Rosanna Arquette ve Madonna’nın yer aldığı 1985 yapımı bir Amerikan filmi vardı; “Desperately Seeking Susan”. Yanlışlıklar ve kovalamacalarla sürüp giden eğlenceli bir film.
Bugünkü dünya hali bu filme benziyor. Eğlence yanı eksik kuşkusuz, olup bitenler de öyle masum yanlışlıklar değil ama çaresizce arama ve kovalamalar aynı.
İşin tuhaf yanı, faşizmden, soykırımdan, illiberalizmden, artan teknolojik eşitsizlik ve dünya savaşı olasılığından söz edilen bir dünyada, aranan “başka bir dünya” filan değil; çaresizce liberalizmin temel ayarlarına dönmesi!…
Liberal demokrasinin iflası…
Örneğin bu ülkede yazılıp konuşulanlara bir toptan baksak, düşünce özgürlüğü başta olmak üzere insan hakları, hukukun üstünlüğü, erkler ayrılığına uygun olarak yargı bağımsızlığı, parlamentonun güç kazanması gibi liberal demokrasinin temel değerlerinin eksikliğinden söz edildiği görülür.
Kavala, Demirtaş, Yüksekdağ, İmamoğlu, Atalay, Altaylı, Barım gibi siyasetten medya dünyasına uzanan davalar ve tutuklamaların gelip dayandığı yer, liberal demokrasinin ilke ve kurumlarının varlığını yitirmesi.
Özetle “başka bir dünya” gibi, radikal demokrasi gibi devrimci arayışlardan söz etmiyoruz, ya da edemiyoruz… 90’lı yıllarda medyaya kadar yansıyan “demokrasiyi demokratikleştirmek” olarak özetlenebilecek tartışmalar da ortada yok.
Çok mütevazi biçimde bizim de üyesi sayıldığımız (!) liberal dünyanın savunduğu liberal demokrasiyi arıyoruz.
CHP’nin muhalefeti ve de insanların her hafta meydanlarda toplanması da, yalnız İmamoğlu’nun tutukluluğu nedeniyle değil, bu tutukluluğa meydan verecek kadar liberal demokrasinin elden gitmesi.
Tabii bu noktaya gelişte geçmişten gelen aksaklıkların rolü büyük.
Sayıp dökmek uzun sürer ama bunlar arasında siyaset yasaklarıyla emeğin ve dolayısıyla solun siyaset sahnesinde varlık kazanmasını engelleyen, siyaseti kendileri dışında alternatifsiz hale getiren siyasal partilerin günahından öz etmemek olmaz.
Bunun ötesinde, 2017’de başkanlık hükümetine geçişi sağlayan Anayasa değişiklikleriyle ilgili referandumda, aradaki farkın küçüklüğünü de dikkate alarak, CHP’nin “hayır” oyu sağlayacak bir muhalefet sergileyememesini de unutmak kolay değil.
Geçmişi konuşmanın artık bir faydası yok, bırakalım…
Ne var ki, o günlerden bugüne ve sandık demokrasisinin bile korunup korunamayacağına dair endişelerin dile geldiği zamanlara gelmişsek, geçmişin önemli derslerle dolu olduğunu hatırlamak gerektiğine de kuşku yok.
Örneğin Hüseyin Kocabıyık’ın Cumhuriyet’teki söyleşide dikkat çektiği gibi, cumhurbaşkanlığı için en güçlü aday olarak gösterilen İmamoğlu içerdeyken seçim yapma olasılığı var ki,[1] yalnız meşruiyetini konuşmak değil, ne yapılabileceğini de düşünmeyi zorluyor.
Liberal ekonomi de farklı değil.
Enflasyon ve faiz sarmalı ile bütçe açıkları içinde bir türlü dikiş tutturamayan bir ekonomi içinde debelenip duruyoruz. Bunun en büyük çilesini ücretli ve dar gelirliler çekerken, vergi politikalarından bütçenin nerelere ayrıldığına kadar birçok konunun demokrasiyle doğrudan ilgili olduğu da kuşkusuz.
Öte yandan vergi kaçırmaktan vazgeçtim, -bunun, bile isteye kabullenen bir gerçek olduğunu bilmeyen yok- anlı şanlı şirketlerden influencer denilen günümüz şöhretlerine kadar uzanan “kara para piyasasının” ortalığı kaplaması var ki, ne kuramsal ne pratik anlamda liberal ekonomiye sığar… Sığmaz ama özellikle bizim gibi ülkelerde almış başını gitmekte.
Gelişmiş ülkelerin de vergi cennetleriyle başı dertte; o da ayrı
Tabii bu gidişin de geçmişi yok değil. Gelişmekte olan bir ülke olarak Türkiye’de devletin sermaye birikimi için sermayeye daha baştan destekçi olduğu, denetim açısından oldukça gevşek davrandığı bir gerçek.
Neoliberal dönemde ise, destek ile gevşekliğin artmasının yanı sıra ahbap-çavuş kapitalizmi de iyice gemi azıya almış durumda.
Her gün yeni davalar ve tutuklamalarla karşılaşmamız gibi, her gün ihalelerdeki yolsuzluklarla ilgili yeni bir hikâye duyuyoruz.
Liberal demokrasideki yoldan çıkış, liberal ekonomideki yozlaşma ile yarışıyor sanki!
Bu konuda dile gelenleri topladığımızda nereye varıyoruz dersek, neoliberal politikaların, eşitsizliklerin büyümesi, devletin sosyal rolünü kısıtlanması gibi olumsuz sonuçlarının ötesinde, serbestlik, şeffaflık, rekabet, hesap verilirlik, vergi adaleti gibi liberal ekonominin temeli sayılabilecek yasalar ve uygulamaları bir kenara bırakan bir işleyişe dönüştüğü noktasına varılmakta.
Bir bakıma kendi varlığını bile tehdit eder hale gelmiş durumda. Aranan da, gayet mütevazi biçimde bu tehdidi ortadan kaldıracak biçimde kendi kurallarına dönmesi.
Özetle, şöyle dört başı mamur bir varlık vergisi ve sermaye kazançlarına yüksek vergilerle devlet bütçesini zenginleştirip, eğitimden sağlığa, istihdamdan barınma olanaklarına kadar şu ülke insanına “sosyal refah ve sosyal eşitliği” tattıralım demeye kalkışılmıyor!
Bunlardan da söz edenler var ve daha iyiye doğru bir dönüşüme ihtiyaç duyulduğunda aranılması gerekenler buralarda.
Ama dedim ya, mütevazi biçimde ancak kaybedilenler aranmakta. Daha karanlık bir gelecek korkusu büyürken bu seslere kulak verilmesi de kolay değil.
Bu nedenle, yasalar işlesin, şeffaflık olsun, denetim sağlansın, yozlaşmalar önlensin istenmekte; biraz vergi adaleti ile gelir dağılımının biraz düzelmesi fena olmaz denilmesinden öteye gidildiği de söylenemez.
Aslında bu gelişmeler ve arayışlar yalnız Türkiye’ye özgü değil, dünyanın her yerinde ekonomik ve demokratik kayıplar. Trump’ın uygulamaları içinde içerde ve dışarda korkular büyüdüğünden tartışmaların başka yönlere kaydığı görülse de, ekonomi ve demokrasi konusunda uluslararası düzeyden ulusal düzeye kadar her yerde bir arayış söz konusu.
Bunlara girmeyeceğim ama arayışlarla ilgili bir konuyu tartışmak istiyorum.
Kapitalizmle demokrasi arasındaki uzlaşmayı düşünmek!
Demokrasi konuşulurken kapitalizm pek konu edilmese de, demokrasinin işler kılınması için kapitalizmle demokrasi arasındaki uzlaşmayı ve bu konuda yaşanan gerilemeyi düşünmek gerekiyor.
Kapitalizm ile demokrasi kendiliğinden uzlaşır değildir; aksine aralarında ilkeleri ve amaçları açısından uyuşmazlık vardır. Kabaca söylersek, kapitalizm eşitsizlik üzerine kurulur ve eşitsizlik üretirken, demokrasi eşitlik üzerine kurulmakta ve bunu vaat etmekte.
İkisi arasında uyuşmanın sağlanması ise, siyasal demokrasinin, “sosyal devlet” aracılığıyla siyasal eşitliğin “sosyal eşitlik” yönünde gelişmesini sağlamasıyla mümkün olmakta.
Buraya nasıl gelindiği meselesi yüzyıllara uzanan gelişmelere dayanıyor, girmeyeceğim.
Yalnızca iki noktaya değineceğim: Bu anlayış ve politikaların gelişmesinde emek mücadelelerinin payı olduğu gibi, emek ile sermaye arasında demokrasi temelinde bir uzlaşma sağlanması açısından da siyasal demokrasinin böyle bir anlam ve işlev kazanması rol oynamış durumda. Bugünse emeğin hali ortada!
Öte yandan bu anlayış, yalnız emekten yana partiler tarafından değil, liberal partiler tarafından da benimsenmiş durumda.
Nedeni de demokrasiyle ilgili ve sosyal devlet liberalizm için Aşil’in topuğu niteliğinde olsa da tümden vazgeçmeleri mümkün değil. Demokrasi varsa, kitlelerden oy isteniyorsa bu anlayışa ve beklentiye tümüyle karşı olamazlar. Devleti küçültmek, kamu sektörünü piyasalaştırmak yönündeki anlayışlarını da, “sosyal devleti” zorunlu olarak kabul derken, “sosyal yardım” devletinden öteye gitmeyerek sürdürmekteler.
Ne var ki, İkinci Dünya Savaşı sonrası ve Keynesyen ekonomi politikalarıyla kabul gören bu uzlaşma 80 sonrasındaki neoliberal politikalarla yara almış, neoliberalizmin dünyada ulaştığı egemenlik sonucu hepten gözden çıkarılmıştır. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi kamu hizmetler piyasalaşırken, sosyal devletin “yoksulluğu yönetmekten” öteye gidemediği biliniyor.
Gelişmiş ekonomilerde bile sosyo-ekonomik koşullar kötüleşip eşitsizlik artmakta,[2] küresel rekabet içinde devletin sosyal rolü budanmakta; bu durumda liberal demokrasinin kitleler için anlam ve işlevini yitirmesi de kaçınılmaz.
Küresel dayatmalar karşısında sosyal demokrat partiler de popülist politikalardan öteye gidemez olunca, ortaya çıkan umutsuzluk ve boşluğun sağ partiler için bir fırsat olduğu da ortada.
Kuşkusuz milliyetçi ve sağ partilerin yükselişiyle ilgili daha başka faktörlerden de söz edilebilir. Ancak 80 sonrasındaki neoliberal politikaların getirdiği küresel rekabet ile ulus devletin sosyal rolünün budanmasını ve artan eşitsizlik ve adaletsizlik ile güvensizlik ve korkuların büyümesini ilk sıraya koymak yanlış olmaz.
Bir başka deyişle, küresel kapitalizm ve neoliberal politikaların günahları, yalnız küresel ve toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliğin artması, dünya kaynaklarının kötü kullanımı ve iklim krizine yol açılması, kara para ve vergi cennetlerinin büyümesi gibi sosyo-ekonomik sorunlar değildir.
Günümüzde yaşanan siyasetten uzaklaşma, demokrasiye olan güven kaybı, seçilmiş otokratların ortaya çıkışı, özgür ülkelerin sayısı azalırken özgür olmayan ülkelerdeki artış, Avrupa’da sağın yükselişinin yanı sıra ABD’de seçimi Trump’ın MAGA iddialarıyla mavi yakalıların ve yoksul kesimlerin oylarıyla kazanması gibi gelişmeleri de neoliberal politikalarla ilişkilendirmeden anlamak mümkün değildir.
O nedenle, ekonomi politikalarındaki aksaklıklar onun kendi varlığı ve meşruiyetini tehdit eder hale gelirken, bunların, siyasal demokrasinin güvensiz hale gelmesi, sağ partilerin ve otokratik yönetimlerin yükselişi gibi sonuçlarını da unutmamak gerekiyor.
Kapitalizmin küreselleştiği son 40 yılda, küreselleşmenin insan hakları ve demokrasi açısından bir gelişme getireceği yolundaki iddialara karşın tersi olmuş, demokrasiyle yönetilen ülkeler azalmıştır. Dünya nüfusunun yalnızca yüzde 6,4’ ü tam demokrasilerde yaşarken, yüzde 37 sinin otoriter rejimlerde yaşamakta.
Ülkenin hali de meydanda.
Dolayısıyla bu olumsuz gelişmelerin nedenlerini düşünürken dikkate alınması gereken bir denklem var; o da, demokrasi ile kapitalizm arasındaki ilişki…
Bu denkleme göre, demokrasiyi hem güvenilir kılmanın hem anlam ve işlev kazandırmanın yolu siyasete ve demokrasiye kapitalizm karşısında güç ve işlev kazandırmaktan geçmekte.
Aksi ise, kabaca söylersek, bugünkü dünya olmakta.Sonuç olarak, çaresizce sürdürülen demokrasi arayışlarına “hakikilik” kazandırmanın yolu da, demokrasinin ilke ve kurumlarını işler kılmanın püf noktası da bu denklemi dikkate almaktan geçiyor.
1-Cumhuriyet (2025), “Eski AKP Milletvekili Kocabıyık, herkesin devletle menfaat ilişkisine sokulduğunu söyledi: ‘Çıkar sağlayarak susturuyorlar” Cumhuriyet, 6.10.2025 …Kocabıyık 7 Eylül’de gözaltına alındı ve cumhurbaşkanlığına hakaretten tutuklandı
[2] ABD’de, en zengin yüzde 10, servetin üçte ikisine sahip. Buna karşın, şu anda ABD'de sermaye gelirleri eşdeğer emek gelirlerinden daha düşük oranlarda vergilendiriliyor: örneğin, yıllık 100.000 doların altındaki emek geliri üzerindeki marjinal vergi oranı %24 iken sermaye için bu oran %15; 400.000 doların üzerindeki gelirler için fark daha da büyük: %35'e karşı %15; Branko Milanovic (2025), “How to Control the Increase of Income Inequqlity Due to New Teechnologies?”, Social Europe, 30.09.2025.