Büyük YAŞAM-Büyük VAROLUŞ-İnsani YAŞAM

Ülkede üzücü ve tartışılması gereken mesele çok ama uzun süre içinde yer aldığım bu tartışmalar artık kendini tekrar etmekten öteye gidemiyor.[1] Bu kısır gündemi konuşmak yerine yaşam, insan, insanlık, özgürlük, eşitlik, teknoloji gibi konuları yapabildiğim kadar tartışmak daha ilginç geliyor bana. Bu seçim, yaşın iyice kemale ermesiyle de ilgili olabilir… Artık bu durakta da başı sonu olmayan, yanıtı bilinmeyen, biraz gereksiz, biraz fantastik, biraz tuhaf düşünme denemelerinin sırası gelmemişse, ne zaman gelecektir!

Buradaki yazı da, kafamı uzun süredir işgal eden yaşamın anlamı gibi başı sonu olmayan bir konu… Bunun gibi sorular her zaman akla takılır ama yaşın ilerlediği, geçiciliğin daha yakından algılandığı, bir başka anlatımla nafilelik duygusunun gelip çöktüğü dönemde daha bir ağırlıkları vardır. Yanıtın olmadığını biliriz; yaşamda anlam aramak yerine yaşama kendimizce bir anlam katmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktur, onu da biliriz. Camus’un “varlığından kuşku duymadığın bir ‘ben’i kavramaya çalıştım mı, onu tanımlamaya, özetlemeye çalıştım mı parmaklarımın arasından akıp giden bir su oluveriyor” [2] deyişi gibi, bu sorular bizi boşluğa bakmaktan öteye götürmez. Bilime gelince bilmediklerimiz bildiklerimizden çok olduğu gibi, her gelişme noktası önceden bildiklerimizi sorgulanır hale getirmekte. Bilebildiklerimizi anlamaya/ anlatmaya çalışırken kuramdan ve Camus’un dediği gibi “imgelerden “öteye de gidemiyoruz!  Yaşamın büyüklüğü ile gizi düşünülünce imgeler ne ki!…

Oysa ben yaşama bakıp, “nedir bu hikmet-i vücut; nedir derdi” diye sormadan edemiyorum!… Mekânın ve zamanın sonsuzluğunu kaplayan bu varoluş, bu kadar tür, çeşit niyedir?  Niye hep daha fazlasını, daha gelişmişini doğurarak yoluna devam ediyor; önü, ardı nerededir? Nafile sorular biliyorum; yine de bunca bereketli, bunca heybetli, aynı zamanda bunca umursamaz olan yaşamın, bu kozmik enerjinin hepten anlamsız olup olmadığı sorusundan kaçmak kolay olmuyor. İnsanın bu çıkmaz sokaktan bir yaratan arayışına, Tanrı düşüncesine gelmesini de anlıyorum; bu bilinmezlikle yetersizliğin getirdiği uyumsuzluk ve tıkanıklıktan kaçmak ancak Tanrı düşüncesiyle mümkün.[3] Bense varoluşçu felsefeye yakınlık duyar, yaşama bizim anlam vereceğimizi kabul ederken Yaradan düşüncesiyle avunamıyorum; kaldı ki, inanç da sorulara yanıt vermiyor. Bu arada, acaba “sonsuz, sıfatsız Yaşam ile Tanrı aynı şey olabilir mi” diye sorduğum da oluyor!

Bir de, evren içinde insanın yeri, anlamı nedir sorusu var!… Milyarca yıl değişim geçirerek var olan, evren, galaksiler, dünya, insan, bakteri, canlı cansız her şeyi saran, her yerde nefes alıp veren bu sonsuz güç için bu zeki, gelişmiş varlığın ayrı bir anlamı var mı? İnsan varlığını, amaçlanmış bir gelişime mi, yoksa rastlantılara mı borçlu? Soruların inançla ilgisi büyük ama bilim açısından da önem taşımakta. Örneğin fizikçiler evrenin oluşumu, bugüne gelmesi, canlı bir yaşamın ortaya çıkmasının bir düzeni yansıttığı, bu noktaya ancak birçok gücün, maddenin özel şartlarda bir araya gelmesi ve aralarında hassas bir dengenin (uyumun) oluşmasıyla varılabileceğini kabul etmekteler. Örneğin Stephen Hawking, ”Bilim tarihi tümüyle olayların keyfi bir tarzda oluşmayıp, tanrısal olsun olmasın belli bir kurulu düzeni yansıttığının yavaş yavaş farkına varılışıdır “ diyor.[4] Bu kadar ayrıntılı, bu kadar hassasiyetle ayarlanmış bir varoluş söz konusuysa burada bir amaç olup olmadığı sorusu da kaçınılmaz… Ancak daha ilginç soru, bu noktaya varılmasında insanın rolüyle ilgili!… Tüm bu aklı dışı oluşum bu zeki varlık için midir; yoksa böyle düşünmek bilinmezlik içine sıkışmış insanın güçsüzlüğü ya da megalomanisinin sonucu mudur? İnancın yanıtını biliyoruz; evren bu şerefli mahlukat için var!… Evrenin varoluşunda insanın amaçlandığına ilişkin görüşler “zayıf ve güçlü insancı ilke” olarak fizikçiler arasında da söz konusu. Zayıf insancı ilke, “sonsuz evrende zeki yaratıkların gelişimi için gereken koşulların ancak uzay ve zamanda sınırlı, belli bölgelerde sağlanacağı” yönünde bir görüşü savunurken, güçlü insancı ilke tüm bu engin yapının bizim hatırımız için varolduğunu ileri” sürmekte.[5] Hadi bakalım!

Bunlardan hangisine yakınlık duyduğumu sorarsanız tek bir yanıtımın olmadığını söyleyebilirim. Örneğin Doğa’daki bolluğa baktığımda “insan ne ki” diye düşünmeden edemiyorum ama bunları kavrayan, kavramakla kalmayıp yeryüzünde başka bir yaşama hayat veren insanı düşündükçe bu farklılığı rastlantıya bağlamak çok da anlamlı gelmiyor!.. En azından evrenle insan arasında özel bir ilişki ve yakınlık olabileceğini düşünüyorum diyebilirim.

Aslında, insanın amaç olup olmadığı sorusundan çok, evrenin bütünü içinde var olan uçsuz bucaksız bir güç, bir enerji, bir yaşam olduğunu, bu yaşamın evren öncesinden sonrasına uzandığı gibi başka evrenler yaratabileceğine düşünmek daha ilgimi çekiyor. Bu sonsuz enerji ağına bir ad vermek, yaşam dediğimizde hemen aklımıza gelen insani yaşamdan ayırt etmek istiyorum; yeni, fevkalade, olağanüstü bir ad bulmaya çalışıyorum ama “büyük yaşam, büyük varoluş” dan başka bir şey bulamıyorum.  Anlama, bilme gibi sözcüklerimiz de yetersiz…

Büyük Yaşam aslında zamansız ama varlığını evrenin oluşumuyla başlayan uzay-zaman içinde düşünebiliyoruz ancak; bu büyük varoluş, sayısını bilemediğimiz, kendisini göremediğimiz trilyonlarca biçimli ve biçimsiz varlık içinde hayat bulmakta, kendisini sürdürmek için türlü kılıklara girerken devri-daim makinesi olarak ezelden ebede uzanmakta. Yaratılan bunca çeşit ve yığın içinde canlılara gelince onların yaşamı bir nebze de olsa algılamaları gibi farklılıkları var, sonu da görebiliyorlar. Yaşamın ise varlıkları ile sonlarına aldırdığı söylenemez; hangisine aldırsın ki!…

Bu aldırışsızlık üzer bazen beni… Bu açıdan Sonbahar başkadır; bu mevsimde yaşamın geçiciliği ile sonluğun hüznü her yerdedir… Sokakta yürürken önüme bir yaprak düşer hüzünlenirim. Yaşamın geçiciliğiyle ilgili bir hüzündür bu ama yalnız onunla da ilgili değildir; bir de yaşamın arsızlığı vardır…. Yeşilden kırmızıya dönmüş o yaprağın güzelliğini kimse görmez; onun gibi kimsenin görmediği, fark etmediği sayısız canlının varlığını düşünürsün; her sonbahar yaprağını döküp baharda yeşillenen ağaçları, bir iki günlük ömürleri olan hayvanlarla çiçekleri, basıp geçtiğin otları hatırlarsın… Hepsi yaşam zincirinin bir halkasıdır, doğar ve ölürler; sayısını bilemediğimiz, kendisini göremediğimiz, görsek de aldırmadığımız, bir dolu yaşam vardır böyle.

Hawking’in yukarıda yer verdiğimiz deyişini hatırlayarak, bu evrendeki varoluşun keyfilikten çok kurulu bir düzeni yansıttığını, yaratılan her varlığın bir yeri, bir nedeni, bir işlevi düşünmek de fazla işe yaramaz; bunca çeşitlilik ve bolluğun o sınırsız varoluş içinde “hiç” oldukları ortadadır. İnsan da bunlar arasındadır… Yine de yaşam denilen bu sonsuz, mucizevi güce hayranlık duymamak mümkün değildir. Sayısız tezahürünün elimizde kalan tek anlamı “yoklukla” eş olsa da,  “Sevgili arsız bir yaşam” söz konusudur! Latife Tekin’in “sevgili arsız ölüm”ü gibi… Bu mucizevi gücün, “sevgili arsız yaşamın” gizini anlamasam da gücünü, büyüklüğünü biraz olsun algılayabilmeye çalışıyorum diyebilirim.

Ne var ki, onu anlatmak için kullandığımız kavramları az çok anlasak da tam olarak algıladığımız ya da kafamızda canlandırabildiğimizi söylenemez. O nedenle, “Büyük Yaşam” diye basitçe adlandırdığım bu varoluşu, ucu bucağı, şekli şemali, önü ardı olmayan sonsuz bir devinim, sonsuz bir varoluş, sonsuz bir çeşitlilik olarak sıfatların ötesinde bir şey olarak düşünmek doğru olur gibi geliyor bana. Sonsuz diyorum ama sonsuzluğu net olarak algılamak, hayalde canlandırmak mümkün mü? sonsuzluğu nasıl algılayabiliriz!

Gök bilimcileri bazı rakamlar veriyorlar ama rakamlar da algılamayı kolaylaştırmıyor.  

Örneğin yalnızca “gözlemlenebilir evrenin” 93 milyar ışık yılı çapında olduğu tahmin edilmekte;[6] bu tahmin temelde bir cisimden yayılan ışık veya başka sinyallerin dünyadaki bir gözlemciye ulaşmasına dayanmakta. Bir ışık yılı dediğimiz mesafe 9,5 trilyon kilometre olarak hesaplandığından gözlenebilir evrenin çapı da 9,5 trilyonun 93 milyarla çarpımıyla bulunacak demektir!  Ne us ne hayal gücü yetiyor bu büyüklüğü anlamaya… Evrende büyük patlamadan sonra salınan ışığın daha dünyaya ulaşamadığı bölümler olduğundan, aslında büyüklüğünü bilemediğimiz bir kozmos içindeyiz.  Gözlenemeyen evren içinde ise daha neler var, onu da bilemiyoruz; gelecekte daha gelişmiş teknolojilerle bu bölümleri gözlemlemenin mümkün olduğu düşünülse de evrenin sürekli genişlemesi nedeniyle gözlemlenemeyen bölümler dünyadan daha da uzaklaşacağından hiçbir zaman görülememeleri mümkün.

Özetle, Çapı 12,742, ekvatordaki çevresi 40, 075 km olan bu küçücük gezegenimizin boyutlarını bile tam anlamıyla kafamızda canlandıramazken, sonsuzluk denilen şeyi bir sözcük olmanın ötesinde algılamak, evren hakkında konuşmak ne mümkün ki, büyük yaşam bu evrenin ötesinde!…

Sonsuzluğu gibi şekli şemalinin de sınırları yok yaşamın… Örneğin görünebilir evrende bile kaç galaksi, kaç güneş, kaç gezegen var bilmiyoruz.  Hubble Uzay teleskobu verilerine göre gözlemlenebilir evrende 2 trilyon galaksi, her galakside en az 100 milyon yıldız bulunduğu belirtiliyor:[7] Gökbilimci David Kornreich tüm evrende en az 10 trilyon galaksi olduğunu varsayıyormuş; her galakside Samanyolu’ndaki gibi ortalama 100 milyar yıldızın yer aldığını düşünerek toplam yıldız miktarını şu şekilde ortaya çıkarıyor:

1,000,000,000,000,000,000,000,000  (1’in yanında 24 tane sıfır var)

Daha adını bile koyamadığımız rakamlarla anlatılan bir uzay söz konusu; bu da yalnız gözlemlenebilir olan!…

Büyük yaşamın nefes alıp verdiği evreni bir yana bırakalım yeryüzünde bile, sayısı bir yana, kaç tür canlı olduğunu bilemiyoruz. Üstelik evrim tarihi düşünüldüğünde günümüzdeki türlerin var olmuş tüm türlerin yüzde 1’indan az olduğu söylenmekte: [8] Dünya üzerinde -yapılan son araştırmalara göre- 1.3 milyon hata payı ile 8.7 milyon ökaryotik (“karmaşık”/”gelişmiş”/zarlı hücre yapılı) canlı türünün, 100 milyondan fazla ise prokaryotik (“basit”/zarsız hücre yapılı) canlı türünün yaşadığı düşünülmekte. 10.500 kuş, 1 milyonu keşfedilmiş 5 milyon böcek, 45 bin balık, 82 bini bilinen 215 bitki, 43 bini bilinen 567 bin mantar türü olduğu belirtilmekte ki, bunların yanında 5.600 türü bulunan memelilerin ne kadar azınlıkta kaldığı ortada. 

Yaşamın önü ardı da yok… Evrenin nerede, nasıl başladığına dair en kabul gören Büyük Patlama kuramına göre, maddenin 13,8 milyar yıl önce aşırı sıcak ve yoğun bir noktada genişlemesiyle oluştuğu düşünülmekte. Bu patlama sonucunda bugün bildiğimiz uzay-zaman oluştu. Peki Büyük Patlama öncesi durum nedir; bilinmiyor! Hawking, Büyük Patlama öncesi gözlemlenemeyeceği, dolayısıyla bu andan öncesi için bilimin kuralları işleyemeyeceğinden o andan önceki olayların görmezlikten gelinebileceğini söylerken, zamanı da, “daha önceki zamanlar tanımlanamayacağı için, büyük patlama ile” başlatmakta:[9]  Aynı sayfada “Genişleyen bir evren bir yaratıcının varlığını dışlamıyor ama onun bu işi becerdiği zamana ilişkin sınırlama getiriyor” cümlesi ile de gözlemlenemeyen patlama anının öncesinin artık bilimin değil inancın işi olduğuna işaret etmekte. Evreni ve zamanı büyük patlamayla ilişkilendirsek de ondan öncesini bir hiçlik olarak düşünmek zor; o nedenle bu konularda çalışan fizikçilerin kimi itici veya çekici atomik elementlerden, kimi birbirine paralel bebek evrenlerden söz ederken, kimi de büyük patlamanın bir başlangıç değil daralan evrenin tekrar genişleme dönemine geçtiği an olduğunu söylemekte.[10] Henüz kabul görmüş bir kuram yok olmasa da evrenin öncesi olduğu kuşkusuz!…

Kısacası Big Bang öncesini de sonrasını da kapsayan bir enerjinin varlığını, sıfır noktasında da olsa maddeyi uzay-zaman yaratacak bir genişliğe ve değişime uğratan bir büyük gücü düşünmemek mümkün değil. Big Bang’den bu yana evreni genişleten gücün “karanlık enerji” olduğu da düşünülüyor:[11] Okuduğum makalede bundan ilk defa bahseden teorik fizikçininAlan Harvey Guth olduğu ve “Evren genişliyor ise bunun bir kaynağı olmalı!” dediğinden, gözlemlenemeyen ama “var olduğu” düşünülen bu kaynağın da “karanlık enerji” olduğundan söz edilmekte. Aynı yazıda evrenin sonu için de genişleyip parçalanmasından “ısı ölümüne”, içine çökmesinden yeni bir evren oluşumuna uzanan birçok kuram var.. Karanlık madde ve karanlık enerjiye ilişkin bilgiler arttıkça farklı senaryoların ortaya çıkması da bekleniyor.

Sonuç; evreni başlatan ve bitirecek olan bir yaşamsal enerji, bir büyük yaşam var!… Karanlık mı aydınlık mı onu bilemiyoruz ama büyük yaşamın değişik bir formatından başka bir şey olabilir mi?

Ne astrofizikçiyim ne de fizyolojist; evrenin başlangıcı veya sonunu açıklamaya çalışan bu görüşler üzerine bir yorumda bulunmam mümkün değil; böyle bir iddiam da niyetim de yok. Ama okuduklarım, bana büyük yaşamın evrenle sınırlı olmadığını, varlığının evrenin oluşumuna yol açması gibi dünyanın ya da evrenin sonunu da getirerek başka yaşamlara hayat vereceğini söylüyor ki, adsız, cisimsiz, önsüz, sonsuz “sevgili arsız yaşama” ilgim artıyor!…  

Önü ardı olmayan, şekli şemali bulunmayan, ucu bucağına erişilemeyen bu büyük yaşamın, yaşamsal gücün evrimi de büyüleyici…  Gazdan, ısıdan evreni yaratmakta,  evren içinde cansız maddeden canlı maddeye, tek hücreden çok hücreye, sonunda insana uzananı bir evrime yol açmakta; evrimleşme sürecinin daha nelere yol açacağı da bilinemiyor; açık uçlu bir denklem…  Heyecan verici değil mi? Can verdiği her yaşam alanında trilyonlarca başka canlı da hayat bulmakta. Örneğin insan vücudunu oluşturan insan hücreleri 30 trilyon civarındayken, bu vücudun 39 trilyon insan dışı hücre (bakteriler, virüsler, mantarlar, tek hücreli canlılar, mikroplar gibi) barındırdığı anlaşılmakta ki, insan vücudu “mikrobiyata metropolü” olarak adlandırılmakta. [12] Evren içinde ”hiç” diyebileceğimiz insan vücudu mikroplar, bakteriler için bir evren!

Ya insan; kendini yalnız dünyanın değil, evrenin merkezine oturtan insan!…  

İnsanı, evrenin, kozmik yaşamın bir amacı olarak görmesem de özel bir yeri olduğunu yadsıyamıyorum. Evet, evren bir yana, yeryüzündeki yaşamın sonsuzluğu düşünüldüğünde bile insan yaşamı niceliksel anlamda bir “hiç”; ama yeryüzündeki evrim halkasında bir son olarak cüssesinden büyük yeri olduğu ortada. Farklılığı veya özelliği de, yalnız zekasından değil, bu zekanın yaratıcılığından gelmekte. Yarattığı uygarlıkla yeryüzünde baskın duruma gelmiş bir canlı türü söz konusu; bu tür, doğal yaşamın dışında “insani yaşam diyebileceğimiz “toplumsal-kültürel bir yaşam” yaratmış, dünyayı “insanlaştırmış durumda!… Yeryüzünde artık bilim, tarih, teknik, sanat gibi insan yaratımı ve üretimiyle biçimlenen bir “insan dünyası” var ve bu dünya doğal yaşamın ötesinde/üstünde bir gerçeklik kazanmış durumda.  Yaratılan kadar yaratıcı konumunda olan insanın yapay zekâ, gen teknolojisi gibi alanlardaki iddiaları düşünülürse yaratıcılığının daha farklı yaşam alanları açması da beklenmekte.

İnsan yaratıcılığı, ”doğayı mı taklit ediyor; yoksa ondan farklı mı” sorusu da aklıma düşmüyor değil. Doğanın bir varlığı olarak insanın kendi ürettiği yaşamın doğasından izler taşıması kaçınılmaz ama bunun ötesi olduğu da kuşkusuz.  Hayır, yaratıcılığının boyutlarını ya da niceliğini konu etmiyorum; niteliksel anlamda doğadan farkı ne? En dikkati çeken farklılığı, sanırım, insani yaşamda doğayı aşmak, büyük yaşamın vurdumduymaz özelliğini değiştirmek, “türüne sahip çıkmak olarak adlandırabileceğimiz çabasında…  Bu sahip çıkmanın toplumda yaşamak, dayanışmaya ve işbirliğine ihtiyaç duymakla ilgili olduğu kuşkusuz. Ne kadar değiştirebildiği meselesi tartışmalı olsa da “insanlık” diye yücelttiğimiz kavram bu çabalarla ilgili.

Kant, insanın hem doğal hem toplumsal bir varlık olduğunu, bu nedenle beni veya doğası ile toplum halinde yaşama ihtiyacı arasında bir karşıtlık (antagonizma) yaşadığından söz ederken, bu antagonizmayı doğanın insanın yeteneklerinin gelişmesini sağlamak için kullandığı araç olarak da nitelendirmekte:[13] Antagonizmanın insanın gelişmesi için itici güç olduğunu söylerken, toplum haline yaşamanın getirdiği şeref, itibar, güç, sevgi, saygı, destek, işbirliği gibi ihtiyaçlar, değerler veya zorunlulukların bu çatışmada beni (doğayı) sınırladığını ileri sürmekte. Akla yatkın… Bu ikisi arasındaki çatışmanın çözümü zaman, yer, kişi ve koşullara göre değişirken, yalnız bireyin değil insanlığın gelişiminde de bunun rol oynadığını ve çatışmanın insandan, toplumdan, birlikte yaşamaktan yana çözülmesinin insani gelişme yönünde ilerlemek anlamına geldiğini düşünebiliriz. Örneğin köleliğin sona erdirilmesinden sınıfsal mücadelelere uzanan hak arayışlarını, insan hak ve özgürlükleri, demokrasi gibi kazanımları bu bağlamda görmek mümkün.

Kısaca söylersek, uzun mücadelelerle sağlanmış özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi değerler, insanı güçlü olana karşı koruyacak insan hakları, demokrasi, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, laiklik gibi kurumlar, sosyal devlet gibi bir ölçüde de olsa eşitlik ve adaleti sağlamaya yönelik gelişmeleri insani yaşamı doğadan ayıran temel özellikler olarak görmek mümkün. Bunlar, doğadaki vurdumduymazlığın tersine, “insanın insanla dayanışması” anlamını taşımakta,  insanlığın doğal yaşamdan farklılaşmasını sağlamaktadır. Ne yazık ki, hem bu kazanım ve gelişmeler oldukça kırılgan hem de insanın, bütünü görmek yerine kendini birilerinden ayırmak için milliyet, ırk, din, dil, cinsiyet, sınıf gibi farklar yaratma aymazlığı büyük.  Kapitalist ekonomi ile hegemonik dünyadan oluşan kurulu düzen de ayrılıkların üzerinde tepinirken kazanımları aşma, geçersiz kılma peşinde.

İnsanlığın bugünkü halini anlatmak uzun sürer, girmeyeceğim. Ancak özellikle kapitalist ekonomide doğal yaşam benzeri arsızlık veya doyumsuzluk, hep “daha fazla” isteği, “çalıştırma ve üretme” gayreti, “gelişme-geliştirme” merakı, “rekabet ve tasfiye” eğilimlerinin baskın olduğuna kuşku yok. İnsanı “homo economicus“ olarak gören bu ekonomik anlayışın yeryüzünün neredeyse bütününde egemenlik kazanmasında doğadaki bencillik, doyumsuzluk, aldırışsızlık gibi özelliklerinin insanlarda da bulunmasının payı olduğu düşünülebilir ancak sistemin bunu güçlendirmek için elinden geleni yaptığı ortada. Özellikle küreselleşme sonrası kazandığı güçle kapitalizmin ekonomik sistemin ötesine geçerek toplumsal-kültürel sistem haline geldiğini görüyoruz ki, böylece sistem daha fazla üretim, daha fazla tüketim, daha fazla kar, daha ileri teknoloji, daha fazla çeşit derken, bu istemi daha uzun ömür, daha son model, daha hızlı araba, daha akıllı, daha donanımlı ev, daha teknolojik aygıt, daha lüks tatiller isteyen insanlarla var kılmakta. Bunları gerçekleştirme yollarını yaratarak güçlendirmeyi başardığı da ortada. Reklamların, kartların, kredilerin işi ne!…

Özetle, insani yaşamın ekonomik-teknolojik yanı durmadan gelişir, büyür ve yenilenirken, insani değerler ve ahlaki kaygılar açısından çok gerilerde kalmakta.

Ne var ki, aldatıcı bir rehavete kapılan insanın tüketim toplumuna ve düzene teslimiyeti sağlanırken, yeryüzü ve doğa üzerinde tehlikeler, tehditler artmakta; acımasız rekabetin, eşitsizlik ve adaletsizliğin yol açtığı küresel ve toplumsal kutuplaşmalar yaşamı her yerde güvensiz ve tehlikeli hale getirmektedir. Öyle ki, daha fazla büyüme, zenginlik, üretim, tüketim derken yeryüzünü tüketmekteyiz. Dünyanın az gelişmiş bölgelerinin gelişmiş dünyadaki yaşam düzeyine erişme istekleri düşünülürse bunu sürdürmek için bir değil birkaç dünyaya ihtiyacımız olduğunu anlıyoruz! Öte yandan insanlık bunca gelişmeye rağmen yoksulluğu, eğitimsizliği, işsizliği, küresel ve toplumsal gelir adaletsizliğini önleyemediği gibi,-sistemin böyle bir niyeti de yok zaten – bunca bilgi, deneyim, gelişmeye karşın savaşları durduramaması gibi, silahlanma yarışına girmekten, durmadan yeni ve daha güçlü silahlar üretmekten de geri durmuyor. Post-modern, post-kapitalist diye adlandırılan postlar dünyasında toplumsal-siyasal-kültürel kazanımların kırılganlığı artarken, -demokrasinin, insan haklarının hali ortada- ekonomik ve siyasal egemenlerin gücü gibi doymazlığı, yozlaşması gibi manipülasyonları da büyümekte.

Sonuç olarak “insan eliyle yaratılan yaşamın” maddi (ekonomik-teknolojik) alandaki gelişmelerine bakılırsa hayli gelişmiş olduğu, buna karşın insani ve etik değerlere (insana ve topluma dair ahlaki, yasal, siyasal haklar, özgürlükler ve güvenceler, yeryüzündeki, yaşam ve birbirlerine ilişkin duyarlılıklar gibi) gelindiğinde gelişmelerin çok sınırlı, çok yetersiz kaldığını söylemek gerek. Kısacası ekonomik -teknolojik gelişme ile insani gelişme arasındaki makas büyük; biri koca atılımlar yapıyor, öteki sürekli yalpalamakta!… İçinde bulunduğumuz “makine çağının” ve getireceği teknolojik gelişmelerin, insanlığın nereye gideceği konusundaki kaygı ve kuşkuları arttırdığı da söylenebilir. Bu konuda teknolojinin tarafsız olduğu, nereye gideceğinin insana bağlı olduğu söylense de, insanın bugünkü anlayışı, değerleri ve yaşam biçimi dikkate alınırsa teknolojinin doğrultusunun piyasadan insana çevrilmesini beklemek zor. Örneğin bu gelişmelerin yeryüzündeki yaşam açısından yarattığı tehlikeler yeterince algılanmadığı gibi, makineler dünyasına sürüklenen, birbirinden çok cep telefonları, bilgisayarlarla iletişim halinde olan insanın bu gidişi durdurma niyeti olduğu da söylenemez.  İnsanın uzaya açılma merakı da düşünülürse başka gezegenleri “fethe” kalkan insanlığın tüm kötülükler ile tehlikeleri oralara taşıma ihtimali daha büyük. Kurgubilim kitaplarından uzay filmlerine kadar hepsi zaten bunu anlatıyor!

Yazıyı bitirirken söylenebilecek son şey, insanlığın kendi üzerine düşünme ihtiyacının bugün eskisinden büyük olduğu…

Bu konularda düşünen, yazan az değil. 2020 yılı başında dünyayı saran ve 2,5 milyon insanın ölümüne yol açtığı gibi ekonomi ve istihdam açısından büyük sorunlara neden olan Covid-19 salgınının da, daha geniş çevrelerde farklı bir dünya, farklı bir yaşam gerektiği yolundaki tartışmalara yol açtığını biliyoruz. Henüz bir değişiklik olmasa da, Noam Chomsky’inin dediği gibi, [14]“koronanın iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi” olabilir. Nasıl bir gelecek istediğimiz konusu da kolay değil kuşkusuz; herkese göre değişebilir. Buralara girmeyeceğim…  

Bana gelince, geleceğin bugünkünden farklı olmasının, öncelikle, daha fazla üretmeyi, zenginleşmeyi değil dayanışma ve paylaşmayı, şu ülkeyi, bu milleti değil insanlığın bütününü ve ona yurt olan yeryüzünü ve yeryüzündeki tüm yaşamı dikkate alacak bir anlayış/kavrayışla ilgili olduğunu düşünüyorum.


[1] Bu tartışmalara katılmama konusunda bir günah çıkarmak gerekirse şunları söyleyebilirim. Evet, bu ülkede demokrasi, hukuk, yargı, adalet, özgürlük gibi nereye baksanız yıllardır sürüp giden bir çöküş söz konusu, bunlar karşısında tepki duymamak, tartışmamak da mümkün değil; yıllarca bunu yaptım. Ancak özellikle siyasal alandaki kısırlık nedeniyle tartışmaların kendimizi tatmin etmekten öteye gittiğini söylemek zor. Hele durmadan yapay gündem yaratan bir iktidar söz konusuysa, “araç” olmak da söz konusu!… Bu çöküşten ve araçsal konumdan çıkış düşünüldüğünde en başta siyasal tıkanıklığı gidermek gerektiği ortada;  oysa siyasal muhalefet iktidarı eleştirmeyi siyaset yapmak olarak görüp, kendi siyasetlerini geliştirmeyi, ülke, dünya değişirken bu değişiklere yanıt verecek bir değişim arayışını unutmuş durumda. Buna değinenleri ise duymak bile istemiyor. Konuşulan kavramlar, değerler ve kurumların ne anlama geldiği, tarihsel-toplumsal bağlantıları, bugünkü koşullarında nasıl geliştirilecekleri gibi soyut ama kaçınılmaz tartışmalar ise artık bu ülkede bulunmuyor. Bu duraklama ve geri gidişin hem entelektüel hem pratik anlamda ülkenin geleceği açısından kaygı verici olduğu kuşkusuz. Kendi adıma ise bu kısır döngüye katılmak yerine merak ettiğim konulara dalmak bana daha anlamlı geliyor.

[2] Albert Camus (2016), Sisisfos Sömyleni, Can Yayınları, İstanbul, s; 36-37

[3] Age, s; 50.

[4] Stephen W. Hawking (1991), Zamanın Kısa Tarihi, çev: Sabit Say; Murat Uraz, Milliyet Yayınların, İstanbul, s; 134.

[5] Age, s; 135-137.

[6] Vikipedi (2021) Gözlemlenebilir Evren, www. tr.vikipedi.org/ 

[7] Gökhan Öztürk ( 2017, “Evrende Kaç Tane Yıldız Var?” Bilimpro, http://www.bilimpro.com

[8] Çağrı Mert Bakırcı (2015), “Dünya Üzerinde Kaç Tür var?”, Evrim Ağacı, http://www.evrimagaci.org/

[9] Hawking, age, s; 21

[10] Stephanie Pappas (20199, “Büyük Patlamadan Önce Ne Vardı, Ne Oldu?” Evrim Ağacı, http://www.evrimagaci.org/

[11] Yusuf İğın,(2020), “Evrenin Sonu: Evren Nasıl Sona Erecek? Evrenin Sonuna Dair Olası Senaryolar Neler?”, Evrim Ağacı, http://www.evrimagaci.org/

[12] Gökhan Kodalak (2017), “Mikrobiyata Metropolü ya da İnsan Vücudu”, Manifold, http://www.manifold.press/

[13] Immanuel Kant (tarihsiz) “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel bir Tarih Düşüncesi”, çev. Uluğ Nutku, Filozoflar ve Düşündüren Sözleri, http://www.duşundurensozler.blogspot.com

[14] Noam Chomsky (2020), “Koranın iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi olacak”, Medyascope, http://medyascope.tv/ 4 Nisan 2020.