmenin getirdiği yalnızlaşma makine çağında katlanarak çoğalmakta.. Nietzsche’nin sürü insanı artık doymaz bir tüketici olduğu gibi insanlığına yabancı, seyirci insandır demek yanlış olmaz. Seyircilik sürdükçe “insanlık-uygarlık” diye övündüğümüz şeyin “barbarlıktan “pek farkı kalmayacağını söylemek de yanlış olmaz.

 Sonuçta, insanı kuşatan bu koşullarda iyiliği bulmak gibi bunu değiştirecek insanı bulmanın da kolay olmayacağı da düşünülebilir. Bu açıdan karamsar olanlar da az değil… Yine de, nasıl ki, insan bugüne kadarki serüvenine toplumsal-kültürel-insani boyutta kazanımlar, gelişmeler katmışsa, bundan sonrası için de bir umut var. Tek yolu da daha çok insanı düşünmeye, fark etmeye katmaktan geçiyor sanırım. Covid-19’un yol açtığı salgın üzerine yazdığı yazıda Noam Chomsky’nin, yalnız pandeminin değil ekolojik yıkım, artan küresel-toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlikler, bitmeyen silahlanma yarışı ve teknolojik gelişmelerin yol açtığı ve barındırdığı tehlikeler gibi daha birçok küresel sorundan yola çıkarak, “koronanın iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi” olabilir demesini hatırlayarak,[3] umarım,

bu kitaplar, bu tartışmalar “düşünmelere” katkıda bulunur demek istiyorum.


[1] Zülfü Livaneli; Ayla Göksel (2020), İyiliği Düşünmek, İletişim Yayınları, İstanbul

[3] Noam Chomsky (2020), “Koranın iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi olacak”, Medyascope, http://medyascope.tv/ 4 Nisan 2020.