Demokrasi dediği de, sandık demokrasisi… Demokrasiyi var eden siyasal liberalizme dair ilkelere ise gerek yok; çünkü Orban halkın ne istediğini biliyor, onlara istediğini verecek olan. da onun kudretli eli!…
Biliyor ki, “özgürlük, eşitlik, dayanışma (kardeşlik)” gibi insanlığın üç temel değerini vaat edemez hal geldiğinde korkulara ve güven ihtiyacına, iş ve geçim ihtiyacını sağlayamadığında yabancı işçilere, gelişmiş ülkeler karşısında eziklikten kurtulmak için de milliyetçiliğe, gururunun okşamak istersen muhafazakâr ve geleneksel değerlerine başvurmak gerekir.
Bunları vermek için de, liberalizmin kurumlarına değil popülizme ihtiyaç var.
80 sonrasında Orban gibi, daha birçok ülkede halkın ne istediğini bilen “dehşet” liderler ortaya çıktı.
Olan da demokrasiye oldu… Demokrasi, siyasal partiler, serbest seçimler gibi kurumlarını sürdürse de, özgürlük, eşitlik, hak, hukuk, adalet gibi ilkelerin anlamı ve işlevleri kalmadı.
Artık, tam demokrasi denilen ülkelerde bile işlevleri açısından yetersiz kalan, bizim gibi ülkelerde “seçilmiş otokratlara” yol açan demokrasiler çağındayız.
Özetle, liberalizm eşliğinde gele gele “çakma demokrasilere” geldik.
Nasıl oldu da böyle oldu derken, ilk akla gelen popülizm oluyor. “Demos” denilen halk kendi oylarıyla “kral, çar, tek adam” olacak birini seçip tepesine oturtabiliyor!… Yani sandık demokrasilerinden “seçilmiş otokratlar” çıkmakta.
1980 sonrasının koşullarında, siyaset için artık zamanın ruhu popülizmle belirlenir hale gelmiş, hamasi duygularla korkulara oynayan, hakikat-ötesi söylemlerle popülist politikalara yaslanan liderlerle “demokrasinin ruhuna” rahmet okunur hale gelmiştir.
Liberalizm palavra mı? Ya da popülist zeitgeist[1]
Günümüzde siyasal liberalizmin “acınası” hali ile ekonomik liberalizmin “vahşiliği” ve hegemonik dünya düzeni biraraya gelince, ortaya liberalizmin değil “illiberalizmin” çıktığı görülüyor ki, sorgulamak kaçınılmaz.
Yani, yıllardır kalkınma, gelişme, demokrasi, insan hakları diye yollar düşmüş, gele gele de liberalizmin, demokrasinin, insan haklarının palavraya dönüştüğü noktaya gelmişiz!…
Esasında bunlara palavra demek ne mümkün ne de doğru; çünkü insan ve olarak gelişmişliğin asıl göstergeleri ancak bu alanlarda gerçekleşen yasal ve kurumsal gelişmeler olabilir.
Ancak ne yazık ki, liberal demokrasinin daha geliştiği ülkelerde bile, bir yandan içerde eşitsizlikler, adaletsizlikler ve sefalet eksik değil, öte yandan bu ülke yönetimlerinin savaş ve silahlanma meraklarıyla öteki insanlar için “yaşama hakkı” bile çok görülmekte.
Yollarda, denizlerde ölen mülteciler, kamplarda yaşamaya mahkûm sığınmacılar, çalışma izni olsa bile yabancı olmaktan kurtulamayıp hor görülen göçmenler…
Yıllardır çözülemeyen Filistin sorunu, Gazze‘deki kıyım ve gelişmiş Batı’nın İsrail’e desteği,
Ortadoğu’da yıllardır sürdürülen vekalet savaşları…
Sonuçta, “hangi liberal düşünce, hangi insan hakları, hangi eşitlik, özgürlük, kardeşlik iddiaları” diye sormamak mümkün değil!…
O nedenle, Sovyetler Birliği döneminde uygulanan baskı, cebir ve yasaklar nedeniyle sosyalizmin sorgulanması ve ideali kurtarmak adına bu uygulamaya “reel sosyalizm” denilmesi gibi, düşünce olarak liberalizm de kurtarılmak isteniliyorsa liberalizm diye sunulan anlayış ve uygulamalara “reel liberalizm” demekten başka yol yok
Aslında, “reel dünya” düşünce ve ideolojileri de kendine benzetip özlerinden uzaklaştırıyor demek de mümkün.
Zaten bugünkü uygulamalar için “reel liberalizm” den söz edilmese de, “illiberalizm” diye bir kavramın çoktan devreye girdiğini görmekteyiz.
İlliberalizm, daha çok, liberal demokrasinin bazı ilke ve kurumlarını devam ettirseler de, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, bağımsız yargı gibi demokratik uygulamalara getirilen kısıtlamalarla Batı örneğinden ayrılan ve “seçilmiş otokrasiler, hibrit rejimler” gibi adlandırmalarla tanımlanan devletler için kullanılmakta.
Oysa, Batı’daki liberal demokrasinin de kendi içindeki bazı guruplar ile yabancılara davranışlarının yanı sıra, dış dünyayla ilişkilerinde de “liberal” değerlere pek itibar etmediklerini gösteren örneklere çok; bu nedenle, illiberalizmin daha yaygın bir anlayışı temsil ettiğini söylemek daha doğru olur.
Bu nedenle, devlete dair “yıkıcı illiberalizm” dışında bir de “ideolojik illiberalizm” den söz ediliyor ki, doğru… İnsan haklarının neredeyse Batı’ya, gelişmiş ekonomilere özgü bir gerçeklik taşıması ve öyle kabul edilmesi bile illiberalizm değil mi?
Zaten bugünkü liberal demokrasilerin uzun bir illiberal geçmişe dayandıkları bir gerçek; bugün de liberal kapsayıcılık daha çok dünyanın Batı ve Kuzey bölgesine aitken, ötekileri dışlamanın nedenlerini bulmaları da zor olmamakta. Bir bakıma, liberal düşünceye içkin gerilim ve illiberal dışlayıcılıklar nedeniyle illiberalzmin çok katmanlı bir boyut kazandığı söylemek yanlış olmaz.[2]
Liberal düşünceye dair gerilimi, en başta, siyasal liberalizm ya da liberal demokrasi ile liberal ekonomi arasında görmek mümkün. Bugün neoliberal politikalarla daha açık ortaya çıktığı gibi, ekonomik liberalizmin çıkara dayalı mantığı ve sosyal eşitsizliği arttıran dayatmaları karşısında liberal demokrasinin büyük kitleler için anlamı ve işlevi ortadan kalkmaktadır.
Meselenin, kapitalizm ile demokrasi arasındaki ilişkiye dayandığına kuşku yok.
Garip bir durum!
Garip çünkü, toplumun yani seçmenlerin büyük çoğunluğu siyasal demokrasiye düzülen övgülere rağmen demokrasiden kendilerine refah ve güvence getirecek sonuçlar elde edemiyorlar.
Mazeret de, hep daha, daha büyümesi gereken pasta!…
Ama, ne hikmetse, pasta ne kadar büyüse de çoğunluğun dilimleri hep küçük kalmakta.
Örneğin bu ülkede 2024 yılı için yüzde 45’i geçen fiyat artışından söz edilmekte.
Buna karşın 5 -6 milyonu bulan emeklilere yüzde 15 zam yapılmakta.
Asgari ücret yüzde 30 zamla net 22 bin TL olmuş durumda.
Buna karşın Türk-İş’in yaptığı hesaplamalara göre dört kişilik ailenin açlık sınırı 21 bin TL dolayında. Gıda ile birlikte temel harcamalar için haneye girmesi gereken tutar ise (bir başka deyişle yoksulluk sınırı) 68,675 TL.
Kiralar ise başlı başına bir dert; çünkü, geçinebilme konusunda halledilmesi gereken sorunların başında geliyor.
Biraz anlamak için, internetten kiralık ilanlarına bakmak yeter. İzmir’de, orta ve ortanın altı gelir gurubunda olanların çoğunlukta olduğu bir semtte 3+1 daireler için kiralar 25 000 TL.den başlıyor. Bu fiyatlar, eski apartmanlar, daracık sokaklar, bakımsız daireler için geçerli; yeri veya içi biraz daha iyice olanlar 30 binden başlayıp 40, 50 bin TL’ye kadar uzanmakta.
Normal koşullarda kiranın gelirin üçte biri düzeyinde kalması gerektiği düşünülürse, merak ediyorum, bu ülkede kaç ailenin eline ayda 70-80 bin TL. geçmekte ki, kirayı dert etmeden karşılayabilsin!…
Tabii, işin bir başka yanı da, pervasızca dağıtılan makamlar ile ihalelerin varlığı …
O yüzdendir ki, demokrasiye ve kurumlara güvenin azalması kaçınılmaz.
Siyasiler için de gerçek dertlere karşı, bir yanda korkular, düşmanlıklar, yapay sorunları kızıştırmak, öte yanda dini, milli duygular veya ulufelerle bağlılıkları tazelemekten başka yol yok.
Siyasetçinin asıl gayesi, “halkın hoşuna gidecek ne söylenebilir, halktan yana görünmek nasıl başarılır, halkı tavlayacak konular ve söylemler nelerdir” olup çıkmış, biz hala siyasetten medet ummaktayız!…
Oysa, bu ülkede kimlik yerinen bölüşümde adalet mi sunuldu da, halk bunu reddetti?
Örneğin “sosyal belediyecilik” lafını seven de, kullanan da çok … Peki, sosyal belediyecilik derken, hangi parti, sitelere, kentsel dönüşüme ruhsat verirken, imar planını genişletir veya kat sayısını arttırırken, sosyal konut olarak kullanmak üzere belediyelere belirli bir oranda pay ayrılmasından söz etti?
Oysa konut sorunun çözü lüks değil sosyal konut yapımıyla mümkün. Bunun için devletin ve belediyelerin sosyal konut yapımına girişmeleri gibi, özel sektörden projenin büyüklüğüne göre bir pay alam yolunu kullanmaları da mümkün.
Ama hiç olur mu; mümkün değil!… Liberal ekonomiye ve de ülkeye konut sağlayan betonsever müteahhitlere dokunacak bir şey yapmak değil, söylemek bile mümkün değil. Söyleyen yanar zaten!…
Oysa, onlara dokunamayan siyasetçilerin hepsi, lafa gelince yoksula, işsize derman olmaktan yanadır, “sessizlerin sesi”, “kimsesizlerin kimsesidir!”
[1] Başlık buradan alınma: Cass Mudde, “Popülist zeitgeist” , Government and Opposition, published online Cambridge University Press, 28.03. 2014.
[2] Joseph T. Kauth (2022), “Anti-democratic or exclusionary? Illiberalism’s undertows matter”, The Loop, 24. 03.2022, http://www.theloop.ecrp.eu