Geleceğe insani ve sosyal gelişme ihtiyacı açısından bakmak!…

 

1-İnsan uygarlığı ve insanlığın gelişmesi

Geçmiş geleceğin pusulasıdır.

Teknolojik gelişmelerin hızlandığı, sorunların, belirsizlikler, bilinmeyenlerin arttığı bir dünyada yaşadığımız ortada; bu nedenle geleceği düşünmek ve onun üzerine tartışma ihtiyacı daha da büyük.  Ancak geçmişin, geleceğin tohumu olduğu unutulamayacağına göre, belirsizlik ve bilinmeyenlerle dolu olan gelecek hakkında konuşmak için geçmişi bir pusula olarak görmekte de yarar var.

İlkel insandan, mağaralarda yaşamaktan, avcılık ve toplayıcılıktan bugüne uzanan insan yaşamı, dünyanın yaklaşık 4,5 milyarı bulan varoluşu içinde bir hiç mertebesinde. Homo Sapiens’in anatomik olarak varlığı ancak 300 bin yılı bulmakta, alet-edevat kullanımı ise 50 bin yıl önceye dayanmakta. Dünyanın yaşını 24 saat olarak alırsak, insanın tüm gelişmesini son dakika olarak düşünmek mümkün.

Bu konuyla ilgili olarak vurgulamak istediğim bir nokta, insanın ve uygarlığın gelişmesine “insanlaşma” süreci demek de mümkün diye düşünüyorum. “İnsanın kim olduğu” sorusuna yanıt vermek kolay değil; insanlaşmanın nereye uzanacağını da bilemiyoruz.

Birçok yaklaşım var ama sanırım “ felsefi antropoloji” ve fenomonolojik yaklaşım oldukça gerçekçi bir yaklaşım. Buna göre, insanı tanımlamak için onu farklılaştıran özellikler aramak yerine bir bütün olarak ele almak gerekiyor; öyle olunca da, insan, doğal bir varlık olmanın ötesinde yapıp-ettikleri, olumlu-olumsuz tüm gelişmeleriyle ortaya çıkan bir varlık olmakta (Takiyettin Mengüşoğlu, 1988; 47).  Kısacası iyi ve kötü, uyumlu ve uyumsuz, yapıcı ve yıkıcı bir varlık.

Kısacası, insanın göze çarpan ayırıcı özelliği (karakteristiği),metafiziksel doğası değil, yaptığı işlerdir. Dil, din, sanat, bilim, tarih de, yapıp ettiklerinin bir halkası veya dilimidir (Ernst Cassirer, 1980; 71).

Öyle olunca, insan olmanın, insanlaşmanın değişimler yaşanarak devam ettiği anlaşılmakta. Sonuç nereye çıkacak tam bilmiyoruz ama zekanın makinelere devri ile gerçekten bir sona ulaşmasının da olasılıklardan biri olduğunu biliyoruz.

Bu konuyla ilgili vurgulamak istediğim ikinci bir nokta da, uygarlaşma ve insanlaşma sürecinde teknolojinin oynadığı büyük rol. DNA açısından şempanzeyle yüzde 99 oranında benzerlik taşıyan insanın, onu bugün dünyanın efendisi haline getiren farklılığı nerede dediğimizde, elini, dilini kullanmasıyla farklılaştığı ve bunu gerisinde “zekâsı” söz konusu oluyor, bu zekanın zamanla geliştiğine de kuşku yok. Zekasının gelişmesinde ise, (güçsüzlüğü nedeniyle) başkasına ihtiyaç duyma ve buna bağlı olarak  “toplumsallaşma” ihtiyacı ve toplumsallaşma ile birlikte gelişen “alet yapımı ve kullanımının” (teknoloji) payı büyük.

Kısaca söylersek, insanın “insanlaşması” ve kurduğu uygarlığın gelişmesinde dayanışma ve işbirliğine gitme ihtiyacı ile teknoloji kullanımının başlıca ögeler olduğu söylenebilir. Her iki ögenin diğerini teşvik edip kolaylaştırdığı da açık. Alet-edevatın yapımı, ortaklaşa kullanımı, kuşaktan kuşağa aktarımında ihtiyaçlar kadar toplumsallaşmanın payı büyük. Sonuç olarak taş yontmaktan füze yapımına ulaşmış, doğada değil kendi inşa ettiği evlerde, kentlerde yaşayan, doğal değil kendi ürettiği besinlerle beslenen, soğuğu sıcağı değiştirerek kendi iklimini, gecesi gündüzüyle kendi zamanının yaşayan bir insanlık söz konusu. Bu nedenle insana “çıplak maymun” olmaktan çok ”yapay maymun” sıfatını yakıştırmak da mümkün (Timothy Taylor,  2012; 19).

2- İnsanlaşma ve uygarlaşma sürecinin iki boyutu

İnsan uygarlığının birçok boyutu ver; an cak b unları iki eksende toplamak mümkün.  diye düşünüyorum.

a-Maddi koşullardaki gelişmeler:

Birinci eksende, insanı ilkel ve güçsüz bir varlıktan bugün dünyaya egemen bir varlık haline getiren gelişmeler var. Bunlara kısaca “maddi koşullardaki gelişmeler” diyebiliriz.

Birkaç örnekle hatırlarsak;
-taşın yontulmasından makineli üretime oradan akıllık makinelere kadar uzanan gelişmeler,

-ateşin bulunuşundan elektriğe, oradan nükleer enerjiye uzanan gelişmeler,

-tekerliğin bulunuşundan motorlu araçlara, oradan uzay aracına uzanan gelişmeler

-dumanla haberleşmeden telgrafa, telefona, oradan uydular üzerinden küresel düzeyde haberleşmeye (televizyon, internet, akıllı telefon) uzanan gelişmeler,

-büyüyle başlayan, sentetik ilaçlarla gelişen sağaltma işlemlerinden organ nakli ile protez organlara uzanan gelişmeler.

-avlama ve toplama yoluyla başlayan beslenmeden binlerce çeşitle zengin ürünlere ve mutfaklara uzanan gelişmeler

-yazının bulunmasından bilgisayar ve bulut hizmetlerine uzayan gelişmeler

Bunların hepsi insanın yaşamını ve onunla birlikte çevre koşullarını, dünyayı değiştiren gelişmeler. Bunların insanı, bir yandan “yapay maymun”  haline getirirken, öte yandan dünyanın egemeni durumuna getirdiği de açık. Dünyadaki tüm canlılar üzerinde olduğu gibi, dünyanın doğası ve iklimini de değiştirmeye kadar uzanan bir egemenlik bu.

Sonuçta insan zekâsı ve ürettiği teknolojinin insan için dünyadaki yaşamı çok daha kolay, sağlıklı, zengin, güzel, eğlenceli, -özetle her açıdan gelişmiş- hale getirdiğine kuşku yok ama bu gelişmelerin olumsuz yanları olduğunu görmemek de mümkün değil.

Birincisi, bu olumlu gelişmelerin dağılımında büyük eşitsizlikler ve adaletsizlikler var. En başta, bunca büyüme ve zenginleşmeye karşın, yoksulluğun bitmediği, zenginlik- yoksulluk uçurumunun büyüdüğü bir dünya ortaya çıkmış durumda. En tepedeki yüzde 1’in gelirin yarısını aldığı bir dünya… Kapitalizmin küreselleşmesiyle insani değerlerin aşındığı demokrasinin gerilediği bir dünya haline geldiği de söylenebilir. Demokrasiler bugün tiranlara yol açabilmekte. Hegemonik güçler arasındaki savaşın ve silahlanma yarışının bitmediği, sonuçta insani, ahlaki, siyasi kayıpların arttığı bir dünya olduğu da kuşkusuz. Bunun için Gazze örneği yeter… Kentlerin yok olduğu, sivil insanların öldüğü, kültürel mirasın bombalandığı, yurtlarından, evlerinden edilmiş milyonlarca sığınmacının dolaştığı bir dünya…

İkinci olarak, maddi açıdan çok gelişmiş, insani açıdan yaya kalmış bu uygarlığın geldiği noktada dünyadaki yaşam için varoluşsal bir soruna yol açtığı da görülmekte. Uzun süredir bilinen “küresel ısınma” artık dünyanın her yerinde görülen afetler ve iklim krizine ulaşmış durumda. Küresel ısınma durdurulmazsa dünyadaki yaşamın sürdürülemez duruma geleceği de bilinmekte ama bu konuda BM aracılığıyla uluslararası bir anlaşmaya varılmış olsa da, konulan hedefler gerçekleştirilememekte.

Özetle,  insan uygarlığının gelişme düzeyi ve doğrultusu sorgulanacak bir çok şey içermekte. Farklı anlayış ve politikalara ihtiyaç olduğu ortada. İzleyeceği yol ve alacağı kararlara göre, insanlaşma süreci ve kurduğu uygarlığın tanımının değişeceği de kuşkusuz.

Yine de, geçmiş yol göstericidir ama geleceği inşa edecek yine insandır diyelim. Farklı bir gelecek inşası mümkün çünkü. Bu konuda, ilk olarak dünyaya ve birbirimize özen göstermemiz, birlikte yaşamanın koşullarına önem vermemiz gerektiğini söyle ek de yanlış olmaz.

b- insani değerlerin gelişmesi

İkinci eksende ise, insani değerlerin gelişmesinden söz edilebilir. Bu değerlerin gelişmesinin başlangıcını dinlere ve geleneklere kadar uzatmak mümkün olsa da, asıl gelişimini modern zamanlarla başlatmak da yanlış olmaz kanısındayım.

İnsani değerleri, en başta, insanın kendi başına bir varlık olarak değerli görülmesi ve vazgeçilmez bazı hakları olduğunun kabulüyle başlatmak mümkün. Bu nedenle toplumsal açıdan soyluluk veya kast sistemlerinin geçerli olduğu, dinler açısından günahkâr ve kul olarak görüldüğü, sahiplik-efendilik anlayışının işlediği koşullarda insanın değerinden de, insani değerlerden de söz etmek mümkün olmaz. Bu koşullarda çok değerli birileri olabilir ama ötekiler canının bile alınması mümkün olan zavallılardır.

Mutlak anlamda eşitsiz ve adaletsiz bu insanlık ve uygarlık anlayışının değişimi ancak modernleşme denilen bir dizi gelişmeyle mümkün olmuştur. Bu gelişmelerde 17 yüzyılda başlayan endüstrileşmenin payı da büyük; endüstrileşme üretimden tüketime, devlet anlayışından uluslararası ilişkilere, ahlaktan kültüre dek toplumsal yaşamın her boyutunu etkileyen ve değiştiren devrimsel bir dönüşüm. Makineli üretime geçiş, kentleşme ve işçileşme, eğitim ihtiyacı ve olanaklarının büyümesi, sermayenin, burjuvazinin yükselişiyle birlikte liberal düşüncenin güç kazanması, insan haklarının dile gelişi, sonrasında sınıflı toplumların ortaya çıkışı ve emeğin güç arayışı ile sürdürülen siyasal-toplumsal hareketlenme, insan hakları ile demokrasinin gelişmesi gibi birçok gelişme endüstri toplumuna ve modern zamanlara özgüdür.

Örneğin liberal düşüncenin temeli bireydir. Bununla;

kuldan, köleden hak sahibi birey anlayışına,

-nesneleşmiş bir varlık olmaktan vazgeçilmez hakların kabulüne,

-ayrıcalıklardan eşitliğe,

-bağımlılıktan özgürlüğe,

-eşitler arasında yönetimin sağlanması için demokrasiye,

-haklarının güvencesi için anayasal yönetim anlayışına,

-en başta devlet olmak üzere güç karşısında korunması için hukukun üstünlüğüne,

-din karşında özgürlüğü için din ve vicdan özgürlüğü ve laikliğe,

ihtiyaç duyulmakta, siyasal liberalizmin hedefi de bunları hayata geçirmek olmaktadır.

Bu açıdan liberal düşünce ve bu düşünceyi hayata geçirmek açısından öngördüğü siyasal liberalizmi küçümsemek mümkün değil.  Bunlar, zamanına göre devrimci düşünceler ve gelişmeler.

İnsanın değer kazanması, insani değerlerden söz edilebilmesi ve bu alanda gelişmelerden söz edilebilmesi için bu ilke ve hedeflerin başlangıç noktası oluşturduğunu kabul etmek gerekmekte.

Bugün de insani gelişme ve insani değerlerden söz etmek için, eğitim, sağlık, konut, refah gibi maddi olanakların yanı sıra aranan koşullar bunlarla ilgili. Öte yandan, maddi koşulların gelişmesi büyük ölçüde siyasal koşullardaki gelişmeye  bağlı; az gelişmiş ülkelerdeki az gelişmiş yaşam koşulları gibi az gelişmiş demokrasilerden söz  edilebilmekte.

Ne var ki, liberal çerçevede kabul gören bu insani değerlerin eksik ve aksak birçok yanı olduğu kuşkusuz. En başta özgürlük ve eşitlik anlayışları, örneğin bu konularda yasal düzenlemeleri yeterli sayması, küresel ve toplumsal gerçekleri göz ardı etmesi nedeniyle yetersiz.  Eşitsiz ve adaletsiz başlangıçlar varken, yasalarla eşitlik ve özgürlüğü sağlamak mümkün değil.

  1. Yüzyıla gelince, büyüyen toplumsal dengesizlikleri ve sınıf mücadeleleri sonucunda, toplumsal eşitsizlikleri az da olsa telafi etmek ve “insani değerler” yönünde gelişme sağlamak üzere atılmış adımlar söz konusu. Örneğin temel insan haklarına, sosyal, ekonomik, kültürel hakların eklenmesini, emeğin toplumsal-siyasal örgütlenmesi ile çoğulcu demokrasiye geçilmesini, sosyal devlet anlayışıyla, devletin sosyo-ekonomik hakların hayata geçirilmesi ve toplumsal eşitlik ile refahın sağlanmasıyla ilgili sorumluluk üstlenmesini, bunları gerçekleştirmeye yönelik sosyal politikaların- içinde sosyal hizmet uygulamaları da var- hayata geçirilmesini bunlar arasında sayabiliriz.

Kısaca da olsa sosyal hizmetlere değinirsek, sosyal hizmetlerin temelde insani gelişmeye olduğu kadar insani değerlerin gelişmesine de hizmet ettiği söylenebilir. Çünkü temel hedefi, ister kişi ve ya gurupların kendi şartlarıyla ilgili olsun, ister toplumsal koşullardan doğsun, insani geliştirmek, koşullarını iyileştirmek, çevreyle uyumlarını sağlamak, güçlenmelerine yardımcı olmaktır.

Bugünkü anlayış içinde, bir yandan, bugün, din veya hayırseverlik temelli olan, ya da yararcı yaklaşımlarla hümanist yaklaşımlara dayanan sosyal hizmet anlayışından “hak temelli” ve “sosyal adaleti” önemseyen bir sosyal hizmet anlayışına gelindiğine kuşku yok. Öte yandan, çocuk, ergen, yaşlı, hasta, engelli, mahkûm, mülteci gibi toplumun farklı kesimlerinin farklı ihtiyaçlarının karşılanması, bu kesimlerin toplumla uyumlarının sağlanması, özgürleşme ile güçlenmelerine yardımcı olunmasıyla toplumdaki insani gelişmeye katkı sağlandığı da ortada. Daha ötesi, bu hizmetler, sosyal eşitlik ve adalete hizmet derken, toplumda her bireyin eşit değerde olduğu, dayanışma ve toplumsal sorumluluk anlayışına ihtiyaç bulunduğu,  toplumunun gelişmişliğinin en zayıf halkasıyla ölçmek gerektiği gibi “insani değerlerin” gelişmesine de hizmet etmektedirler.

Bunları, kendi kaderini tayin, ekonomik ve sosyal gelişme, doğal kaynaklara erişim, sağlıklı çevre hakkı gibi üçüncü kuşak hakların takip ettiği de biliniyor. Yakın gelecekte teknolojik gelişmelere bağlı olarak, dijitalleşme ya da gen teknolojisiyle ilgili yeni ihtiyaçlarla yeni hakların söz konusu olması da bekleniyor.

Ancak, -ne yazık ki, her zaman bir ancak vardır- ilkesel hatta yasal olarak kabul edilen hakların gerçekteki karşılığının çok yetersiz kaldığı bir gerçek. Düşünce ve ifade özgürlüğü gibi en temel haklar ya da serbest seçimler gibi en temel siyasal haklar konusunda bile, bölgeler ve ülkeler arasında eşitsizlikler çok olduğu gibi, sosyo-ekonomik haklar açısından küresel ve toplumsal düzeyde eşitsizlikler daha da büyük.

Özetle insani değerlerin gelişmesi açısından durum hiç parlak değil. Hele maddi koşullardaki gelişmeyi hesaba katarsak, bunca zenginlik ve gelişmeye karşın bunca yoksulluk ve yoksunluğun yaşanması ancak ” vahim” olarak nitelenebilir.

Ancak vahameti bir yana, uygarlığın asıl gelişimini “insani değerlerin gelişmesinde” aramak yanlış olmaz diye düşünüyorum.  “İnsanlık”  ve “uygarlık” deyince akla ilk gelenin insani değerlerle ilgili olduğunu yadsıyamayız. ”İnsan olmak” deyince, aklımıza, yazılım dâhileri, füze uzmanları, kuantum fizikçileri gelmiyor; ama -ideal olarak kalsa da- iyilik, dürüstlük, yardımseverlik gibi özellikler geliyor. Bunları insan olmaya yakıştırıyoruz.

Öte yandan insani değerlerin gelişiminde, tüm insan hak ve özgürlükler, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü ayrı bir yere koymak gerek diye düşünüyorum.  Kendi adıma onları, “insanlığın bayrak direkleri” olarak nitelemekteyim. İnsan haklarının bir bütün olduğu da unutulamaz. Örneğin temel haklarla demokrasinin, sosyal devlet, sosyo-ekonomik haklar, bu haklara dayalı sosyal politikalar ile üç kazandıklarını unutmamak gerekiyor. Siyasal hakların ve siyasal kurumların gelişimi büyük ölçüde onları yaşatacak insanın ve toplumların gelişimine bağlı; bu gelişim de insanın gelişimini sağlamaya yönelik sosyo-ekonomik haklara dayalı bir sosyal politika ve sosyal devlet anlayışıyla mümkün. Bu gerçekleşmediğinde, yalnız eşitsiz ve adaletsiz bir toplum yaratılmakla kalınmıyor; bugün görüldüğü gibi, demokrasi kendi içinden tiranlar yaratacak kadar araçsallaşabilmekte.

Bugün demokrasinin şöyle veya böyle var olduğu her ülkede devletin sosyal boyutu var; aksi düşünülemez. Ancak sosyo-ekonomik hakları var etmeye, bu hakları piyasa dışına çıkarmaya yönelik sosyal politikalar çok az ülkede geçerli. Günümüzde neoliberal politikaların egemenliğinde bu haklar ve politikalar hemen her ülkede aşınmakta, ortaya çıkan hayal kırıklığı ve boşluğun da sağ politika ve partilere yer açtığı ortada.

Sosyal hizmetleri de bu çerçevede düşünmek gerekiyor. Sosyal hizmetin temelde sosyal değişimi ve gelişimi, sosyal bütünleşmeyi, insanların güçlendirilmesini ve özgürleşmelerini destekleyen uygulamalara yönelik hizmetler olarak tanımlandığı biliniyor. Tanımdan da anlaşılacağı üzere bu faaliyetlerin toplumsal niteliği olduğu kuşkusuz. Ancak ister bireyin konum ve kendine özgü koşullarıyla ilgili olsun, ister birey-toplum ilişkileri içinde ortaya çıkmış olsun,-yani kaynağı ne olursa olsun- bu ihtiyaçlar insanın ihtiyaçları, faaliyetler insana yönelik, amacı da insanın iyiliği ve gelişimi…

Bir başka deyişle, söz konusu hizmetler, ne tür olurlarsa olsunlar, hedef ve amacı insanın iyiliği, gelişimi ve insanın güçlenmesi olduğuna göre, insani gelişmeye hizmet den bu hizmetleri “insani hizmetler “olarak adlandırmak da mümkün.

3-Ve Gelecek!…

Geleceğe gelirsek, daha aydınlık bir gelecek istendiğinde de, ilk düşünülmesi gerekenin maddi koşullar değil, insani değerler olduğuna da kuşku yok. Birbirimize karşı sorumluluğumuzu, birbirimize özen ve bakım borçlu olduğumuzu vurgulayan  bir ahlak anlayışına ihtiyacımız olduğunu söyleyen epeyce düşünür var. Bu ahlak anlayışı, 2021 yılında birçok yazardan oluşan Bakım Kollektifi “Bakım Manifestosu” adını alan bir bildiride de dile geldi: Orada da, dünyanın bugünkü eşitsiz ve adaletsiz konumundan yola çıkarak, bugünkü distopik dünyayı dönüştürmek için bir yandan karşılıklı bağımlılık vurgulanırken,  öte yandan bu distopik dünyayı dönüştürmek için insanlar gibi dünyayı ve tüm canlıları gözeten çoklu yapıda ve evrensel bakım biçimleri önerilmekte.

Gelecekten söz eden tüm yazar ve düşünürler, teknolojik gelişmelerin bugünkü eşitsizliği daha da arttıracağından söz ettiği de biliniyor. Yani bugünkü karmaşık ve huzursuz dünyayı, yeni teknolojileri daha iyi hale getirmesi değil kötüleştirmesi bekleniyor.  Örneğin gen teknolojisindeki gelişmeler, birilerini yalnız daha sağlıklı yapmakla kalmayacak, zihinsel veya bedensel gücünün artmasını da sağlayabilecek. Harrari’nin dediği gibi, tarihte ilk kez insanlar arasındaki eşitsizlik “biyolojik eşitsizliğe “dönüşecektir.  “Arttırılmış insan” ile alt türler arası bir eşitsizlik!…

Ya da, teknoloji üreten şirketler ve ülkelere karşısında, teknoloji üretimi açısından geride kalanlar arasında büyüyen eşitsizlik. Yeni teknolojilerle güçlenen ülkelere bağımlılık artacağı gibi, az ve çok gelişmişliğin getirdiği eşitsizliğin dışında, “veri” gibi çağımızın en büyük gücüne sahip olan ülke ve şirketlerin ötekileri kontrol gücü de artacaktır.

Yine de, geçmiş yol göstericidir ama geleceği inşa edecek olan yine insandır diyerek, yukarıda söylediğimi tekrar etmek isterim.  Farklı bir gelecek inşası mümkün; bunu da maddi koşullardan önce insani değerlerin gelişmesine önem vererek yapabiliriz. Bir yandan savaşarak değil uzlaşarak yaşamayı öğrenmek, öte yandan dünyanı her yerinde insani koşulların iyileşmesine çaba harcamak gerekmekte. Ahlak anlayışımız içinde, çoktandır unuttuğumuz “dayanışma” ve “karşılıklı bağımlılık” gibi değerlerin yükseltilmesine de ihtiyaç var. Bugünkü koşullarda bunlar oldukça ütopik düşünceler ama insanlığın aydınlık bir geleceğe ulaşması bunlara bağlı.

Bugünün teknolojileri de aslında bunların gelişmesine hizmet edecek nitelikte. Bilindiği gibi teknoloji tarafsızdır; yani nasıl, niçin kullanılacağı, neye, kime yarayacağı meselesi insana bağlıdır. Bugüne kadar bu meseleler, büyük ölçüde ekonomik ve siyasal gücün elinde biçimlendi. Geçmişte atom enerjisinden atom bombinsanai,htiyacı ası yapılmasının öncelik kazanması gibi, bugün de AR-GE araştırmalarında en büyük payı savunma sanayi ile iletişim sektörü almakta. Yatırımları ya güçlü devletlerin ya da teknoloji devlerinin ve piyasanın isteklerine göre belirlenmekte.

Oysa akıllı telefonlara daha gelişmiş yapay zekâ uygulamaları koymak yerine, yapay zeka küresel düzeyde eğitim sorununa çözüm getirebilir. Özel hastanelere hizmet etmek, parası olan giyilebilir sağlık cihazları sağlamak yerine, küresel düzeyde bir sağlık sistemi oluşturulmasını sağlayabilir. İklim krizinin ana nedeni olan fosil yakıt yerine, güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerjinin daha kolay ve ucuz üretiminin yollarını bulabilir.

Burada sosyal hizmetler konusuna gelirsem, dijitalleşme, ihtiyaçların saptanması ve gruplandırılması, bilgilerin toplanması ve analizinin yapılması, hizmet alanlar arasında guruplar oluşturulup iletişim ve dayanışma sağlanması, tekrarları önlenmesi, sonuçların takibi gibi birçok yolla sosyal hizmetlere, daha yerinde karar verilmesinden daha iyi hizmet vermeye kadar birçok alanda yardımcı olabilir.

Öte yandan gelecekte insani hizmete daha az değil daha çok ihtiyaç duyulacağını söylemek de yanlış olmaz. Örneğin daha uzun ömürler daha fazla yaşlı bakımı gerektireceği gibi, bugünkü işlerin akıllı makineler kaptırılması durumunda ortaya çıkan boşluğu da doldurmak gerekecektir. Ya da sanal dünyalarda yaşayanların gerçek dünyaya adaptayonuna ihtiyaç duyulacaktır. Bu durumda sosyal hizmetlerin dijitalleşmesinin işe yarayacağına kuşku yok; ancak hizmetlerin dijitalleşmesi ve bazı hizmetlerin botlara devri gerçekleşse de, bugünkü uygulamalar, makinelerin insan sıcaklığı ve ilgisinin yerini doldurmadığını göstermekte. Yapılan araştırmalar bunu göstermekte. Tabii, geleceğin insanı da değişeceğinden, bugünkü arayışların yarın değişmesi de mümkün.

Ancak, ister insanlar ya da makineler aracılığıyla olsun, ister yüz yüze ilişkilerle ister sanal yoldan verilsin, insani sosyal hizmete gelecekte de büyük ihtiyaç olacağını yanlış olmaz düşüncesindeyim.

 

 

 

 

 

Sosyo-Ekonomik Haklar-Sosyo-Politik Gerçekler

Sosyo-ekonomik hakların, büyük ölçüde, Batı Avrupa’da yaşanan tarihi gelişmelerle toplumsal, siyasal, ekonomik koşulların ürünü olduğu söylenebilir. Daha sonra uluslararası sözleşmelere ve anayasalara konu olmuşlardır; ancak geçmişte de bugün de varlık kazanmaları ve gelişmelerinin, hukuktan önce, ülkelerin toplumsal, siyasal, ekonomik koşullarına bağlı olduğuna kuşku yoktur. Zaman ve ülke açısından ortaya çıkan farklılıkların gerisinde de bu koşullarla ilgili farklılıklar yatar. Sosyo-ekonomik hakların anlamı ve serencamı ile ilgili bu bildiri de, bu nedenle, sosyal, ekonomik siyasal koşullara odaklanmak, bu konularda yaşanan değişiklikleri dikkate almak durumundadır.  Bu hakların günümüzdeki ve Türkiye’deki durumu ancak bu alanlardaki tartışmalarla açıklık kazanabilir.

Bu tartışmalara geçmeden, küçük bir parantezle sosyo-ekonomik hakların insanlık ya da uygarlık açısından önemine değinmek istiyorum. Günümüzde gelişme deyince, ilk önce ekonomik-teknolojik gelişmeler akla geliyor; Homo Sapiens ’in “insanlaşma” serüveni içinde ateşten matbaaya, oradan elektriğe bugün yapay zekaya kadar uzanan gelişmelerin payının büyük olduğu, yani teknolojinin önemi tartışılamaz.  Ancak “insan” olmayı bir değer haline getiren, insanlığa “uygarlık” yolunu açan gelişmeleri, ekonomik-teknolojik gelişmelerden çok, birlikte ve güven içinde yaşamayı mümkün kılan hukukta aramak yanlış olmaz. İnsan, birlikte yaşamayı, işbirliğini, güveni gerçekleştirememiş olsa, teknolojik açıdan gelişmesi de mümkün olmayacaktır. Öte yandan insanın çelişkili bir varlık olduğu, iyilik kadar kötülük barındırdığı ortada, -dünya ahvaline bakmak yeter- dolayısıyla kötülüklere hukukla sınır çizerek işbirliği ve güvenin sürdürülmesini sağlaması başlı başına bir gelişmişlik göstergesi olduğu söylenebilir.

Hukukun gelişmesi içinde, her insanı eşit değerde ve özgür kabul eden insan hak ve özgürlüklerine gelinmesi, birlikte yaşamayı insan iradesi ve seçimlerine bağlayan demokratik ilke ve kurumların kabulü ise,  insani gelişme açısından bambaşka değerde. İnsan ve insanlıktan bir değer olarak söz edilebilmesi, “insanlaşma” serüveninin kutsanabilmesi açısından bu gelişmelerin bayrak direkleri niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki, bu bayraklar henüz göndere çekilebilmiş değil, ancak aşağılarda dalgalanabilmekteler. 

Öte yandan sosyo-ekonomik hakları temel hak ve özgürlükler kadar önemsediğimi söylememek gerek. Onlar, insani gelişme açısından olduğu kadar temel hak ve özgürlükler ile demokrasinin varlık kazanması açısından da vazgeçilmez nitelikteler;  “özgürlük, eşitlik, dayanışma” gibi üç insani değerin birlikte var olmasını mümkün kılmanın da bu haklardan geçtiğini söylemek gerekmekte. Liberal düşünce açısından pek önemsenmedikleri, liberal demokrasi tartışmalarına pek konu olmadıklarını biliyoruz; ancak bunlara önem vermeyen dünya ahvalinin nasıl olduğu da ortada!…

Demokrasi kültürü denilen şeyin gelişebilmesinde toplumun eğitimden toplumsal refaha ve toplumsal eşitliğe uzanan koşullarının etkisi büyük; ülkemiz bu tartışmalar için iyi bir örnek!… Batılılaşma, modernleşme çabamız 100 yıldan fazladır sürüyor; bu dönemde Batı’dan aktarılan tüm hukuk kurallarının bu ülke gerçeği içinde yoğrulduğu biliniyor, anayasanın bir çok kez lafzı ve ruhuyla yok sayıldığına da tanık olduk. Şimdi sandık demokrasisi ile demokrasinin ne hale gelebileceğini görüyoruz! Bu yaşananların gerisinde birçok faktör var kuşkusuz; ancak, bunlar arasında, demokratikleşme sonrasında da sınıf temelli politikaların yasaklanması ve emeğin siyasallaşmasının önlenmesinin payı görmezlikten gelinemez. Bu yasak ve politikalar siyasetin ve demokrasinin aksak ve dengesiz kalmasına yol açtıkları gibi, toplumun büyük kesiminin devlete bağımlı kılınmasının sağlayan popülist politikaları da zorunlu ve güçlü kılmışlardır.

Konuyu, iki ana bölümde ele alıp, önce sosyo-ekonomik hakların niteliklerini, sonra da bu hakların Türkiye’deki yeri ve gelişimini tartışmaya çalışacağım. Konunun, zaman ve mekân farklılıkları, toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullar gibi çok değişkenli bir alan olduğuna kuşku yok;  bu değişkenlerin her birini ayrıntıyla ele almak mümkün değil. Örneğin Türkiye’nin farklı dönemleri dikkate alarak toplumsal, ekonomik, siyasal tablosunu çıkarmak için bir değil, birçok kitap gerekeceği açık. Bu nedenle, bildiride, sosyo-ekonomik hakların sosyo-politik koşullarla ilişkiler açısından etkileri daha doğrudan olan ekonomi politikaları, siyasal anlayışlar ve toplumsal güç ilişkileri gibi birkaç konuya yoğunlaşmak istiyorum.  Burada bile ancak bir özet ortaya koyabileceğim ve bu özetin yetersiz ve eksik kalan birçok yanı olacağına kuşku yok.

1-Sosyo-ekonomik hakların niteliği:

  • Sosyal ve ekonomik haklar ayrımı  
  • Sosyal, ekonomik, politik koşulların ürünü
  • Değişen toplumsal güç ilişkileri ve sınıfsal nitelik
  • Özgürlükle eşitlik ve dayanışmanın buluşması
  • Sosyal devlet
  • Temel haklarla demokrasi anlayışı ve talebinin güçlenmesi
  • Siyasal ekonominin sonucu ve göstergesi
  • Uluslararası Sözleşmeler ve Hakların Bütünlüğü

– Sosyal ve ekonomik haklar ayırımı!

Ekonomik-teknolojik gelişmelerin füze hızında, insani gelişmenin ise yaya kaldığı dünyamızda sosyo-ekonomik” hakları önemsemek, özellikle ekonomik hakları vurgulamak ihtiyacı büyük.

Sosyo-ekonomik haklar dendiğinde eğitim, sağlık, çalışma, sosyal güvenlik, barınma, insan onuruna yakışır ücret ve yaşam hakkı gibi haklar başta gelmekle birlikte, üçüncü kuşak olarak kabul gören kadın hakları, tüketici hakları, çevre hakları gibi hakları da sosyo-ekonomik haklarla ilişkilendirmek yanlış olmaz. Bu hakların, sosyal haklar ve ekonomik haklar gibi bir ayırım içinde düşünüldüğü de görülüyor. Sosyal haklar olarak eğitim, sağlık, barınma haklarından söz edilirken,  çalışma hakkı, iyi ve korunaklı çalışma koşulları, yeterli bir gelir gibi doğrudan ekonomik bölüşümle ilgili haklar “ekonomik haklar” gurubuna girmektedir[1] Bu ayırıma, “Kapitalizm Küreselleşirken Dünya Ahvali” adlı kitapta hayli yer verdim ve bu ayırımın, hakların küresel kapitalizm ve neo-liberal politikaların karşısındaki konumunu ortaya koymak açısından anlamlı olduğunu düşünmekteyim:[2] Anlamlı, çünkü bugünkü egemen sistem, ekonomik ve siyasal anlayışıyla sosyal nitelikli haklarla az ya da çok uzlaşırken, ekonomik nitelikli hakları yok saydığını görmemek mümkün değil.

Bugün “sosyo-ekonomik” haklar yerine “sosyal haklar” deyiminin yaygınlaştığı görülüyor. Ancak, 1980 sonrasında sosyo-ekonomik eşitsizlikler geri plana itilirken kimlik gibi kültürel farklılıkların öne çıkarılması, “sosyo-ekonomik haklar” deyiminden vazgeçilip sosyal haklar (social rights) kavramının kullanılmasını kendiliğinden değil, sosyo-kültürel yapıyı da etkisi altına alan “neo-liberal” zamanların marifeti saymak yanlış olmaz! Dolayısıyla, “sosyal haklar” gibi bir ifade kullanıldığında, terminolojik bir “indirgeme” yapmakla kalmıyor, aynı zamanda günümüzdeki egemen sistem ve egemen ideolojinin tercihi yönünde bir söylem kullanır duruma geliyoruz. Uygulamaya bakıldığında, eğitim, sağlık, barınma, sosyal güvenlik gibi haklardan tümüyle vazgeçilemese bile piyasalaşma yolunda oldukları ortada; tümüyle piyasa malı olmalarını engelleyen de,  liberal demokrasilerde bu tür ihtiyaçlara tamamen sırtını dönülememesi!… Çalışma hakkı ise, artık unutulmuş görünüyor; iyi işler, korunaklı çalışma koşulları gibi konularda da iyi dileklerden ötesi yok.

Liberalizm, artık yalnız ekonomiyi değil sosyo-kültürel yapıyı da biçimlendirmektedir; bu egemenlik içinde çalışma hakkı diye bir şey olmadığı gibi, bundan bir hak olarak söz etmenin de anlamı yoktur!… Bunlara karşı, sosyo-ekonomik hakları hatırlatmak gerekiyor.

Örneğin çalışma hakkının tüm sosyo-ekonomik haklar içinde merkezi bir önemi var; ayrıca, “ücretliler toplumu” haline gelen günümüz toplumunda çalışma hakkı, insan onuruna yaraşır ücret ve korunaklı çalışma koşullarıyla ilgili ekonomik haklar toplumun büyük kesimini ilgilendiren ve yaşamını belirleyen haklar niteliğinde. Buna karşın günümüzde iyi iş değil iş bulmak bile zorlaşmakta, dijital devrim ve yapay zekâ alanındaki hızlı gelişmelerle daha zorlaştığı ve zorlaşacağı bilinmektedir. İşsizliğe karşılık, “temel gelir” veya “yurttaşlık geliri” gibi uygulamalardan söz edildiğini de görüyoruz; ancak bu uygulama içinde herkese onurlu bir yaşam düzeyini sağlayacak bir gelirin verileceğini düşünmek zor. Böyle bir temel gelir, toplumsal gelirin bölüşümünde kökten dönüşüm anlamına gelir ki, kapitalist sistem ve neoliberal politikaların buna rıza göstermeleri beklenemez. Beklenebilseydi, çalışma saatlerini düşürerek isteyen herkese iş olanağının yolu bulunabilirdi. “Temel gelir” diye bugünkü asgari geçim düzeyi gibi düşük düzeyde bir gelir uygulamaya konduğunda ise- bu gelir hak niteliğinde olsa bile- yoksulluk ve devlete bağımlılığın artacağı kuşkusuz.

– Tarihin ve sosyal, ekonomik, siyasal koşulların ürünü

Hem zamanın ruhu hem toplumun mayası hukukun yapımında da, uygulamasında da belirleyici konumda; bu ilişki sosyo-ekonomik haklar açısından daha da belirgin…

Sosyo-ekonomik haklar,  temel haklar ve demokratik gelişmeler gibi, Batı Avrupa tarihi ve gelişmesi içinde ortaya çıkan bir olgu; arkalarında birçok etmen var. Bunlar arasında, liberal ekonomiden vazgeçilerek Keynesyen ekonomi politikalarına geçiş ile 19. Yüzyıl boyunca süren emek-sermaye çatışmasını uzlaştırmak üzere demokrasi ile devlet anlayışının değişmesinin önemi büyük. Bunların arasına savaş sonrası Avrupa’nın hemen yanı başında oluşan Doğu Blok’unun yol açtığı tehdit ve tehlikeleri de katabiliriz. Özetle toplumsal ihtiyaçlarla toplumsal güçler değişimi dayatmaktadır diyebiliriz. Bir yandan iki dünya savaşı sonrasında toplumda sosyo-ekonomik açıdan çöküş yaşanmakta ve bunlara cevap bulmak gerekmektedir. Bunun için ekonomi politikalarının değişmesine ve devletin ekonomiye müdahil olup piyasayı dengeleyeceği Keynesyen ekonomi politikalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Öte yandan emeğin siyasal haklara kavuşmasıyla toplumsal-siyasal güç ilişkileri değişmiştir ve sosyo-ekonomik beklentilere yanıt vermek için toplumsal uzlaşmaya ihtiyaç vardır. Savaş koşullarında iki taraf arasında sağlanan ve yararları görülen uzlaşmadan alınan dersler olduğu da kuşkusuz. Ekonomik açıdan, kalkınmayı sağlamak ve sosyo-ekonomik sorunlara çözüm üretmek için “bırakınız yapsınlar” anlayışından vazgeçilerek devletin etkin bir aktör olarak devreye girdiği Keynesyen ekonomiye geçilmesi gerekmekte. Siyasal açıdan, emeğin siyasallaşmasıyla toplumsal güç ilişkileri değiştiğinden emek-sermaye çatışması -eylem, protesto veya direnişe konu olmaktan çıkıp- siyasete tahvil edilmektedir. Toplumsal açıdan da, sosyo-ekonomik sorunların çözümü ve toplumsal uzlaşmanın sürdürülmesi için devlet anlayışı değişmekte, devlet sosyal refah, sosyal eşitlik, sosyal adalet yönünde sosyal politikalara gitmektedir. Böylece, sosyo-ekonomik haklarla ve sosyal devletin yolu açılmaktadır.  

Bu koşullarda, ekonominin de, siyasetin de toplumcu özellikler kazanmaya doğru ilerlemesi kaçınılmazdır; bir yandan, emeğin siyasallaşması sosyal demokrat veya işçi partilerini iktidara taşımakta,  öte yandan demokrasinin gücü liberal anlayışı değişime uğratmaktadır. Böylece iş kazalarıyla başlayan güvenceler işsizlik sigortasına uzanmış, tam istihdam hedefi benimsenmiş, genel sağlık sigortası devreye girmiş, belirli bir yaşa kadar eğitim zorunlu ve parasız olmuş, sosyal konutlar yapımına geçilmiştir. Batı Avrupa’da sosyo-ekonomik haklarla ilgili düzenlemelerin çoğunda sosyal demokrat hükümetlerin payı olsa da, liberal hükümetler zamanında da bu tür düzenlemelere devam edildiği örülüyor.[3] Liberal düşüncenin “yasalar önündeki eşitlik” gibi kısıtlı eşitlik anlayışının, “fırsat eşitliği“ gibi görece daha geniş bir anlayışa doğru evrilmesini de, yine kitlelerin gücü ve demokrasinin gereğine bağlamak doğru olur. Bu nedenle, liberal yaklaşım açısından demokrasiyi Aşil’in topuğuna benzetmek mümkün;[4] demokrasi ve eşit oy hakkı varsa, kitlelerin ihtiyaç ve beklentilerini dikkate almamak zor! Ne var ki, daha sonra değineceğim gibi, 80 sonrasının koşullarında demokrasinin liberaller için Aşil’in topuğu olmaktan büyük ölçüde çıktığını söylemek gerekiyor. Bu dönemde, ekonomik, siyasal toplumsal koşullar değişmiş, bu değişimler liberal ekonomiyi bazı kısıtlamalardan kurtarmıştır ama sağlanan serbestlik sonunda yalnız artan eşitsizlik ve adaletsizlikler toplumlar yaralanmakla kalmamış, siyaset ile demokrasi de gözden düşmüştür.

Değişen toplumsal güç ilişkileri ve sınıfsal nitelik

Sosyo-ekonomik hakların, gerek ortaya çıkışları gerek hedefleri açısından sınıfsal nitelik taşıdıkları açıktır.

İnsan haklarının hayata geçtiği ilk dönemde temel hak ve özgürlüklerden yararlananların toplumun zengin ve ayrıcalıklı kesimi olduğu, işçi sınıfının ve kadınların bu haklardan mahrum bırakıldığı biliniyor. O nedenle Batı’da emeğin mücadele tarihi, sendikal ve siyasal haklar olmak üzere iki yönlüdür; eşit oy hakkı ve siyasal yaşamda güçlenmenin ekonomik mücadeleleri için önemi daha baştan bilinmektedir diyebiliriz. Sınıf olarak siyasette var olmak, toplumsal-siyasal güç dengesini değiştirirken, siyaset, demokrasi, devlet anlayışı da değişime zorlanacaktır diye düşünülmekte ki, geçerli olduğu kuşkusuz. 1945 sonrasında liberal ekonomi yerine devletin müdahalesine imkân veren Keynesyen ekonomi politikalarına geçilirken, eğitim, sağlık, çalışma, sosyal güvenlikle ilgili düzenlemelere gidilmesi,  devlet anlayışının seyirci devlet (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) olmaktan çıkıp “sosyal devlet”  yönünde bir değişim geçirmesinin arkasındaki en önemli faktör toplumsal-siyasal güç dengesindeki bu değişimdir.

Böylece Batı Avrupa’nın, kapitalist ekonomi, çoğulcu demokrasi ve sosyal devlet gibi üç ayağa dayalı bir toplumsal uzlaşmaya vardığı söylenebilir. Söz konusu uzlaşmayı, emek ile sermaye, kapitalist ekonomi ile demokrasi, piyasa ile sosyal devlet arasında bir uzlaşma olarak nitelendirmek de mümkün. [5]

Bu uzlaşmanın anlamına gelince,  işçi sınıfı devrimci çizgiden ayrılıp parlamenter sistem içinde mücadele yolunu seçerken, kapitalist sistemi de kabul etmiş olmakta; sermaye ise, sınıf çatışmasının siyasete devrine, yani hem çatışmanın siyasal düzeyde devamına hem de devletin uzlaşmayı sürdürme amaçlı sosyo-ekonomik müdahalelerine rıza göstermektedir. Devlet ise, ekonomik ve toplumsal yaşamda etkin bir aktör,  emek-sermaye arasındaki ilişkilerinde ”hakem” rolündedir.

Özetle sosyal devlet, kapitalist sistem içinde varlık kazanmakta, toplumsal-siyasal gelişmelerin ürünü olmaktadır. Sosyal devletin kapitalizmin sürdürülmesine katkı sağladığı düşünüldüğünden, Marksist yaklaşım sosyal devlete eleştirel yaklaşır. Doğru yanı olduğu kuşkusuz; ancak sistem değişmese de ekonomi politikalarının değişmesiyle siyasetin sisteme müdahale edebilmesi mümkün olduğundan, sosyo-ekonomik hakların ve sosyal devletin kabulüyle sistemin ve piyasanın daha ”eşitlikçi bir paylaşım” yönünde işlemesinin mümkün kılındığı da küçümsenemez. Ne var ki, “toplumsal eşitliğin” gerçekleşmesi özellikle ekonomik hakların güç kazanmasıyla mümkün olduğundan, her sosyal devlette bu yönde bir gelişme sağlanamazken, sağlanan gelişmelerin 80 sonrasının neo-liberal politikalarıyla Avrupa’da sosyal devlet açısından daha iyi örnekler sunan ülkelerde bile gerilediği bir gerçek. Ekonomik, siyasal, toplumsal koşulların ürünü olan sosyo-ekonomik hakların değişen koşullardan etkilenmeleri kaçınılmaz. Örneğin Avrupa Birliği  (AB) olarak birleşen Avrupa, bu birleşmeden ve küreselleşmeden ekonomik olarak büyük yarar sağladığından bundan vazgeçemiyor, ancak küresel rekabet içinde ekonomik gücünü korumak isterken tam istihdam, iyi ücret gibi sosyo-ekonomik hedeflerinden taviz vermesi gerekiyor ki, bu tavizler nedeniyle sosyal devlet anlayışı her modelde az veya çok gerilemek durumunda kalmakta. Sol partilere gelince, getirdiği yararlar nedeniyle küreselleşmeye karşı duramadıklarından liberal partilerden farklı bir şey söyleyememekte, siyasal yelpazede sol ile liberal ve muhafazakâr partiler arasında büyük bir fark kalmamaktadır.

Yine de, öteki ülkelere göre çok daha iyi olan koşulları korumak için örgütlü emeğin büyük ölçüde 1945 sonrasına dayanan “tarihi uzlaşmayı” sürdürmeyi tercih ettiği söylenebilir. Bu nedenle özellikle örgütlü emek açısından koşullar hala öteki ülkelere göre bu ülkelerde daha iyi durumdadır; gelir dağılımı açısından eşitsizliğin en düşük olduğu coğrafya burası, sosyal eşitlik, sosyal refah, sosyal adalet gibi hedeflerin hala unutulmadığı ülkeler buradadır.

-Özgürlükle eşitlik ve dayanışmanın buluşması

Özgürlük, eşitlik, kardeşlik veya dayanışma” idealleri düşünüldüğünde, sivil haklar ve siyasal hakların bireyin özgürlüğü açısından vazgeçilmez olsalar da, eşitlik ve dayanışma açısından yetersiz kaldıkları biliniyor; bu nedenle, eşitlik ve dayanışma açısından olduğu kadar, özgürlüklerin varlık kazanması açısından da sosyo-ekonomik hakların değeri büyüktür.

Klasik liberalizm içinde özgürlük, genellikle bireyin “irade özgürlüğü” olarak ve  “bir şeyden özgür olma” (negatif özgürlük) anlamında tanımlanmakta; özgürlük de, bireyin özgürlüğünü kısıtlayan engellerin kaldırılması olarak anlaşılmaktadır.[6] Negatif özgürlük anlayışı çerçevesinde vatandaşların “yasalar karşısında eşit” oldukları kabul edildiğinden, eşitlik de, özgürlük gibi negatif karakterdedir; vatandaşların sosyal, ekonomik, kültürel açıdan farklı ve eşitsiz konumlarının bir önemi yoktur, eşitsizlikleri azaltma doğrultusunda toplumsal bir müdahale istenmediğinden “dayanışma“ gibi bir değerin önemsendiği de söylenemez. Aksine, özgürlüklerin veya eşitliğin sağlanması açısından dışarıdan gelecek müdahalelere yer olmadığı düşünülür ve bu tür müdahaleler zararlı görülürler. Örneğin Hayek, somut bir eşitlik sağlamak üzere hükümetlerin göstereceği çabaların yasa önünde eşitlikle zıt olduğunu söylerken, hukukun üstünlüğünün iktisadi eşitsizlikler doğurduğu inkâr edilemese de bunları kabul etmek gerektiğini, maddi eşitsizliklere müdahalenin – örneğin piyasaya müdahale ederek- güvenliği ve özgürlükleri ortadan kaldıracağını ileri sürmektedir.[7] Bu koşullarda yoksulluğun olması kaçınılmaz, devletin müdahalesi de “yoksullara yardım” niteliğindedir. 

Bu kısıtlı eşitlik anlayışının siyasal liberalizmin gelişme süreci içinde az da olsa değişime uğradığını söylemek gerekiyor. Siyasal liberalizm felsefi temelini bireyin özgürlüğü düşüncesinde bulmakta; bireyin özgürleşmesinin de, onu kısıtlayan tüm otoritelere ve kutsallıklara, en başta da devlete karşı korunmasıyla mümkün olacağı düşünülmektedir. Bireyin korunması ve özgürlüklerin güvence altına alınması için devlet aygıtını sınırlamak ve denetlemek gerektiğinden, insan hak ve özgürlükleri, anayasal otorite, erkler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı gibi birçok ilke ve mekanizmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Bu süreçte eşitlik anlayışının da, önce eşit oy hakkı veya “siyasal eşitlik”, daha sonra “fırsat eşitliği” yönünde bir değişim geçirdiği görülmekte. Bu değişimleri, 1945 sonrası yaşanan toplumsal-siyasal gelişmelerin ve demokrasinin getirdiği sonuçlar olarak görmek de yanlış olmaz.

Eşitlik, tanımlanması da, gerçekleşmesi de zor bir kavram!… Her şeyden önce, özgürlük gibi bireysel düzeyde tanımlamak mümkün değil; ilişkiler içinde düşünülmesi gerekmekte. Öte yandan, bireysel anlamda insanlar arasında mutlak anlamda bir eşitliğin gerçekleşmesine olanak yok. Her insan, yalnız çevresel koşulları değil,  doğası, alışkanlıkları, değerleri açısından farklı; bu nedenle insanlar arasında benzerlikler söz konusu olsa da, “aynılık” söz konusu değil; Buna karşın toplumsal ve siyasal ilişkiler söz konusu olduğunda,  ilkesel anlamda eşitlik hem bir değer hem bir hedef.

Bugün hemen her düşünce açısından “her insanın eşit değerde olduğu, herkese eşit davranılması gerektiği” gibi genel bir ilke kabul edilmiş durumda; ancak toplumsal-siyasal ilişkiler anlamında bir eşitlikten söz edilebilmesi için “hangi konuda eşitlik” gibi bir sorunun sorulmasına ihtiyaç duyulmakta. Stanford Felsefe Ansiklopedisi’ne göre, “eşitlik, iki veya ikiden çok kişi veya gurup ( kimler) ile bir veya birçok nitelik (hangi konuda) arasında ortaya çıkan üç taraflı bir ilişkidir” gibi bir tanımlamayı) başlangıç noktası olarak almak, yani eşitlikten söz edildiğinde, “kimler arasında ve hangi konuda gibi eşitlik” gibi sorular sormak gerekmekte.

Sosyo-ekonomik haklar, vatandaşların sosyo-ekonomik koşullar açısından asgari bir standart veya güvenceye sahip olmalarını sağlayarak, “fırsat eşitliğine” hizmet eder. Böyle bir eşitliğin kabulünde  “faydacı” bir beklentinin rol oynadığı da söylenebilir:[8]  Her şeyden önce, belirli eğitim, sağlık, sosyal güvenceye sahip işgücü ekonomik verimliliğe katkı sağladığı gibi, bu niteliklerin devlet kaynaklarıyla sağlanması işletmelerin yükünü azaltmaktadır. Bu nedenle, emeğin sosyo-ekonomik koşulları için verdiği mücadeleler siyasete aktarılır ve sosyal devletin politikaları arasına girerken, bu aktarımın emek için getirileri kadar, hükümetler ve sermaye için de çalışma barışı, toplumsal uzlaşma, ekonomik istikrar ve verimlilik gibi birçok getirisi olduğu unutulamaz. Öte yandan, eğitim, sağlık, iş, gelir, güvenlik gibi temel konularda sağlanan fırsatlar ve iyileştirilen koşulların iyi bir yaşam (decent life) için olduğu kadar, iyi yaşamlar arasında seçim yapabilmek, bir başka deyişle özgürlüklerin kullanımı açısından da önemli olduğu kuşkusuz. Kısacası “eşit fırsatlar” gibi bir ilkenin, demokratik süreçlerin işlemesi açısından vazgeçilmez önemde olduğunu düşünmek mümkün.[9] Benzer bir düşünceyi, sosyal liberaller arasında yer alan Rawls’da da görüyoruz.

Sonuç olarak sosyo-ekonomik hakları, fırsat eşitliğine hayat kazandıran, böylece  “özgürlükle eşitliğin ve dayanışmanın”  buluşmasını sağlayan haklar olarak düşünebiliriz.[10] Devletin pozitif müdahalesi ile gerçekleştirilebilen bu hakların- eğitim, sağlık, konut, güvenlik gibi- gerçekleşmesi, toplumun birikimi olarak düşünülebilecek vergi gelirinin sosyal eşitlik ve sosyal dayanışmanın güçlenmesi için harcanması anlamına da gelmekte. Bu haklar piyasa dışına çıkarıldığı ve kamu hizmeti olarak sağlandığı ölçüde toplumsal eşitlik gelişir ve dayanışma güçlenir, metalaştığı ölçüde sosyal devlet gerilerken sosyal eşitlik ve sosyal dayanışma da azalır.

– Sosyal devlet

Sosyal devlete büyük ölçüde hukuki zemin kazandıran sosyo-ekonomik hakların kabulü olduğu gibi, sosyal devlet anlayışını farklılaştıran kriter de sosyo-ekonomik haklara ilişkin yaklaşım ve bunların gerçekleşme düzeyi ile ilgili.

 İlkesel olarak sosyal devletten beklenen, sosyo-ekonomik hakları piyasa dışına (de-commodification) çıkarmasıdır:[11] Sosyal devlet modelleri arasındaki farklılık da, bu hakların piyasa dışına çıkarılmalarının ölçüsünden/düzeyinden gelmekte. 

Hiçbir demokraside ve sosyal devlet modelinde sosyo-ekonomik hakların külliyen yok sayıldığı söylenemez. Ancak, haklar ve gerçekleşme düzeyleri açısından farklılıklar gözden kaçırılamayacak boyuttadır. Örneğin liberal sosyal devlet anlayışı içinde, en altta, geride kalanlara yardım biçiminde bir anlayış geçerlidir. Eğitim ve sağlık haklarının kamu tarafından karşılanmasından tümüyle vazgeçilmese da piyasalaştırma eğilimi yüksektir, sosyal güvenlik ve sendikal haklar konusunda engeller ve yetersizlikler boldur, çalışma hakkı ise yok mertebesindeyken, çalışma koşulları büyük ölçüde piyasa koşullarına bırakılmaktadır. Bu nedenle işgücü piyasasında eşitsizlikler büyüktür, insan onuruna yakışır işler ve koşullar da pek dert değildir. “Ücretliler” toplumunda yığınlar için tek geçim kaynağı ücretli bir iş bulabilmekten geçerken, çalışma hakkının yokluğunu, sosyo-ekonomik hakların ve ,sosyal devletin yokluğu olarak yorumlamak çok da yanlış olmaz düşüncesindeyim.

Dolayısıyla sosyal politika ve sosyal devletten söz edildiğinde, sosyo-ekonomik hakların, özellikle çalışma hakkı dahil olmak üzere ekonomik hakların konumuna bakmak doğru olur. Bu hakların konumu, bize, nasıl bir sosyal politika ve sosyal devlet anlayışından söz edilebileceğini gösterir. Bu irdelemeyi yaparken, çalışma hakkının kritik ve belirleyici konumu da göz ardı edilemez. Çalışma hakkı ve insana yaraşır bir ücret düzeyi hak olarak kabul edilmedikçe, sosyal politikanın “sosyal güvenlik” veya “sosyal yardım” politikası olmaktan öteye gitmesi mümkün değildir. 

– Temel haklarla demokrasi anlayışı ve talebinin güçlenmesindeki rolleri

Siyaset, temelde, güç ilişkileri içinde biçimlendiği gibi,  demokrasi kültürü denilen şeyin de eğitim ve deneyim meselesi olduğu kadar, bilinçli ve güçlü bireylerle kazanılacağına kuşku yok. Bu nedenle sosyo-ekonomik haklar, temel hak ve özgürlüklerin varlık kazanmalarına hizmet ederken demokrasiye de hizmet ederler.

Sosyo-ekonomik hakların temel hak ve özgürlüklerin varlık kazanması açısından oynadıkları rolün ve demokrasinin anlam ve işlevine katkısı pek dikkate alınmaz ama yalnızca eğitim olanağının yaygınlaşmasının bile önemini nasıl yadsınabilir?  Bu nedenle demokrasiden konuşulurken, sosyo-ekonomik hakların vatandaşların öğrenme, bilme, seçme kapasitelerini güçlenmesi açısından oynadıkları rolün, siyaset ve demokrasiye yapacakları katkının vurgulanması gerektiğini düşüncesindeyim.[12]

Bu noktada Marshall’ı anmak kaçınılmaz. Marshall’ın deyişiyle, refah devletinin amacı yalnızca gelir dağılımı veya sağlık sorunları gibi sosyal sorunları çözmek değildir, bundan daha ilerde bir ideali vardır; maddesel koşulların iyileşmesi, aynı zamanda, sivil toplumun güçlenmesi ve uygarlığın zenginleşmesi için atılmış adımlar olarak önemlidirler:[13] Kısacası, sosyal vatandaşlık ve sosyal eşitliğin, kendi başlarına önemlerinin dışında, siyasal eşitliği geliştirmek ve demokrasinin işlevselliğinin arttırmak açısından da önemleri vardır; bu amaçlar ve bu yolda sağlanan gelişmeler siyasete ve demokrasiye prosedürel-kurumsal niteliklerin ötesinde anlam ve işlev kazandırırlar. Ne var ki, siyasal demokrasi tartışmalarında çoğunlukla bu ilişkilere yer veren tartışmalara rastlamak zor. Oysa, demokrasiye ve demokratik kurumlara ilişkin kuşkuların artmasında bu işlev kaybını görmemek mümkün değil; artan toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliklerle kendisine karşı bir güç bırakmayan küresel kapitalizmin ve liberal politikaların demokrasiyi sakatladığını düşünmek için de epeyce neden var. Bu konuda, yalnızca Türkiye örneği bile çok şey anlatmakta.

Eşit fırsatların demokratik süreçlerin işlemesi açısından vazgeçilmez önemde olduğunu düşünen sosyal liberaller arasında Rawls’ın yaklaşımı da önemli.  Rawls için, vatandaşlar arasındaki farklı kapasiteler en başta demokratik katılım açısından sakıncalıdır. Ona göre, adil bir anayasal demokrasi, özgürlük ve eşitlik gibi iki temel değeri üç karakteristik ilke halinde birleştiren ve düzenleyen toplumdur:[14] İlk ikisi, temel haklar, özgürlükleri, fırsatları belirler; üçüncüsü ise, her vatandaşın özgürlüklerden akıllıca ve etkili biçimde yararlanması için yeterli olanak sağlanması anlamını taşır. Bunun için de, toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin aşırıya kaçmasını engelleyecek temel bir yapı gerekir. Bu üçüncü ilke olmadığında ortaya çıkan rejimi “liberteryanizm” olarak adlandıran Rawls, liberalizmi bundan ayırır ve liberal bir rejimde istikrarı sağlamak açısından şu şartları gerekli görür; eğitimde fırsat eşitliği,  temel sağlık hizmetleri, uygun bir gelir ve refah dağılımı, makul bir iş ve çalışma güvencesi, politik konularda kamuoyunun bilgi edinme olanaklarının varlığı… Özetle Rawls, sivil ve siyasal hakları önemsemekle birlikte,  toplumdaki aşırı eşitsizliklerin bunların varlık kazanmasını engelleyeceğini  düşünmekte ve adaletin sağlanması için yalnız “herkes için geçerli eşit temel özgürlüklerin” yeterli olmadığını, toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin “en az avantajlı olana en büyük yarar sağlayacak” biçimde düzeltilmesi gerektiğini söylemektedir:[15] Bu nedenle, “eşit değerde özgürlük” gibi bir anlayışı ileri sürer ve toplumsal düzeyde aşırı adaletsizliklerin önlenmesi doğrultusunda “farklılık” (difference principle) ilkesi olarak adlandırılan bir ilke ile uygun bir gelir dağılımına ihtiyaç olduğunu söyler. Bu adalet anlayışı içinde eşit değerde özgürlük anlayışının, “bölüşüm adaleti” açısından taşıdığı duyarlılıkla fırsat eşitliğinden öte bir anlayışı temsil ettiğini de söylemek gerek.

– Siyasal ekonominin hem sonucu hem göstergesi

Sosyo-ekonomik haklar pozitif niteliktedir, varlıkları ve gelişmeleri devletin vergi geliri üzerinden bunlara kaynak ayırmalarına bağlıdır. Bunların hayata geçmesi için eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, barınma gibi hakların kamu hizmeti olarak sağlanması, iyi işler, korunaklı çalışma koşullar, sosyal güvenlik gibi hakların gelişmesi gerekiyor, bireyin gelişmesi ve korunması sağlansın. Bunların gerçekleşmesi için devletin önemli bir kaynağa ihtiyaç duyacağı açık; bu nedenle hem adil bir vergi politikasına hem de toplumsal eşitlik ve adaletten yana bölüşüm politikasına ihtiyaç vardır. Bu nedenle sosyo-ekonomik haklar, bir yandan devletin gelirin yeniden bölüşümünde oynadığı rolün sonucu olarak -az veya çok- varlık gösterirler; öte yandan hayata geçme düzeyleri- örneğin bu hakların kimlere, ne kadar, ne düzeyde sağlandığı- siyasal ekonominin göstergesi niteliğini taşır.

Burada, devletin her koşulda  “gelirin yeniden dağıtımında” etkin bir rol oynadığını hatırlatmak isterim.[16] Hem vergi politikaları hem bütçe ve harcama kalemleri, yani kimlerden vergi alındığı ile kimlere harcandığı, -ihaleler, izinler, aflar, teşvikler gibi- devletin gelirin yeniden dağılımında kimden yana olduğunun göstergeleridir. Liberal demokrasilerde çok zaman sermaye birikimi yönündeki politikalar önceliklidir; bu önceliği, harcama kelemleri açısından olduğu kadar, düşük gelir vergisi, yoğun vergi kaçırma, dolaylı vergilerin hacmi gibi göstergelerle de anlamak mümkün. Sosyo-ekonomik hakların gerçekleşmesi önemsendiğinde ise, devletin ekonomik kaynağını güçlendirmesine ihtiyaç var ki, etkin ve adil bir vergi politikasına ihtiyaç duyulması kaçınılmaz. Özetle, sosyo-ekonomik haklar ve sosyal devlet konusunda vergi sistemi bize çok şey anlatır.

Demokrasiyi kabul eden her toplumda, sosyo-ekonomik hakların az çok varlığından ve devletin ”gelirin yeniden dağıtımında” yine az veya çok sosyal eşitlik yönünde bir rol oynadığından söz edilebilir. Yukarıda birkaç kez değindiğim gibi, siyasal demokrasi kabul edilmişse kitlelerin istem ve ihtiyaçlarına tümüyle sırt çevirmek mümkün değildir; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi hakların asgari düzeyde de olsa kamu hizmeti olarak karşılanması beklenir. Buna karşın, sağlanan hizmetlerin hacmi ve niteliği benimsenen siyasal ekonomi anlayışına göre değişecektir; sosyo-ekonomik haklar ciddiye alındığında bu hizmetlerin kapsamı geniş, verdikleri hizmet kaliteli olacak; bu nedenle GSMH içinde hem vergilerin hem sosyal harcamalara ayrılan pay yüksek olacaktır. Sosyo-ekonomik hakların güç kazanamadığı koşullarda ise bu paylar azalırken popülist politikalar devreye girmesi gerekecektir.

Bu konuda, örneğin 1945-80 arasındaki Keynesyen ekonomi politikaları ile 1980 sonrasındaki neo-liberal ekonomi döneminin,  vergi politikaları ve kamu hizmetleri açısından sonuçları çok farklı olduğu gibi, toplumsal-siyasal koşullardaki farklılık nedeniyle ülkelerin her iki dönemde de farklılaştığı görülmekte. Örneğin sosyo-ekonomik hakların durumu ve gelir dağılımında adalet açısından AB üyelerinin öteki tüm ülkelere göre daha iyi örnekler sunduğu ortada; İskandinav ülkelerinde ise bu alanlarda daha olumlu gelişmelerin sağlandığı biliniyor.  Buna karşın ABD ile gelişmekte olan ekonomilerin “gelir adaletsizliği” açısından kötü örnekler oldukları, 80 sonrasında bu adaletsizliğin daha da ileriye götürüldüü bir gerçek.

-Uluslararası Sözleşmeler ve Hakların Bütünlüğü

Ülke uygulamalarından sonra, Birleşmiş Milletler ‘in (BM) harekete geçmesi ve 1966 tarihinde “Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar Sözleşmesinin” (SEKHS) kabulüyle, sosyo-ekonomik hakların uluslararası düzeyde varlık kazanmış, SEKH Sözleşmesi yeterli imzaya 1976 tarihinde ulaştığından, bu tarihten sonra yürürlüğe girmiştir. O nedenle, 1948 tarihinde hayata geçen Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’ne göre daha yakın zamanların kazanımı olduğu gibi, bu haklara ilgili tartışmalar da hala bitmiş değildir. Bu konuda, öncelikle, liberal demokrasilerin biçim verdiği tüm sözleşmelerin ekonomik politikalara ilişkin bir şey söyleyemediklerini hatırlamak durumundayız. Örneğin SEKH Sözleşmesi ile getirilen haklar doğrudan siyasal ekonomiyle ilgili olmalarına karşın, Sözleşme’nin ekonomiyle ilgili bir sözü yoktur. Öte yandan insan haklarının varlık kazanmalarının ulus devletlere bırakıldığı, geçerliliklerinin her ülkenin koşullarına göre değiştiği biliniyor. Sosyo-ekonomik haklarla ilgili sözleşme açısından bu durum daha da belirgin; toplumsal, ekonomik, siyasal koşullar uygun olmadıkça bu haklar yok,  bu hakların varlık kazanması açısından BM’nin yapacağı bir şey de yok!… SEKH Sözleşmesi’nin denetlenmesi ancak beş yılda bir hükümetlerin verdiği raporlar üzerinde yapılmakta, raporların gerçeği yansıtma konusundaki zaafları bilinirken, BM’nin raporlarla ilgili yapabildiği de, tavsiye niteliğini geçmemektedir. Öte yandan SEKH Sözleşmesi’nin, İnsan Hakları Sözleşmesi gibi gönüllü kuruluşlar tarafından yakından izlendiği ve tartışıldığı söylenemez; yani bu Sözleşme açısından uluslararası bir denetimden söz etmek mümkün değildir.[17] Bu hakların ulusal ve uluslararası düzeyde hak aramak için yargıya konu olmaları da söz konusu değildir.

Kuşkusuz, bu yetersizliklerine karşın, uluslararası sözleşmelerin özellikle gelişme ve demokratikleşme yolunda ilerleyen ülkeler açısından önemi var.  Bu ülkelerde insan hakları yönündeki gelişmeler toplumsal mücadelelerden çok “modernleşme-demokratikleşme” yönündeki siyasal irade içinde varlık kazandığından, uluslararası sözleşmelerin kabulü, hem söz konusu ülkelerde bu yolda yasal-kurumsal bazı değişikliklere gitmeyi gerektirmekte hem bu alanda verilen toplumsal mücadeleler için bir dayanak/zemin oluşturmaktadır. Ancak, son tahlilde, temel haklar ve özgürlükler, özellikle de sosyo-ekonomik haklar açısından her toplumda toplumsal-siyasal güç ilişkilerinin belirleyici olduğu inkâr edilemez bir gerçek.  

Varlık kazanmaları zaten oldukça güç olan sosyo-ekonomik hakların siyasal ekonomi ile ilgisi büyük olduğundan, kapitalizmin küreselleşmesi sonrasında güç kazanan neoliberal politikalarla birlikte daha fazla tehdit altına girdikleri de açıktır. Hemen her ülkede çalışma koşulları gerileyip, sosyo-ekonomik koşullar kötüleşirken, yeniden yapılanma adı altında birçok ülkede kamu hizmetleri çökertilip bu hizmetlerin piyasalaşması yoluna gidilmiştir. Bunlar olurken SEKH Sözleşmesinin kabulünün pek fazla hükmünün olmadığı da anlaşılmıştır. Aslında, dünyadaki tüm ülkelerin temsilini içeren yapısı, barış, insan hakları, demokrasi, insani gelişme gibi konuları savunmaya yönelik çabalarıyla BM’nin ve bu konularla ilgili uluslararası sözleşmeler oluşturduğu kurumların vazgeçilemeyecek önemde olduğunu düşünüyorum; ne var k, hem kurumsal ve yönetim yapısının değişmesi hem yaptırım gücünün arttırılmasına ihtiyaç var. Bugün için, insani gelişme açısından içler acısı tabloyu ortaya koymaya, yoksulluğun “insan hakkı ihlali” olduğunu söylemeye, eşitsizlik ve adaletsizliklerin giderilmesi için Milenyum hedefleri gibi hedefleri benimsemeye çalışıyor;  bu çabalarının özellikle çok yoksul ülkelerle çok yoksul kesimler için önemi olduğu da kuşkusuz; ancak, bunların çok yetersiz kalması gibi, BM’de güçlü ülkelerin hegemonyasından çıkamamakta.

Oysa günümüzde toplumsal ve küresel düzeyde uçurum halini alan eşitsizliklerin arkasındaki temel faktörün kapitalist ekonomi ,le neoliberal politikalar olduğunu devletler de, uluslararası kuruluşlar da biliyorlar. Bunlara dokunmadan ne küresel ne ulusal düzeyde insani gelişme endeksinin daha iyi sonuçlar göstermesi, eşitsizliklerin azalmasının mümkün olmadığı da biliniyor. Ancak bunu değiştirecek gücün BM ve Sözleşmeler olmadığı açık.

BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi Madde 25, şöyle diyor:

“ Herkesin, gerek kendisi ve gerek ailesi için yiyecek, giyecek, sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes; işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi denetiminin dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir”

Bugünse, etrafımızdaki bunca savaş ve şiddetin de gösterdiği gibi, en temel hak ve özgürlükler konusunda bile kendilerince haklı gerekçe ve mazeretler üreten ülkelerin egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz; o nedenle, bu dünyanın SEKHS karşısında daha vurdum duymaz davranması şaşırtıcı olmuyor. Ne yazık ki, genellikle bu dünyaya alışıldığı da söylenebilir.  Oysa bu dünya tüm göstergeleriyle insan hakkı ve insanların eşitliği diye bir şeyin olmadığı, bu iddiaların ancak “Birinci Dünyadakiler”  için geçerli olduğunu gösteriyor.  Bugün zenginliğin inanılmaz boyutlara ulaştığı dünyamızda yoksullukla yoksunluklar büyür, dünya nüfusunun yüzde biri dünya gelirinin yarısından fazlasına sahip olurken, konuşanlar, fikirlerini söyleyenler, toplumun ve dünyanın gidişatını belirleyenler, politikalara yön verenler de, büyük ölçüde, onlar olmakta…  

Başlarken sosyo-ekonomik haklar dahil insan haklarının insanlığın gelişmesi açısından bayrak direkleri niteliğinde olduğunu söylemiştim . Ne yazık ki, bayraklar yarıda, eşitlik ve adalet açısından bugünden ileriye gidilmedikçe yukarı kalkmaları da mümkün değil. Ancak insanlığın ve uygarlığın asıl gelişmesi, ekonomik-teknolojik gelişmelerde değil, buralarda olduğundan, insani koşullar değişmedikçe insanlığın ilerlediğinden değil gerilediğinden söz etmek doğru olur.

-Sosyo-Ekonomik Haklar ve Günümüzdeki Tartışmalar![18]

Sosyo-ekonomik hakların birçok ülkede varlık kazanamaması bir yana, özellikle liberal düşünürler tarafından baştan beri hak olup olmadıkları tartışılmakta. Örneğin Hayek, somut bir eşitlik sağlamak üzere hükümetlerin sarf edeceği çabaları yasa önündeki eşitlikle zıt, hatta birlikte düşünülemeyecek şeyler olarak görmekte ve iktisadi eşitsizlikler inkâr edilemese de, insanların maddi durumlarını dikkate alan bir hukuk sisteminin, “hukukun sosyalleştirilmesi” olacağını söylemektedir[19] Onun gibi, adaleti, büyük ölçüde gönüllü katılım ve seçimle belirlenen anayasal/yasal kurallara uygun davranmak olarak tanımlayan ve hukuki çerçeve içinde yasal eşitlik ile serbest seçimler dışında başka kaygılara yer olmadığını söyleyen başka liberaller de vardır.[20] 

Buna karşın, Rawls gibi “sosyal liberal” grubuna girenler, refahın bölüşümünü mesele yaparken, adaletin sağlanması için yalnız “herkes için geçerli temel özgürlüklerin” yeterli olmayıp, toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin “en az avantajlı olana en büyük yarar sağlayacak” biçimde düzeltilmesi gerektiğini söylemektedirler:[21] Ancak Rawls’ın, liberal yaklaşımla hareket ettiğinden sivil haklarla siyasal hakları önemserken sosyal ve ekonomik hakları listesinin dışında bıraktığını ve bölüşüm adaletini ulusal düzeyde veya belirli bir toplum düzeyinde düşündüğünü de söylemek gerek.

Liberal düşünceden ayrılmamakla birlikte, ahlaki kaygılardan hareket eden ve farklı şeyler söyleyen düşünürler de bulunmaktadır. Bunlar arasında yer alan Amartya Sen, herkesin insan olmaktan gelen hakları olduğunu söylerken, bazı haklar konusunda kuşkular duyulması nedeniyle insan haklarının kavramsal haklılık temelinin kurulması ihtiyacını gündeme getirmekte ve insan haklarının hukukla düzenlenmenin öncesinde “etik bir temeli olduğunu söylemektedir:[22] Sen’in yaklaşımına göre, sosyo-ekonomik haklar da dahil olmak üzere tüm insan hakları yasal düzenlemelere konu olmalarının öncesinde etik bir temele dayanmaktadır; bu nedenle,  sosyal hakların öteki haklara göre daha az güvence altına alınmış ve yeterince kurumsallaşmamış olmaları bunların ”hak” olmaktan çıkarmaz.

Charles Jones, haklar düşüncesini, daha ileriye götürerek, “insanın yaşamsal çıkarlarına” (vital human interests) bağlamakta ve arkasındaki “ahlaki güçten” (moral force) söz etmektedir; bu bağlamda temel insan hakları ile temel ihtiyaçların karşılanmasını  “asgari bir ahlaki” gerekirlik (the moral minimum) olarak düşünmektedir:[23] Küresel adalet düşüncesine temel olarak “varolma haklarından” (substance rights) söz ederken, gelir ile varolma haklarının temel insan hakları arasında yer alması gereğini de dile getirmekte. Örneğin, barınacak bir yerin olmaması veya beslenememenin insan üzerinde etkisinin, en azından, din ve vicdan özgürlüğünün olmamasından daha fazla olacağını kabul etmek gerektiğini söylüyor ki, haksız değil.

Sosyo-ekonomik hakların hem yasal olarak varlık kazanması hem de anayasallaşmalarına karşın hayata geçememeleri açısından en önemli nedeni, bu hakların devlete bazı yükümlülükler getiren pozitif karakterine bağlayanlar gibi, haklar arasında ayırım yapılmasının haklı bir temeli olmayacağını ileri sürenler de var. Bunlara göre,  haklar arasında negatif ve pozitif karakter açısından ayırırım yapmak anlamlı değildir: [24]  Çünkü, sivil ve siyasal hakların en azından bazılarının pozitif karakterde olduğunun düşünülmesi gerekmektedir. Örneğin dava konusu olan her türlü hakkın aranabilmesi için yargı sisteminin kurulması gerekirken, oy verme hakkının varlık kazanması için de bir seçim sisteminin kurulmasına ihtiyaç vardır ve tüm bunlar da devletin sorumluluğu altındadır.

Sosyo-ekonomik haklar açısından sürüp giden tartışmaları bir yana koyup uygulamaya bakarsak, sosyo-ekonomik hakların varlık kazanması açısından ülkeler arasında daha baştan itibaren büyük farklılıklar olduğunu ve bu hakların çok daha az kabul gördüğünü söylemek gerekiyor. Yukarıda da özetlemeye çalıştığım gibi, bu hakların kabulü ve varlık kazanması,  ülkelerin tarihi, toplumsal, ekonomik, siyasal koşulları, buna bağlı olarak değişen toplumsal-siyasal güç ilişkilerine bağlı olarak çok farklılaşmakta. Örneğin ABD ekonomik açıdan çok gelişmiş bir ülke olsa da, anayasasında da bu haklara yer verilmiş değildir; anayasada daha sonra birçok değişiklik yapılmış olsa da bu konuda bir değişiklik yoktur. Bu konuda Kıta Avrupası öne çıkarken, kapitalist istem içinde kapitalizm çeşitlemelerinden söz etmek mümkün. Örneğin Kıta Avrupa’sındaki düzenlenmiş kapitalizm (organized capitalism) veya koordine edilmiş piyasa ekonomisinden (coordinated market economy) söz edilirken, ABD, Kanada, İngiltere ve İrlanda gibi Anglosakson ülkelerde “liberal piyasa ekonomisi” geçerlik kazanmaktadır:[25] İkisi arasında devletin konumu, uzun vadeli hedefler, sosyal kurumsallaşma (sosyo-ekonomik hakların kurumsallaşması) ve dengeleme açısından önemli farklar bulunduğu görülmekte.

Sosyal devlet modellerinin farklılaşmasının kapitalizmin çeşitlenmesi ve siyasal ekonominin farklılaşmasına bağlı olduğu da söylenebilir.  Esping-Andersen’in yaptığı tanımlamaya göre üçe ayrılan (liberal, muhafazakâr, sosyal demokrat model) sosyal devlet modellerinin,[26] geleneksel dayanışma ile sosyal devletin iç içe geçtiği “Latin veya Akdeniz modeli eklenerek dörde çıkarıldığı da görülmektedir.[27] Sosyal devlet modelleri açısından esas farklılığın, sosyo-ekonomik hakların ne ölçüde “piyasa dışına çıkarılmasıyla” (de-commodification) ile ilgili olduğu,  bu farklılığın da siyasal ekonomiye dayandığı biliniyor.

Ülkelere göre farklılaşan kapitalizm çeşidi, siyasal ekonomi ve farklı sosyal devlet modellerinin ortaya çıkması konusunda en açıklayıcı yaklaşımın, “güç ilişkileri yaklaşımı” (power relations approach) olduğu söylenebilir:[28] Kapitalizm sistem içinde yer alan her ülkede demokrasi gereği siyaset, en azından sosyal hakları, emeğin hak ve ihtiyaçlarını dikkate alacak bir politika izlemek durumundadır; ancak bunun ölçüsünün ne olacağını belirleyen her topluma göre değişen toplumsal-siyasal güç ilişkisidir.  Ekonomi sistem değişmediğine, asıl rol oynayan faktör siyaset olduğuna göre, toplumsal-siyasal güç dengesinde sosyo-ekonomik hakları piyasa dışına çıkaracak yönde zorlayacak güçlere ihtiyaç var. Bunun. için, öncelikle, emeğin sermaye karşısında göreceli de olsa güç dengesi sağlayacak yönde toplumsal-siyasal açıdan güçlenmesine ihtiyaç bulunuyor; ülkeler arasında görülen farklı kapitalizmler ile farklı siyasal ekonomi anlayışlarının gerisinde yatan da büyük ölçüde emeğin toplumsal-siyasal konumuyla ilgili olmakta. Batı Avrupa dışında kalan ülkelerde “düzenlenmemiş” kapitalizmin ve piyasanın egemenliğinin daha büyük olmasını, bir başka deyişle bu ülkelerde kuralsız (vahşi de denilebilir) kapitalizmin varlık kazanmasını da, bu toplumlarda sermayeyi dengeleyecek toplumsal-siyasal güçlerin yetersiz kalmalarına bağlamak yanlış olmaz.

80 sonrasında ise, kapitalizm küreselleşme sürecine girip neoliberal politikalar uygulanmaya konulduğundan, bu süreçte küresel piyasaya eklemlenmek ve küresel rekabete karşı durabilmek için ulus devletin de, emeğin de güç kaybettiğini söyleyebiliriz. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde devletin sosyal rolünün aşındığı, sosyo-ekonomik hakların gündemden kalktığı, bunlarla ilgili kamu hizmetlerinin hem piyasalaşıp hem nitelik kaybettiği görülürken,  küresel rekabet içinde emeğin de hem pazarlık hem toplumsal-siyasal gücü gerilemektedir. Hemen her ülkede eşitsizlikleri azaltmaya yönelik devlet müdahalesi geriler, devletin sosyo-ekonomik sorunları azaltmaya yönelik rolü ve uyguladığı sosyal politikalar, neo-liberal anlayış çevresinde “yeniden yapılanma” yoluyla kısıtlanmaya giderken, buna karşı duracak güçler de erimektedir.   İşsizlik ve çalışan yoksullar artmakta, çalışanlar arasında ücret uçurumları oluşmakta, ücret ve gelir dağılımında eşitsizlikler artarken, toplumsal tabakalar arasındaki ayırımlar da büyümektedir. Kapitalist sistemde piyasa koşulları her daim öndedir ama Keynesyen ekonomi döneminde siyasetin piyasanın dayatmaları ile yol açtığı sorunları hafifletecek bir rolü de olmuştur; 80 sonrasındaki neo-beral politikalarla bu rol budanmıştır.

Bu dönem depolitizasyonun da güçlendiği bir dönemdir. Kuşkusuz siyasetten uzaklaşmanın arkasında ideolojilerin, büyük anlatıların gözden düştüğü, bireyselleşmenin ve piyasanın öne çıktığı post-modern dünyanın da, insanın değişmesinin de etkisi vardır; ancak, siyasetin vatandaşın beklentilerine cevap vermez oluşunun etkisi görmezlikten gelinemez. Gerçekten küreselleşme karşı durulamadığından siyasal partiler arasındaki farklar büyük ölçüde ortadan kalkarken,  geniş kitleler için demokrasinin vaatleri ile işlevi de ortadan kalkmış olmaktadır. İşlev kaybının sonucunu artan depolitizasyonu görmek mümkün olduğu gibi, gelecek kaygısı ve umutsuzluğun büyümesinde, siyaset ve demokrasi yoluyla çözülemeyen sorunları eylemlerle ortaya koymalarında, toplumsal hareketliliğin artmasında da gözlemek mümkün. Demokrasi işlevsiz kalınca, siyasetten uzaklaşma, derdini sokakta anlatma eğilimleri de büyümektedir. Öte yandan demokrasinin işlevsizliği, bu kaygı ve korkuları, toplumun muhafazakâr, milliyetçi, dinci duyarlıklarının güçlenmesi doğrultusunda kullanan sağcı-milliyetçi partilerin yükselişini de kolaylaştırmaktadır. Günümüzde demokratik ülkelerin azalması, aşırı sağın yükselmesi, seçilmiş otokratların ortaya çıkmasının gerisinde tek neden olarak siyasetin ve demokrasinin işlev kaybından söz edilemez kuşkusuz; ama arkasındaki güçler dahil sol siyasetin yokluğu veya güçsüzlüğü ile siyasetin ve demokrasinin kitleler için işlevsiz hale gelmesinin, meydanın sağa kalmasında en büyük faktör olduğunu yadsımak kolay değildir.

Bu tartışmalardan nasıl bir sonuç çıkarabiliriz diye sorulduğunda dört noktanın vurgulanabileceğini düşünüyorum: İlk olarak, sosyo-ekonomik haklar konusunda, hukuk temelli olmaktan çok siyasal ekonomi temelli tartışmalara ihtiyaç olduğunu kabul etmek gerekiyor. İkinci olarak, sosyo-ekonomik hakların temel hak ve özgürlükler ile demokrasinin gelişmesi açısından oynadıkları rol ve yaptıkları katkının üzerinde durulmasına ihtiyaç olduğu açık; demokrasi tartışmalarında bu ilişkinin dikkate alınması gerekiyor. Üçüncü olarak, küresel kapitalizm ile neoliberal politikaların egemenlik kazandığı günümüzde sosyo-ekonomik sorunların da küresel bir boyut kazandığı görüldüğünden, sosyo-ekonomik haklarla ilgili sorunu ulusal devletlere havale etmenin bir anlamı olmayacağı ortada. O nedenle, popülist olmayan gerçekçi çözümler üretmek için, küresel dünyayı ve “küreselleşen kapitalizm ve neoliberal ekonomi politikalarını” masaya yatırmak gerekmekte.  Dördüncü olarak, kapitalizmi ve neoliberal politikaları dönüştürmek gerektiğinde emeğin toplumsal-siyasal anlamda güç kazanması gerektiğine kuşku yok. Bunun için küresel-toplumsal-yerel düzeyde olmak üzere çok düzeyli örgütlenme ve mücadele ile farklı toplumsal-küresel duyarlıklarla biraraya gelmesini sağlayacak anlayış ve politikalara ihtiyaç olduğu açık.

Geçmişte en azından bazı ülkelerde ulus devletin daha eşitlikçi bir gelir dağılımına yönelmesini ve siyasal ekonominin bu yönde dönüşümünü sağlayan toplumsal-siyasal güç bugün, bazı ülkelerde gerilemiş, bazı ülkelerde yok mertebesine gelmiştir. Öte yandan, ulus devlet,  dışa açılma ve küresel açıdan rekabet edebilmek için- bizim gibi ülkelerde yabancı sermayeyi çekmek için de- ulusal olmaktan çok uluslararası ajan rolüne büründüğünden ulus devletten toplumcu-eşitlikçi politikalar beklemek zordur. Bu yolda dönüşümü sağlamak için, sistemi ve politikaları küresel düzeyde değiştirmekten başka yol yoktur. Bugün kapitalizmin fetret devrinden söz edildiği biliniyor. Bununla, sistemin yarattığı eşitsizlik ve adaletsizliklerle artık siyaset ve demokrasi gibi kendini de yok etmeye götürecek kadar yozlaştığı, ancak yenisinin de henüz ortaya çıkmadığı düşünülmekte. Zenginlik ve yoksulluk arasındaki uçurum büyürken, devletin eli kolu da bağlanmaktadır ki, vergi cennetleri bunun önemli bir göstergesi… Sonuç olarak, yenisinin ortaya çıkmadığı, buna karşın sorunlar gibi kaygıların ve belirsizliğin arttığı bir dönem yaşandığından, Streeck, kapitalizmin toplumsal kısıtlamaları imha ederken (liberalleşme siyaseti) kendini de imha etme ihtimalinden de söz etmekte:[29] İşlemesi için ona karşı etkili bir muhalefetin varlığı gerekli,  bu muhalefetin ortaya çıkması ve işini yapması için de karşısında ağırlık yaratacak bir güce ve siyasal kaynaklara ihtiyaç var. Bundan sonra ne yönde gidileceği bilinmiyor gerçekten; ancak kapitalizmin ve neo-liberal politikalar karşısında insani değerler, eşitlik ve adaleti önceleyecek, sosyo-ekonomik hakların hayata geçmesini sağlayacak toplumsal-siyasal güçlere ihtiyaç olduğu açık.

2- Sosyo-ekonomik hakların Türkiye’deki serencamı

Türkiye’de 1961 Anayasası ile sosyo-ekonomik haklar vaat edilirken gerçeklik kazanmaları için ne zamanın ne de toplumun mayası yeterli; 80 sonrasında ise, vaatlerin bile ortadan kalktığı görülüyor.

Sosyo-ekonomik haklar Türkiye’nin gündemine 1961 Anayasası ile – Batı’da varlık kazanmaları da 1945 sonrası- girdikleri için, başlangıç olarak bu tarih alınabilir; ancak ondan öncesinin de sonraki gelişmelerde payı var. Bu nedenle Türkiye’de sosyo-ekonomik hakların seyrini, ekonomik, siyasal, toplumsal gelişmeleri dikkate alarak, 1961 öncesi, 1961-1980 arası, 1982 Anayasası sonrası olmak üzere kabaca üç döneme ayırarak izlemek yanlış olmayacaktır.

-Birinci dönem: Devlet eliyle kalkınma, sınıfsız-imtiyazsız toplum istemi, paternalist politikalar

Cumhuriyet sonrasında Türkiye’nin batılılaşma ve modernleşme çabalarının yanı sıra endüstrileşme yolunda kararlı bir yola girdiğini biliyoruz. Ancak, siyasal iradenin yaptığı bu seçimlerin toplumsal yetersizlik ve tepkilerle karşılaşması kaçınılmaz; o nedenle reformlar kadar yasaklar da geçerli.

Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlayan bu ilk dönemde devlet ekonomik, siyasal, toplumsal olmak üzere her alanda egemen durumdadır; devleti oluşturanlar da daha çok asker ve bürokrat kesimden gelmektedir. Bunu zorunluluk olarak görmek de mümkün. Endüstrileşmeye yeni başlayan Türkiye’de, endüstri toplumunda yer alan toplumsal-siyasal güçler henüz oluşmamıştır;  esnaf dışında sermaye ve burjuvazi bulmak zordur, küçük işletmelerde çalışan az sayıda işçiden başkası da yoktur. Gelişme yolundaki tüm adımları gerçekleştirmek devlete düşmektedir.

Örneğin endüstrileşme konusunda önce özel sektör eliyle kalkınma yolu denenmiş, ancak bu politika isteneni vermediğinden 1932’de devlet eliyle kalkınma politikalarına geçilmiştir. Böylece devlet, Kamu iktisadi Kuruluşlarıyla (KİT) endüstrileşme yoluna girerken, sermaye birikimi ve özel sektörün gelişmesine de katkı sağlamakta, işçileşmenin yolunu da açmaktadır. Başlangıçta Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu’ndaki düzenlemelerle yürütülen çalışma ilişkileri, KİT’lerde artan işçileşme sonrasında kendine has düzenlemelere ihtiyaç duyurduğundan 1936 tarihinde İş Kanunu‘nun devreye girdiği görülüyor. İş Kanunu paternalist devlet anlayışının yansıtan bir yasadır; işçilere çalışma yaşamında bazı haklar kazandırılmakta, buna karşın sendikalaşma ve grev hakkı yasaklanmaktadır; örneğin iş uyuşmazlıkları zorunlu hakem yoluyla çözülecektir. Kanunu’nun otoriter niteliğinin, “içtimai sınıf esasına göre cemiyet kurulamayacağı” hükmünü getiren 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu ile daha pekiştirildiği de görülmekte.

Bu dönemde devlet, uluslaşma ve modernleşme yönündeki reformların uygulanabilmesi ve , kalkınma hamlesinin sürdürülmesi için toplumdan ve işçilerden beklentisi de “uzlaşmacı” bir tutum benimsemeleri. Bunu sağlanması için de, “tek partili demokrasi” anlayışı ile koruyucu ve yasakçı olabilen “baba devlet” rolü benimsenmekte.

Kuşkusuz zaman içinde değişen bazı koşullar vardır. Örneğin 1945 sonrası Türkiye Batı Blok’unda yerini alırken çok partili yaşama geçilmesi gerekmiş, devletin katkısıyla özel sektör gelişmeye başlamış, liberalleşme ve demokratikleşme eğilimi öne çıkmaya başlamıştır. Parti kurmak serbest bırakılırken, sendikalaşma yasağı da kaldırılmış, 1950 seçimleriyle iktidar değişimi de sağlanmıştır; bunların Türkiye için olumlu gelişmeler olduğuna kuşku yok. Ne var ki, 1947 tarihli Sendikalar Kanunu ile grev yasağı getirildiği gibi sendikaların siyasetle uğraşması da yasaklanmaktadır. 1950-60 arasındaki Demokrat Parti döneminde de fazla değişiklik yoktur; örneğin vaatlere karşın grev hakkını tanıyacak bir değişiklik yapılmamıştır.

Devlet ile sendikalar arasında emeğin siyasallaşması yönünde uzlaşma devem etmektedir. Devlet kamu sektöründe sendikalaşmaya olumlu yaklaşmakta, KİT’lerde sendikalaşma yaygınlaşmakta, grev hakkı olmasa da toplu pazarlıklarla çalışma koşullarının iyileşmesi yönünde sonuçlar alınmaktadır. Devletin destekçi rolünün karşılığı da, ücret ya da toplu sözleşme sendikacılığı denen bir rol oynadığını söylemek gerekir.

Bu dönemin, daha sonraki dönemleri de etkileyecek sonuçları şöyle özetlenebilir: Ekonomik kalkınma ve sermaye birikiminin öncelik taşıdığı kuşkusuz; sermaye birikiminde kamu sektörü önde gelirken girişimciliği destekleyici politikalar da uygulanmakta; işçileşme KİT’lerde başlamakta ve sınırlı kalmasına rağmen “devlet baba” rolü çerçevesinde desteklenmekte; devletin paternalist rolü, bir yandan KİT’lerde çalışma koşulları ve sendikalaşmayı destekleme biçiminde olurken, öte yanda sınıf bilinci ve bu yolda sendikal örgütlenme, siyasallaşma yasaklanmaktadır; bu durumda, “ücret ya da toplu sözleşme sendikacılığı” denilen anlayışı güçlenirken, emeğin toplumsal-siyasal güç olarak yükselmesi önlenmektedir.

Bu dönemin sonraki dönemler açısından izi de çoktur. Örneğin devletin egemen rolü ve paternalist anlayış çerçevesinde biçimlenen toplumsal ilişkiler sonraki dönemler de sürmüş,  “devletin vesayeti” varlığını korurken özellikle sınıfla ilgili yasaklar devam etmiş, emeğin devletten bağımsız toplumsal-siyasal güç haline gelmesi engellenmiştir. O nedenle 1961 öncesinde, 1961 Anayasası ile getirilen demokratikleşme, sosyal devlet ve sosyo-ekonomik haklar yönündeki değişiklikleri talep edecek ve yaşatacak düzeyde bir toplumsal değişim yaratıldığı söylenemeyeceği gibi, 1961 Anayasası sonrasında da emeğin büyük kesiminin sınıftan ve sınıf siyasetinden uzak durmasıyla toplumsal-siyasal bir güç olarak ortaya çıkamadığı görülmekte. Emekle ve sınıfla ilgili bu yasakların ülkede uzun süre geçerli olan komünizm korkusuyla biraraya geldiği ve korkunun yalan-yanlış anlatılarla beslendiği düşünülürse, bunların, sol düşünce ve siyasetin daha sonraki yıllarda da varlık kazanması açısından bir bariyer oluşturduğunu söylemek de yanlış olmaz.

O nedenle, kuruluş döneminde geçerli olan anlayış ve politikaların, demokratik gelişmelere sahip çıkacak toplumsal güçlerin yeşerip büyümesine pek fırsat vermediği söylenebileceği gibi, sonraki dönemlerde de, bıraktığı derin izler devam eden yasaklar nedeniyle, endüstri toplumuna özgü toplumsal-siyasal yapının çıkmasını engellemiştir. Bu engellerin siyaset ve demokrasi açısından önemi de büyüktür.

-1961 Anayasası ve sosyo-ekonomik haklar

Sosyo-ekonomik hakların varlık kazanmalarını 1961 Anayasası ile başlıyor, ancak yukarıda da değindiğim gibi, bu haklar ve sosyal devlet anlayışı, emeğin güçlenmesi gibi iç dinamiklerden çok siyasal iradeye bağlandığından baştan itibaren kırılganlıklar taşımakta. Ecevit’in 1963 yılında örgütlenme kolaylıkları getiren, grev yasağını ortadan kaldıran Sendikalar Kanunu’nu sunarken, Türkiye‘de bu hakların Batı’daki gibi mücadeleye gerek olmaksızın getirilmesinden söz etmesi bunun ifadesi;[30] ancak mücadeleye gerek olmadan kazanılan hakların kolay yitirildiği de yaşayarak görülüyor.

Mümtaz Soysal bunu daha baştan, sermaye birikimini tamamlamamış bir ülkede sosyo-ekonomik haklar gibi gelir dağılımını toplumcu hedefler doğrultusunda değiştirecek bir anlayışın varlık kazanmasını beklemek zor olduğunu söyleyerek ifade etmekte. [31] Pek hoşa gitmiyor ama gerçeklik taşıdığı ortada. Sermaye birikimini önceleyen bir ülkede siyasal ekonominin toplumcu hedeflere yönelmesini sağlamak ancak bunu talep edecek toplumsal-siyasal güçlerin varlığıyla mümkün; Türkiye’de bu yok!… Aksine, başlangıçta da günümüzde de varlığını koruyan ekonomik-siyasal güçler koalisyonundan söz edilebilir ki, bu koalisyonun uyguladığı politika ve getirdiği yasaklarla böyle bir gücün oluşmasını ve gelişmesini engellediği bir gerçek.  Örneğin ulus devletin oluşma aşamasında benimsenen “sınıfsız-imtiyazsız” toplum olma iddiası daha sonraki dönemlerde de devam ettirilmiş, emeğin toplumsal-siyasal bir güç konumuna gelmesi yasaklarla önlenirken, destekledikleri sağ partilerin ”tüm toplumu” kucaklama iddiaları ve popülist politikaları siyasal bilinci büyük ölçüde sakatlamışlardır.

Bu nedenle 1961 sonrasındaki ithal ikameci dönemde emeğe dayalı güçler hareketlenmeye başlamış olsa da, emeğin büyük kısmı ücret sendikacılığına devem ederken, sınıf temelli politikadan yana olanlar da cezalandırılmıştır.  Kısacası sınıfsal çatışmanın yokluğu üzerine kurulan siyasal tahayyül sınıflar arasında çatışmaların arttığı dönemde de sürdürülmekte, sınıf esasına dayalı örgütlenme yasakları ve “sınıfsız toplum” iddiası devam devam ederken, toplumsal çatışmalar artsa da bunları siyasete aktaracak bir değişikliğe gidilmemektedir. Kuşkusuz bu anlayış ve yasakların devam etmesinde, özellikle kamuda örgütlü ve güçlü sendikaların siyasallaşmaya uzak yaklaşımları ile partiler üstü politikayı sürdürmelerinin payı var. Böylece emeğin büyük kısmı siyasallaşmaktan uzak kaldığından sol yaklaşımların ve siyasetin güçlenmesi sınırlanmakta, siyaset ve demokrasi kapitalizmi dengeleyecek sağlıklı ve çoğulcu bir yapıya geçememektedir. [32]

Topluma ilişkin temel politika da popülizmdir!… Popülizmle ilgili, “çok partili yaşama geçişle birlikte hız kazanan ve tüm halkı bir potada eritmek ve gerçekçiliği ne olursa olsun topyekûn çözümleyici önlemler önermek” gibi bir tanımlama var.[33] Doğru da; ancak, bu tanımlama içinde topyekûn çözümler ve toplumsal taban yaratma imkânı veren uygulamalarla ne amaçlandığı, bunların ne anlama geldiği gibi sorulara da ihtiyaç var. Başlangıçta, ulus devletin inşası, kalkınmacı anlayışın kabullenilmesi ve toplumsal ayrışmanın önlenmesi için kültürel farklılıkların bir potada eritilmesine de ihtiyaç duyulduğu söylenebilir, ancak sosyo-ekonomik farklılıkları yok sayılarak, sınıfsız toplum iddiasına dayalı popülizmin ekonomik olduğu kadar siyasal sonuçları da var ki, önemli.

Boratav’ın dediği gibi, “popülizm, az gelişmiş ülkelerdeki demokrasilerin kaçınılmaz bir gerçeği” olduğu söylenebilir.[34] Siyasal ekonomi toplumcu yönde değişmedikçe toplumun hak ve eşitlik yönündeki taleplerini karşılamak mümkün değildir; buna karşın siyasal ekonomiyi toplumsal eşitlik yönünde değiştirmek için gereken toplumsal-siyasal güçler de yoktur veya çok zayıftır. “Siyasal iktidar geniş halk kesimlerinin bölüşümle ilgili taleplerini yüksek gelir guruplarını vergilemeksizin karşılamak durumunda kaldığında” popülizmden başka çare yoktur.”[35] Yani, demokrasi şöyle veya böyle varsa, popülizm “zorunluluktur!”

BU zorunluluk Türkiye için de geçerli… Varlığını geçmişte de bugün de sürdüren sermaye-siyasal güçler koalisyonu, sermayeden yana politikalarını örtmek, toplumdan yükselen talepleri demokrasi gereğiyle bir ölçüde de olsa karşılayabilmek için, herkesi kucaklama, tüm toplum kesimlerini temsil etme iddialarıyla ortaya çıkmak,  kucaklama söylemini de popülist politikalarla sürdürmek durumundadırlar. Sınıfsız toplum ve tüm topluma kucaklama yönündeki söylemlerin, bu ülkede sağ partilerin  “resmî ideoloji” haline geldiği söylemek yanlış olmaz.

Bu nedenle, Türkiye’deki siyaset ve devlet anlayışı ile yapılanmasının, farklı çıkarların ve çatışmanın kabul edildiği, çatışmanın siyasal demokrasi aracılığıyla kurumsallaştırıldığı, toplumsal farklılıklara dayanan ve konsensüs içinde bir çatışmayı ifade eden demokrasi fikrine oldukça yabancı olduğu yolundaki değerlendirmeye katılmamak mümkün değil.[36] Farklılıkların yok sayılması konusunda ırklar, dinler, kültürler de var ama sermaye birikimi önünde önemli engel olarak görülen sınıf çatışmasının görünmez kılınması daha önemli.

Kuşkusuz bu ülkede, geç endüstrileşme, küçük işletme ağırlıklı ekonomik yapı, sınırlı işçileşme, çoğunlukla kamu iktisadi kuruluşlarda örgütlenebilen emek, kendi hesabına çalışanlarla ücretsiz emeğin yoğunluğu,  enformel istihdamın yaygınlığı gibi Batı Avrupa’dakinden farklı koşulların varlığı unutulamaz. Ekonomik, siyasal ve toplumsal yetersizliklerin çoğu da bu koşullardan kaynaklanmakta. Hal böyle olunca, sosyo-ekonomik haklar anayasa da tanınmış olsalar da vaat olmaktan öteye gitmesi zordur; sosyal devlet baştan kadük doğmuştur.[37] Vaatlerden öteye gidilemiyor; çünkü, sermaye yetersizliği olan ülkede sermaye birikimi öncelikli, yatırımların teşvikinden vergi politikalarına kadar devletin ekonomi politikaları bu yönde; bunların arkasında da siyasal-ekonomik güçler var.

Yine de ve toplumsal, siyasal, ekonomik yetersizliklere karşın 1961-1980 arasındaki dönem, sosyo-ekonomik haklardan, sosyal devletten söz edilen, bu yönde vaatler de bulunulan bir dönem olduğu gibi, örgütlü emek açısından gelişmelerin de yaşandığı bir dönemdir. Keynesyen ekonomi politikalarına benzer uygulamalara olanak sağlayan ithal ikameci politikaların benimsenmesi, devletin ekonomideki etkin varlığının sürdürülmesi nedeniyle, bu dönemde sendikal örgütlenme güçlenirken, ekonomik hakların da en azından örgütlü emek açısından hayata geçtiği söylenebilir. Devlet toplu sözleşmelerde daha uzlaşmacı ve cömert bir tutum izlemekte, kamu işletmelerinde bağlanan toplu sözleşmeler özel sektörü de etkilediğinden, sendikalar güçlenirken emekten yana koşullar sağlanmaktadır; buna karşın sendikaların sınıf siyasetinden uzak kalması istenmekte, özellikle kamuda örgütlü sendikaların bu doğrultuda partiler-üstü politikayı benimsedikleri görülmektedir. Bunlara bağlı olarak emek ile devlet arasında kırılgan da olsa bir uzlaşmanın oluştuğundan söz edilebilir. Türk-İş’in uzlaşmacı ve partiler-üstü sendikacılığının, her iki taraf açısından  “işlevsel” olduğunu yadsımak da kolay değildir. 1960 ile 1980 arasındaki dönemde toplu sözleşmelerle kazanılan kıdem tazminatı ve sosyal haklar dikkat çekici niteliktedir; kamu ve özel sektörde reel ücretlerin anlamlı şekilde büyüdüğüne kuşku yoktur.[38]

Buna karşın, emeğin siyasallaşmasının önlenmesiyle emekten yana partiler güçlenemediğinden toplumsal-siyasal güç dengesi değişmemekte, sermaye ile siyasal güçler arasındaki koalisyonun güçlü ve belirleyici kalması sağlanmaktadır. Hatta 1961-1980 arasındaki ithal ikameci dönemde sanayileşme hızlandığı ve özel sektör güçlendiğinden sermayenin ağırlığının arttığı söylenebilir. Emeğin hareketliliği ve emekten yana sol politikaların varlığı nedeniyle henüz  “ideolojik bir hakimiyet” kurabilmiş değildir ama artık “devlete hâkim” olduğu söylenebilir.[39] Bir başka deyişle, siyasal-sermaye koalisyonunda sermayenin ağırlığı artmıştır, diyebiliriz.

Bu dönemde sınıf sendikacılığı yönünde örgütlenmeler de ortaya çıkmış,  siyasal iradeyi sosyo-ekonomik hakları hayata geçirme yönünde değiştirecek toplumsal-siyasal güçler de -CHP’nin ortanın solunda yer alması gibi- varlık kazanmaya başlamıştır. Ancak, bir yandan sınıf esasına dayalı örgütlenme yasakları devam ederken, öte yandan sağda da yasal ve yasa dışı örgütlenmeler artmakta, farkı guruplar ve ideolojiler arasında kavgalar yaşanırken toplumsal ve siyasal çatışmalar artmaktadır. Tırmanan kargaşa nedeniyle, 12 Mart 1971 muhtırasıyla ara rejime geçildiği, sonrasında Anayasa’da hak ve özgürlüklerin kısıtlanması yoluna gidildiği biliniyor. Ancak bu kısıtlamalar toplumsal çatışmalara son vermediği gibi, bir yanda kavgalar artarak devem ederken, öte yandan ithal ikameci politikalar ihracatı güçlendiremediğinden ekonomik darboğazlar büyümüştür. Çarenin,  24 Ocak 1980 kararları ile liberalizme geçmekte bulunduğu söylenebilir ama uygulanmasının özellikle emek ve sendikalar açısından kolay olmayacağı bilindiğinden, imdada askeri darbenin yetiştiğini de söylemek gerekmekte!…  Askeri darbe ve getirdiği yasaklar sonrasında anayasa ile yasalar değişirken, ekonomi politikaları ile yasal düzenlemelerin tamamen sermayeden yana ve neoliberal doğrultuda olması sağlanmış, böylece küresel düzeyde olduğu gibi Türkiye’de de sermayenin “ideolojik egemenliği” kurulmuştur.  

Bu dönemin, ayrıntılara girmeden, sınıfsal ve bölgesel gelir dağılımı, özellikle kırsal kesimde yaşanan yoksulluğun boyutları, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi haklar açısından büyük yetersizliklerin yaşandığı bir dönem olduğunu söylemekle yetinelim. Refahın üretimi ve dağılımı açısından “aile, piyasa ve devlet” olarak kabul edilen üç kaynağa bakıldığında, Türkiye’de sosyal devlet, ne gelir, ne sosyal hizmet, ne de dayanışma açısından ailenin yerini alacak bir genişleme/kurumsallaşma gerçekleştirebilmiştir:[40] İşsizine yardım eden, hastasına, çocuğuna, engellisine bakan ailedir; gecekondu bile olsa evini yapan ailedir; dayanışma da toplumda değil aile ve hemşehriliktedir.

Sonuç olarak,  61-80 döneminde sosyo-ekonomik vaatler çerçevesinde oluşan sosyal devlet modelini, ithal ikameci politikaların izin verdiği ölçüde geleneksel dayanışmayı modern sosyal devletin vaatleri ile harmanlamaya çalışan ve popülist bir uygulama içinde varlık kazanan bir model olarak tanımlamak mümkün.

-1980 sonrası: Neoliberal politikalar, artan eşitsizlikler, gerileyen demokrasi, muhafazakarlıkla buluşan popülizm

80 sonrasında Keynesyen politikalardan vazgeçilip neoliberal politikalara yönelmenin, ekonominin yanı sıra, siyasal, yasal, toplumsal, kültürel anlamda birçok değişime yol açtığına kuşku yok. Fazla ayrıntıya girmesek de, sosyo-ekonomik haklarla ilgisi açısından, bu dönemdeki ekonomi politikaları, siyaset ve demokrasi, devlet anlayışı ve toplumsal politikalarla ilgili gelişmeler açısından irdelemek gerekli.

Ekonomi politikaları ve yol açtığı gelişmelerden başlarsak, bu dönemde, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kapitalizmin ekonomik sistem olmakla kalmayıp sosyo-kültürel bir sisteme dönüşmesinin ve liberalizmle küresel düzeyde ideolojik hegemonya kazanmasının getirdiği değişimler büyük. Örneğin bu dönemde devletin küresel kapitalizmin ve neo-liberal politikaların uygulayıcısı (ajanı) konumuna geldiği söylenebileceği gibi, siyasal ve toplumsal ilişkilerin de çoğunlukla kapitalizmin çıkarcı mantığı içinde biçimlendiğini söylemek yanlış olmaz. Öne çıkan politikalar arasında, dışa açık büyüme politikaları ve ihracatın teşviki, küresel piyasalara eklemlenme gayreti içinde ekonominin “siyasetten ve toplumdan arındırılarak” teknik bir konuya indirgenmesi, yeniden yapılanma adı altında devletin küçültülmesi, kamu ekonomik işletmeleri özelleştirilirken, kamu hizmetlerinin piyasaya devredilmesi, toplumcu anlayışlar budanırken bireycilik ve “gemisini kurtaran kaptan” gibi değerlerin yükselmesi sayılabilir.

Küresel piyasaya açılmak için, bir yandan sermayeye cazip koşullar sunulmakta, öte yandan maliyetlerin düşürülmesi için ücretler ve çalışma koşullarından taviz verilmektedir. Türkiye bir çok yabancı firma için fason üretim yapan bir ülke durumuna geldiği gibi, büyük işletmeler de işçi maliyetini düşürmek için taşeron kullanma yoluna gitmekte, sonuç olarak çalışma yaşamında “enformelleşme, esnekleşme, kuralsızlaşma, örgütsüzleşme” gibi gelişmeler güç kazanırken işsizliğin yanı sıra çalışan yoksullar da artmaktadır. Neoliberal politikaların Türkiye’de yol açtığı olumsuz sorunlar yalnız emekle sınırlı değildir. Örneğin bu dönemde de katma değeri yüksek mal üretimine geçilemediği ve sermaye yetersizliği bitmediği gibi,  dışa bağımlılık, ekonomik krizler, büyük dış açıklar, yüksek enflasyon, paranın değer kaybı da bitmemektedir. Sermayenin büyük kısmında kuralsız, vergisiz büyüme eğilimi artarken, ahbap-çavuş kapitalizmi de sona ermek şöyle dursun güçlenmektedir.

2000 başında iktidara gelen ve siyasal İslam’ı temsil AKP döneminde de siyasal İslam’ın küreselleşme ve neoliberal politikalarla bir derdi olmadığı ve devlet-sermaye arasındaki ilişkilerin çok daha açık biçimde sürdürüldüğü söylenebilir. Küreselleşmenin fason üretim, dışa açık büyüme politikaları ve ihracat teşvikleriyle küçük ve orta işletmelerin güçlenmesine yaradığı biliniyor; buna bağlı olarak birçok Anadolu kentinde küçük ve orta işletmeler yatırımını genişletmiş, ihracat yapar duruma gelmişlerdir. Daha muhafazakâr ve dindar kesimlerden gelen bu işletmelerin desteklenip büyümesiyle, girişimcilerin arasına İslami ya da yeşil sermaye diye adlandırılan yeni bir burjuvazi de katılmıştır. Yeni burjuvazinin önceden büyük sermayeye ilişkin “rantiye, komprador” gibi sıfatlar kullanırken, devlet teşviklerine kavuşunca eleştirilerinden vazgeçtikleri de görülüyor; yani, istedikleri devletin imkanlarından kendilerinin de yararlanması yolunun açılmasıymış![41] 

Özetle, siyasal İslam’ı temsil eden partiler ve arkalarında yer alan burjuvazinin küreselleşen kapitalizmle ve liberal politikalarla bir derdi yoktur; aksine küreselleşmenin getirdiği olanaklar, devletin sağladığı desteklerden yararlanarak toplumda ekonomik-siyasal açıdan daha güçlü bir yer almak arayışındadırlar.  Bu nedenle siyasal İslam’ın temsilcisi olan partiler de, sermayeye arka çıkarken, toplumu kucaklayıcı “popülist” politikaları tereddüt etmeden ve muhafazakâr değerlerle güçlendirerek sürdürmektedirler. Aşağıda bu konuya tekrar döneceğim.

Bu dönemin ekonomik politikaları ve yol açtığı sonuçlara fazla girmeden, yaşanan gelişmelerin konumuz açısından önemli olan toplumdaki güç ilişkileri üzerindeki etkilerinden söz etmek istiyorum.

İlk olarak, İslami sermayenin yükselişinin İslamcı partilerin yükselişinde de rol oynadığını, sermaye ile siyasal güçlerin birbirini beslemesiyle giderek güç kazanan bu gelişmelerin Türkiye’deki ekonomik-siyasal güçler koalisyonun taraflarının değiştirdiğini söylemek gerekiyor. Özellikle AKP sonrasında bu koalisyonda güçlü olan artık muhafazakâr ve İslami çevrelerdir. Kuşkusuz büyük sermaye varlığını korumaktadır; aralarında laiklik, hukuk devleti ve demokrasi konusunda iktidardan farklı düşünenler de vardır. Ancak İslami sermayenin toplumsal ve siyasal bağlantıları güçlü ve yaygın olduğu gibi, büyük sermaye de uygulanan ekonomi politikalarından yararlanmakta ve sahip oldukları destekleri yitirmek istememektedirler. Birçok ülkede sermaye siyasetten uzak durma iddiasındadır ama gerçekte sessizlikleriyle bile siyaset yapmaktadırlar. Öte yandan Batı’da burjuvazinin liberal demokrasinin gelişmesi açısından olumlu rol oynadığı olumlu rolü, Türkiye burjuvazisinin büyük ölçüde devlete bağımlılığı nedeniyle ne geçmişte ne bugün oynadığı söylenebilir. Dolayısıyla bugün demokrasi, hak ve özgürlükler, hukuk devleti açısından yaşanan olumsuz gelişmelerde onların da payının bulunduğunu söylemek yanlış olmaz.

İkinci olarak, emeğin, liberal politikalar ve değişen devlet anlayışıyla birlikte örgütsel olduğu kadar ekonomik olarak da zayıfladığı ve toplumsal-siyasal alanda varlık göstermekten daha da uzaklaştığı söylenebilir. Emek artık yasaklarla değil değişen koşullarla sınırlanmaktadır.  Bu nedenle 90 başlarında sınıf esasına dayalı örgütlenme yasakları kaldırılmış, emek için siyasallaşma olanağı açılmıştır ama bu serbestliğin sol partiler gibi devrimci işi sendikaları üzerinde de olumlu bir etkisi olmamıştır. Nedenleri çok yönlü kuşkusuz; bir yandan geçmişten gelen izlerin etkisi hala sürmekte, öte yandan emeğin yapısının değişmesi, hem sınıftan hem siyasetten uzaklaşması, sosyo-kültürel farklılıkların sosyo-ekonomik farklılıkların önüne geçmesi, sendikal örgütlerle sol partilere güvenin azalması gibi koşullar söz konusu. 

Sonuç olarak, bu dönemde sermaye-siyaset koalisyonunun tarafları değişse de popülist politikalar değişmediği ve çok amaçlı hale getirildiğinden, liberal ekonomi politikalar sürdürülüp sermaye büyümeye devam ederken, toplumsal-siyasal zayıflık artmaktadır demek yanlış olmaz. Çok amaçlı popülist politikalarla,  bir yandan neo-liberal politikaların bir seçim değil bir zorunluluk olarak sunulması başarılmakta ve devletin sermaye yanlısı politikaları görünmez kılınmaktadır, öte yandan sosyo-ekonomik sorunlar sosyo-kültürel farklılıklarla harmanlanarak nedenlerinin üstü örtülürken, devlete (gerçekte siyasal iktidara) ve temsil ettiği muhafazakâr ve İslami değerlere bağlılık da güçlendirilmektedir.

Bu koşullarda siyaset ve demokrasinin zayıflaması ve gerilemesi kaçınılmaz. Oysa 1980 sonrasındaki liberalleşme politikalarından demokrasinin gelişmesi beklenmişti; gerçekleşene bakıldığında ise, o günden buyana demokrasi açısından hem kurumsal hem değerler açısından geriye gittiğimiz ortada. Örneğin Özal’la birlikte devletin “babalığı veya vesayetinden” uzaklaşılmak istenmiş, “sivilleşme” çabalarına girişilmiş;  daha sonra AKP vesayetten kurtulma ve demokratikleşme söylemleriyle iktidara gelmiş; ancak o günlerden bugüne, ne devletin egemenliği, ne toplumsal kesimlerin devletten beklentileri, ne de siyasal partilerin devlet anlayışında değişim yaratılabilmiştir. Aksine toplumun gücü azalırken demokrasi daha da gerileyerek, AKP iktidarı sonrasında  “tek adamın vesayetinden” söz edilebilecek bir noktaya varılmıştır. Türkiye’de bugün, erkler ayırımın kalmadığı, düşünce ve ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlükler ortadan kalktığı, yargının bağımsızlığından değil bağımlılığından söz edildiği, bireyi devlet karşısında koruyacak yasal güvencelerin işe yaramadığı, özerk olması gereken kurumların yandaş hale getirildiği, keyfi hukukun öne çıktığı dikkate alınırsa, az gelişmiş bir demokrasiden bile söz etmek zordur. Sandık demokrasisinden başka bir şey kalmamıştır; demokratik haklar ve kurumlarla beslenmeyen sandık demokrasisinin sonucu da, başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de seçilmiş otokrasiler olmaktadır.

Bu konuda daha çok şey söylenebilir ama onlara gelmeden biraz kapitalizm ile demokrasi arasındaki ilişkiyi irdelemek istiyorum.

Lewis, kapitalizmin kendini yeniden üretmek için eşitsizlik ve ayrıcalık üretmesinin kaçınılmaz olması demokrasinin ise eşitlik temeline dayalı olarak yükselmesi nedeniyle aralarında güçlü uyuşmazlık olduğunu söylerken, ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin yaygınlaştığı çağdaş kapitalizm içinde vatandaşlık fikrinin bile bir kuruntuya (chimera) dönüştüğünü dile getirmekte.[42]  Zaten liberal düşüncenin demokratik kurum ve süreçlerle uzlaşmasının doğal ya da kendiliğinden olmadığı biliniyor; en temel hak olarak kabul edilen siyasal hakların geniş kitlelerin kullanımına açılması için işçi sınıfının ayrı, kadınların ayrı mücadeleler vermesi gerekmiş, sosyo-ekonomik hakların az veya çok varlık kazanması da emeğin toplumsal-siyasal bir güç kazanması ile mümkün olmuştur. 80’lerden bugüne uzanan dönemin ise, eşitsizliğe dayanan kapitalizm ile eşitliğe dayanan ve onu genişletmesi beklenen demokrasi arasında ilkesel anlamdaki farklılığının belirginleştiği bir dönem olduğu söylenebilir.

Bunun arkasındaki etmenlere gelince, öncelikle, bildirinin başından beri söz edilen toplumdaki “güç ilişkilerini” düşünmek gerektiği açık. Neo-liberal politikalar sonrasında her ülkede emek ve sermaye arasındaki güç ilişkilerinde dengesizliğin büyüdüğü bir gerçek. Küreselleşmenin getirdiği dayatmalar karşısında, devletin sermaye yanlısı politikaları ve neo-liberal politikalar adeta bir zorunluluk halini alırken, emek küresel rekabetle güç kaybetmekte, ulus devletin de koruyucu politikaları ve toplumcu hedefleri gerilemektedir. Ortaya çıkan sonuçlar, ülkelerin 80 öncesindeki koşulları ve politikalarına göre farklılaşsa da, genel olarak her ülke için geçerlidir.  Örneğin demokrasinin ve sosyal devletin daha gelişmiş olduğu Batı Avrupa ülkelerinde de, bu dönem sonrasında emekten yana görünen sosyal demokrat partiler bile neoliberal politikalara karşı yeterli ses çıkaramamakta, güçlü sendikalar üyelerinin çıkarlarını korumak için tavizlere, örneğin işsizliğe razı olmakta, uzun süre benimsenen ve çalışanlar arasında ücret uçurumlarını önleyen “ücret dayanışması” yönündeki politikalardan vazgeçilmekte, yarım-gün veya geçici çalışmalar artmaktadır. Emek açısından sonucun eşitsizliklerin ve kaygıların artması olduğu kuşkusuz. Ancak bunların toplumsal-siyasal sonuçları da var; emekçi kesimler örgütlenme ve siyasallaşmadan uzaklaşırken siyasal partilere ve demokrasiye güven azalmakta, gelecekle ilgili kaygı ve korkular büyürken sağ partilerin önü açılmaktadır.

Türkiye’de ise, geçmişten buyana emeğin konumu zayıf, sendikalar genellikle siyasallaşmaya uzak kalmasının yanı sıra yasakçı anlayışların geçerli olduğu, sınıfsız toplum siyasetinin sürdürüldüğü bilinmekte. Bu koşullara, bir de askeri darbe ile örgütlerin tarumar edildiği, hak ve özgürlükler kısıtlandığı bir dönem eklendiği düşünülürse, neo-liberal politikaların etkilerinin çok daha güçlü olacağını kestirmek zor değil. Sonuç olarak toplumsal-siyasal güç ilişkilerini dengeleyecek güçler hepten devreden çıkmış, ortaya çıkan siyasal boşluğu doldurmak sosyo-kültürel farklılıklara düşmüştür!

Dirlik ’in dediği gibi, “postkolonyal” olarak nitelediği küresel kapitalizm dönemi ve bu dönemin başat yaklaşımı olarak benimsenen kültürelci yaklaşım, hem “metodolojik olarak sosyal ve tarihsel sorunların soyut kültür sorunlarına indirgenmesini” sağlamakta hem de ”sadece toplumlar arasındaki hegemonyacı ilişkilerin meşrulaştırılmasından değil aynı zamanda toplumların içindeki sömürü ve baskı gibi hegemonyacı ilişkilerin bulanıklaştırılmasından da” sorumlu olmaktadır: [43] Kuşkusuz 1990 sonrasında Türkiye’de muhafazakar ve dindar kimliğin öne çıkması ve siyasallaşmasında geçmişten buyana var olan toplumsal-kültürel faktörlerin rolü büyük; AKP’nin mağduriyet politikasının bunca taraftar toplaması boşuna değil. Ancak asıl mağduriyetin sosyo-ekonomik koşullarla, siyaset anlayışı ve uygulanan politikalarda ilgisi olduğuna kuşku yok. Öte yandan, sınıfsız toplum, milli irade, dört eğilimin temsili gibi söylemlerin bolca kullanıldığı, toplumsal-sınıfsal eşitsizliklerin bastırıldığı bir toplumda, muhafazakâr değerlerin ve inancın toplumsal çatışmayı önleme potansiyelinin yüksek olacağı düşünülerek kullanıldığı da söylenebilir.[44] Darbe hükümetlerinin, sağ partilerin din dersleri ve imam hatip okullarnı yönelik desteklerinin toplumsal duyarlılıklar kadar bu beklentiyle de ilgisi vardır.

Yukarıda kapitalizm ve demokrasi arasındaki uyuşmazlıktan, 80 sonrasında bunun iyice gün yüzüne çıktığından söz ettim ki, Türkiye’de bu açıdan iyi bir örnek!… Geç endüstrileşme ve sermaye birikiminin önceliği zaten geçmişten buyana ekonomik-siyasal güçler koalisyonuun ülkeyi yönetmesi ve farklı sınıfların güçlenmesini önlemişken, küreselleşmeyle kapitalizmin mantığı tüm dünyada öteki alanları etkileyen bir “üst etik” bir norm haline gelmesiyle emekten yan güçler daha da zayıflamış, sağ siyaset dışında bir siyasete yer kalmamıştır. Ortaya çıkan boşluğu ekonomik farklılıklar değil sosyo-kültürel farklılıklar doldurunca da, küreselleşmeden yararlanan İslami sermayenin desteğinde siyasal İslam’ın yolu açılmıştır. Siyasal İslam’ı temsil eden partinin demokrasiyle ilişkisinin ise, kendini ve temsil etiklerini güçlendirmeye aracılık etmekten öte olmadığı anlaşıldığından, demokrasinin hali de böyle!… Düşünce ve ifade özgürlüğü yok olmaya doğru gidiyor, basın özgürlüğü ortadan kalkmakta, hukuk işlemiyor, yargı taraf olup çıkmış durumda; sosyo-ekonomik hakların adı bile geçmiyor!

Kısacası hangi özgürlükten baksak Türkiye gerilemekte; Demokrasi Endeksinde 167 ülke içinde 103. sırada yer alan Türkiye’nin puanında son on yılda ciddi bir düşüş yaşandığı biliniyor. [45] Sandık hala geçerli olduğundan seçimler yapılmakta ama seçimler “”seçilmiş otokratları iktidara getirmekte. Kısacası 80 sonrasında siyasette güçlenen boşluğu ve hayal kırıklıklarını dolduran güçler, bir yandan kendilerini güçlendirecek yönde demokrasiyi kısıtlamakta,  öte yandan Cumhuriyet’le gelen modernleşmeyi tersine döndürmeye çalışmaktadırlar.

Kuşkusuz, burada, bu olumsuz gidişin neden durdurulamadığı, demokratik kurum ve değerlerin elden gitmesine neden karşı durulmadığı gibi bir sorunun sorulmasına ihtiyaç var!… Bu sorunun yanıtı, ülkenin geçmişten bugüne gelen koşulları ile 80 sonrasının getirdiklerinde saklı. Yukarıda geçmiş dönemlerle ilgili olarak devletin egemenliği, toplumsal güçlerin zayıflığı ve devlete bağımlılıkları, demokrasi deneyimin yetersizliği, toplumdaki rıza ve itaat kültürünün varlığı,  bu koşulları kullanan ve güçlendiren siyasal iktidarların varlığı ve getirdikleri siyasal yasaklardan söz ettim.  Güçlü devlet-güçsüz toplum ikileminin yaratılmasında, sınıfsız toplum istemi, buna dayalı siyaset ve parti anlayışı, siyasal yasaklar, bağımlı bireyler ve kitleler yaratılmasını sağlayan popülist politikalara değindim. Dolayısıyla buraya gelinmesinde tarihsel geçmişten sosyal, ekonomik, kültürel koşullara kadar birçok faktörün rol oynadığına kuşku yok; ancak bunlar arasında sınıfsız demokrasi anlayışı ile sermayeden yana olan siyasal ekonomiyi örten popülist politikaları ayrıca vurgulamak gerektiği kanısındayım. Yukarıda, sosyo-ekonomik hakların, temel hak ve özgürlükler, toplumsal gelişme ve demokrasinin işlev kazanmasıyla ilişkilerini irdelerken söylenenleri hatırlar, buna karşın bu ülkede siyasal ekonominin hep sosyo-ekonomik hakları ve toplumsal gelişmeyi geride bırakan bir siyasal ekonomiyi yansıttığı,  demokrasi anlayışının uzun süre emeğin siyasallaşmasını önleyen kısıtlı bir demokrasiyi temsil ettiğini düşünürsek, siyaseti ve demokrasiyi sakat ve işlevsiz kılan koşulları önce buralarda aramak gerektiğini söylemek yanlış olmaz.

80 sonrasında ise, bir yandan neo-liberal politikalar fırtına gibi eserken, öte yandan ideolojilerin gerilediği, siyasetin gözden düştüğü, ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkinin ilişkiyi görünmez kılındığı, sosyo-kültürel çatışmaların öne çıktığı post-modern anlayışlar güç kazanmaktadır. Türkiye’de ise, bunun önceleyen yapı ve koşullar düşünüldüğünde, etkilerinin daha büyük olması olağandır. Örneğin artık çalışanların çoğu ücretlidir; yani Türkiye ücretliler toplumu haline gelmiştir. Ancak bu çoğunluğun bir kısmı ideolojiden de siyasetten de uzak, daha büyük kısmı sınıfa yabancı kalırken, örgütlü olanlar da çoğunlukla koşullarını koruma gayretindeler. Bu koşullara bağlı olarak, siyasal yelpaze neredeyse sağ parti çeşitlemelerinden oluşurken, neo-liberal politikaların uygulanmasına, siyasetin “kollama, yanaşma, popülist ve klientalist” ilişkilere dönüşmesine, demokrasinin ekonomik-siyasal güçler arasında  “al gülüm ver gülüm” halini almasına karşı çıkacak güçler de hepten bastırılmıştır.  Sonuçta,-taraflar değişse de-baştan beri var olan siyasal-ekonomik güçler daha ağırlık kazandığı gibi, siyaset de muhalefetsiz kalmış, sağ partiler arasında günlük çekişmeler siyaset halini almıştır!

Ancak kapitalizmin onu dizginleyecek muhalif güçler olmadan raydan çıkması gibi, siyaset ve demokrasi de güç ilişkilerini dengeleyecek çoğulcu bir yapıya, muhalif güçlere yer vermeyince sakatlanıyor ki, Türkiye’de görülen budur!.. Çoğulcu demokrasi yoktur, siyasal partiler arasında -solda yer alan birkaç küçük parti dışında- farklılıklar kalmadığı gibi, hamasi söylemlerle birbirlerini eleştirmekten başka söyleyecek sözlerinin bile kalmadığını söylemek haksızlık sayılmaz.

Bu durumda popülizmin şahlanması da kaçınılmazdır!

Küreselleşme sonrası ulus devlete ne olduğu meselesi de, popülist politikalar çerçevesinde yanıtlanabilir. Bu dönemden her yerde olduğu gibi Türkiye’de de ulus devlet ortadan kalkmamış, buna karşın oynadığı rol değişmiştir. Örneğin sermaye birikimi ve dışa açılma politikaları açısından önemi daha artmış, toplumsal politikalar açısından oynadığı rol ve katkısı önemli ölçüde azalmıştır. Bugün, yalnız vergi indirimleri ve özelleştirmelerle değil, vergi iadesi, vergi afları, imar afları, yatırım indirimleri, kamu ihaleleri, hepsi, sermayeye -özellikle de yandaş sermayeye- hizmet edecek biçimde düzenlenmektedir. Örneğin AKP döneminde öne çıkan inşaat sektörünün, yoğun rant ve yolsuzluklarla, ihale yasalarının 150’den fazla değişikliğe uğramasıyla kayırma-besleme ekonomisinin sıçradığı bir sektör haline geldiğine kuşku yok:[46] Yalnız ihale yasaları değil, imar planlarının değişmesi, koruma kurullarının devreden çıkarılması, birçok büyük inşaatta Çevre Etkisi Değerlendirme (ÇED) gereğinin ortadan kaldırılması, bu kararın bağımsız kurullardan alınarak valilere bırakılması, bazı ihalelere hazine garantisi sağlanması gibi inşaat sektöründe kayırmanın ve hukuksuzluğun sonu yoktur. Bu nedenle, Türkiye’de başından beri geçerli olan “ahbap-çavuş kapitalizminin” desteklenen guruplar değişse de varlığının bu dönemde daha güç kazandığı ve devletin verdiğin desteğin bazı guruplar için “besleme” niteliği aldığını söylemek yanlış olmaz.

Oysa sormak gerekir: Bu nasıl bir liberalizmdir ki,  “bırakınız yapsınlar” biçiminde değil, “destekleyin, arka çıkın, besleyin” biçiminde işlemektedir!  Ne var ki, bunu soran yoktur; soracak güçlere çoktan rahmet okunmuştur! Kapitalizmi ve sermayeyi dizginleyecek toplumsal-siyasal güçler olmadıkça, devletin sermayeye destek rolünün güçlenmesine de, toplumsal rolünün nicelik ve nitelik açısından aşınma ve gerilmesine de engel olunamaz. Engel olmak bir yana şaşılmaz bile!

Bu anlayış ve politikalar doğrultusunda sosyal politikalar ile sosyo-ekonomik hakların hali de malum!… Sosyal hakların varlıklarını korusalar da önemlerini kaybettiği, ekonomik hakların ise yok sayıldığından söz edilebilir; buna karşın liberal politikalarla sınıfsız toplum anlayışının ve popülist politikaların güç kazandığına kuşku yok. Sistem ve politikalar değişmezken, daha adil bir vergi politikasına bile razı olunmadığından, yukarıda da değindiğim gibi, popülist politikalara gitmek ve tüm halkı kucaklama yönündeki söylemlere sarılmaktan başka çare yoktur. Örneğin liberalizmin mimarı sayılan Özal, dayandığı siyasal kesimleri “orta direk” diye nitelerken, milliyetçilikten muhafazakarlığa, burjuvaziden kent varoşlarında yaşayanlara uzanan “dört eğilimi” birleştirmiş bir siyasal anlayıştan söz etmektedir. AKP’nin söylemi de aynı doğrultuda, tüm toplumu, özellikle kimsesizleri kucakladığını söylemekte.

Örneğin AKP programları ve söyleminde,  sosyal devletle ilgili olarak, “bu bağlamda, yoksullar, bakıma muhtaç yaşlılar, çocuklar ve işsizler için özel programlar oluşturulacak, zor durumdaki vatandaşlara, terkedilmiş ve kimsesiz oldukları duygusu yaşatılmayacaktır. İşsizleri, fakirleri, düşkünleri, hastaları, özürlüleri gözeten, onların insan onuruna yakışacak şekilde yaşamalarını sağlayacak bir sosyal devlet anlayışının kaçınılmazlığından” söz edilmektedir.[47] Aslında sosyal devlet anlayışı, sosyo-ekonomik hakları hayata geçirmeye yönelik değil, en yoksul, en düşkün olanların korumayı amaçlayan “sosyal yardım devletidir”!

Emek açısından bakıldığında, bu dönemde, emeğin 61-80 arasında devletten gördüğü desteğin ortadan kalktığı, liberal piyasa ile karşı karşıya kaldığı bir gerçek. Örneğin 1980 sonrasında, 1982 Anayasasının haklar ve özgürlükler konusunda getirdiği kısıtlamalar gibi, sendikalarla ilgili yeni yasalarda da örgütlenme, toplu pazarlık ve grev hakları açısından kısıtlar artmıştır. Özel sektörde var olan “sendikacılığa karşı zihniyetin” artık iktidara geçtiğinden söz etmek doğru olur. Neo-liberal politikalar doğrultusunda özelleştirmeler de sürdürülmekte; ka­mu sektörü daraldığından sendikalaşma kapsamı küçülürken, toplu pazarlıklar bekleneni vermekten uzak kalmakta, ücretler erimektedir. Özetle emek ücretler, istihdam, çalışma koşulları, güvenlik açısından büyük kayıplarla karşılaşırken, dışa açık büyüme de sorunlar doğurmakta, bankalar batarken ekonomik krizlerde eksik olmamaktadır. Artan güvensizlik ve gerileyen yaşam koşullarının, 2002 seçimlerinde halkın tüm partileri tasfiye ederek yeni bir partiyi, AKP’yi iktidara getirmesinde payı da çoktur.

Özetle, öte yandan aynı işkolu ve aynı işyerinde birden fazla sendika kurulmasının yolu açıldığından sendikalar daha da zayıflamaktadır. AKP döneminde ise daha da ileri gidildiği, hem memur hem işçi sendikalar arasında iktidardan yana sendikalar oluşturulduğu görülmekte.

AKP’nin ise, toplumu iyi okuduğu kuşkusuz; bir yandan yoksullara yönelik politika ve yardımların çeşitlendirme ve arttırma yoluna giderek toplumun zayıf kesimlerini kendine bağlamakta, öte yandan kendini “muhafazakâr demokrat” konuma yerleştirerek geleneksel toplum ve değerlerle özdeşleşmeyi başarmaktadır. Sosyo-ekonomik hakka dayanmayan sosyal yardımların, ne kadar artsalar da, sorunları temelden çözemeyecekleri, bu nedenle süreklilik taşıyan ve giderek genişleyen bir uygulamaya ihtiyaç gösterdikleri açık; ancak bu politikalar az gelişmiş demokrasilerde devlete bağımlılığı ürettiklerinden siyasal iktidarlar için elverişli oldukları da kuşkusuz. Özetle, siyasal desteği hem büyütmek hem kalıcı hale getirmek ihtiyacı varken,  sermaye birikiminden yana politikalarda bir değişiklik de yapılamayacağına göre, “yoksulluğu yönetmek” ve yoksul kesimlerin rızasını almak için sosyal yardımlar açısından biraz cömert(!) olmanın getirisi az değildir.

Buna karşın, sosyal yardım derken haklar ortadan kaybolduğundan, bu yardımların sınıf ve siyaset ilişkilerin hepten örtülmesine yaradıkları da kuşkusuz.  Böylece, bir yandan da devletin sermayeden yana rolünün üstü örtülmekte, zaten zayıf olan sınıf temelli anlayışların büyümesi önlenirken iktidar da toplumdan onay sağlamaktadır. Öte yandan, yapılan sosyal yardımlar geleneksel ve dini değerlere bağlandığı gibi, parti örgütleri, cemaatler ve vakıflar da devreye sokulduğundan, siyasal iktidar hem kendini hem temsil ettiği İslami anlayışı güçlendirmenin yolunu bulmaktadır.

Kısacası popülizmin Türkiye’de devletin sınıfsal karakteri ile sermayenin hegemonyasını örtülmesine yaradığı gibi, siyasal İslam’ın da işine yaramaktadır. Bu nedenle AKP dönemindeki popülist uygulamalar, “piyasalaşmanın ve neoliberal tarzda yeniden yapılanmanın önünü açarken, aynı zamanda en alttakilerin siyasal desteğini gözetilmesine dayanan egemen sınıfın stratejisi” niteliğindedir.[48] Yani popülizm, ekonomik amaçlarının yanı sıra İslami doğrultuda olan siyaseti ve dünya görüşünü güçlendirmenin de aracı olmuştur. Bana bağlı olarak “neo-popülizm” diye adlandırmak doğru görünmektedir.[49]

Yalnızca bir hatırlatma olması anlamında birkaç rakam vereceğim. Örneğin Türkiye’de gelir dağılımında en alttaki %20 toplam gelirden %6 pay alırken, en üstteki %20 toplam gelirin yaklaşık yarısını almaktadır; gini katsayısı 0,4. Sosyal harcamalara Gayri Safi Milli Hasıladan ancak %10 pay ayrılıyor; yaklaşık 15 milyon insan sosyal koruma kapsamında.[50]  İşsizlik oranı toplamda %10, gençlerde % 20. Özetle koşullar kötü, gerçekler ise bu rakamlardan da kötü. Son 5 yılda patronların karı 8 kat artarken, maaş ve ücret ödemeleri 2,5 kat arttı; buna karşın ücret artışlarının enflasyona yol açtığından şikâyet ediliyor.[51]

Buna karşın, Türkiye’de toplumun yoksul ve zayıf kesimlerinin çoğunlukla AKP iktidarını desteklediği de biliniyor. Yukarıda da dediğim gibi, bu tür yardım ve politikalar yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik gibi sorunları ortadan kaldırmasalar da ”yönetilmelerini“ sağlarken, bu “yönetim”  bireyde “bağımlılık”, toplumda “yoksulluk-yoksunluk” kültürünün kalıcı hale gelmesini de sağlamakta.  İstenen de bu yönde!.. Sistemi değişime zorlayacak güçler hepten zayıflarken, popülist uygulamalar güçlenerek devam etmekte; demokrasi ise çöküşte!…

Kuşkusuz ortaya çıkan olumsuz gelişmelerin arkasında yalnız uygulanan siyaset ve politikalar yok; topluma düşen nedenler de var. Örneğin maddi ve maddi-olmayan emek arasında ve çalışma koşullarında artan farklılık nedeniyle emeğin parçalanması, yetersiz olan siyasal ve sınıfsal bilincinin iyice zayıflaması gibi emeğe ilişkin gelişmelerin payı az değil. Türkiye ücretliler toplumu haline geliyor ama örneğin hizmet sektörünün büyümesi emek içindeki bölünmeyi güçlendirirken, teknolojik gelişmeler –otomasyon- bir yandan işsizliğe, öte yandan emeğin niteliğinde değişime neden olmaktadır ki, tüm bu değişimlerin emeğin örgütlenmesi ve sınıf bilinci açısından olumsuz rol oynadığına kuşku yok. Öte yandan sendikalaşmanın kapsamı daralırken birden fazla sendikanın ortaya çıkmasıyla parçalanmış bir sendikacılık ortaya çıktığından sendikalar hem güç hem itibar yitirmektedirler. Siyasal iktidar ise, kendinden yana sendikalar yaratma gayreti içinde sendikacılığı hepten zayıflatmaktadır.  Gerileyen çalışma koşullarının iş uyuşmazlıklarına yol açması kaçınılmazdır ancak bir yandan sendikaların güç kaybı, öte yandan grevlerin çok zaman “kamu yararı” gerekçesiyle ertelenmesi nedeniyle 80 sonrasında Türkiye’de çalışma koşulları kötüleşse de, iş uyuşmazlıkları azaldığı bir gerçek. Zorunlu uzlaşma dönemi denilebilir!  

Siyasal İslam’la birlikte yükselen yeni burjuvazi açısından da ekonomik haklara itibar edildiği söylenemez. Küçük işletmelerde zaten işçiden çok çalışmasını, işvereninse çalışanlarına karşı adil olmasını bekleyen bir anlayışın benimsendiği, işçi-işveren arasındaki ilişkilerin yasalardan çok enformel yollarla belirlenmesi ve paternalist anlayışın sürdürülmesi yönünde eğilimlerin öne çıktığı söylenebilir; İslami sermayenin yaklaşımı da bu yönde. Yapılan araştırmalar,  iş hukuku gibi sendikalara da pek olumlu bakılmadığı, işverenler olarak çalışanlarının her türlü ihtiyacıyla abi-kardeş̧ ilişkisi içinde ilgilenmeyi tercih ettikleri ve sendikal örgütlenmeye gerek olmadığı düşündüklerini göstermekte; sendikal örgütlenme fikri karşısında düşmanca bir tutum takınıldığını söylemek yanlış olmaz.[52]

Sonuç olarak, sosyal politikanın, hem neo-popülizmi yansıtıp hem neo-popülizme hizmet ettiğini söylemek yanlış olmaz. Sosyal politikanı, böylece, bütün olarak iktidarın işine yarayacak biçimde toplumun muhafazakâr ve geleneksel değerleri ile yoksulluğunun “araçsallaştırılmasına” hizmet ettiği söylenebilir. Benimsenen sosyal devlet anlayışına, bu nedenle,  “sosyal yardım devleti” demek tam doğru görünmüyor. Liberal anlayışla geleneksel anlayışı biraraya getiren ve temelde en altta kalan kesimlerine yönelik sosyal yardımların ağırlık taşıdığı bir sosyal devlet modeli olduğu kabul edilse de, neo-muhafazakâr, neo-popülist politikalara araç olduğu düşünüldüğünde anlam ve sonuçlarının “yoksulluğu yönetmenin” ötesine geçtiğini söylemek yanlış olmaz.

Sonucun sonucu olarak, bu ülkede yetersiz toplumsal, ekonomik, siyasal koşullar nedeniyle sosyo-ekonomik hakların varlık kazanmakta zorlandığı bir gerçek; tüm boyunca dönemler boyunca izlenen politikalar da bunların varlık kazanmasını engelleme yönünde.  Bu hakların, yalnız sosyal devletin değil,  yukarıda tartıştığım gibi, temel hak ve özgürlükler ile demokrasinin güçlenmesi açısından da önemleri düşünüldüğünde, bu hakların “cılızlığını” toplumsal-siyasal gelişmenin “cılızlığıyla” ilişkilendirmek yanlış olmaz. Ne var ki, güçlenmelerini talep edecek sınıflar yasaklarla ve popülist politikalarla engellendiğinde, -ki, Türkiye’nin temel siyaseti dense yeridir- siyasetin tek yanlı, demokrasinin aksak kalması da kaçınılmaz olmakta. Bunun sonucu, bugün Türkiye’de olduğu gibi onca yıl demokrasi yönünde sürdürülen çabaların bir batağa saplanması biçiminde de  olabilmekte.


[1] Sumner B. Twiss ( 2004), “History, Human Rights and Globalization”, Journal of Religious Ethics, 32/1; 39-70; Shareen Hertel ( 2006), “Why Bother? Measuring Economic Rights: The Research Agenda”, International Studies Perspectives, 7; 215-230. 

[2] Meryem Koray (2011), Kapitalizm Küreselleşirken Dünya Ahvali, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

[3] Peter Flora;  “J. Alber (1990),  “Modernization, Democratization and the Development of Welfare States in Western Europe”, The Development Of Welfare States in Europe and America, (der) P. Flora; A.J. Heidenheimer, Transaction, London.

[4] Gosta Esping-Andersen (1990), The Three Worlds Of Welfare Capitalism, Princeton University Press,  New Jersey; 10

[5] Meryem Koray (2005), Avrupa Toplum Modeli, İmge Yayınları, Ankara; 120

[6] Fatmagül Berktay (2008), “Liberalizm: Tek Bir Teorik Pozisyona İndirgenmesi Olanaksız Bir İdeoloji”,  19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, (der) H. Birsen Örs, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul; 49-114; Mustafa Erdoğan (2005), “Liberalizm ve Türkiye’deki Serüveni”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Liberalizm,  İletişim Yayınları, İstanbul;13-40

[7] F. A. Hayek (1999), Kölelik Yolu, Çev. Turan Feyzioğlu ve Yıldıray Arsan, Libeberte Yayınları, Ankara.

.

[8] Meryem Koray (2017), “Eşitlik ve Sosyal Devletin Vaatleri ya da Sınırları…”, Emek Araştırma Dergisi, Aralık 2017/2.

[9] A. Gutman ve D. Thompson, D. (2002), “Deliberative Democracy Beyond Process, The Journal of Political Philosophy, 10(2);153-174.

[10] M. Koray (2015), “AKP Dönemi: Neo-liberalizm, Neo-muhafazakarlık, Neo-Popülizm Beşiğinde Sallanan Sosyal Devlet ve Sosyal Politika”,  Himmet-Fıtrat-Piyasa: AKP Döneminde Sosyal Politika, (Der) M. Koray; A. Çelik, İletişim Yayınları, İstanbul. 

[11] Gosta Esping-Andersen, G. (1990), The Three Worlds Of Welfare Capitalism, Princeton University Press, New Jersey; 21.

[12] Türkiye’de demokratik kurum ve süreçler tartışmaya açılırken, ortaya çıkan yetersizlikler konusunda toplumun sosyo-ekonomik koşullar ile sosyo-ekonomik hakların durumunu gündeme getiren tartışmalara pek rastlanmamaktadır. Oysa Türkiye’nin neden demokratikleşemediği konusunu tartışmaları arasında, sosyo-kültürel faktörlerden çok, sosyo-ekonomik eşitsizliklerle bunları sürdürmeye  yönelik siyaset ve demokrasi anlayışındaki yasakları, sınıfsız toplum oluşturma çalışan konusunda sürdürülen gayretleri, bu açıdan sosyo-ekonomik hak ve özgürlüklerle tehlike olarak gören anlayışları, bu gayretler sonucunda oluşan toplumsal-siyasal güç dengesizliğini, sermeye birikimini bile yeni zenginler yaratmak için kullanan “siyasal ekonomi” anlayışı sosyo-ekonomik hak ve özgürlüklerle gibi “siyasal-sosyal ekonomi” anlayış ve uygulamalarını başa almak hiç yanlış olmaz. 

[13] T.H. Marshall(1965), Class, Citizenship and Social Development, Anchor Boks, NewYork, 1965; 

[14] John Rawls (2003, Halkların Yasası ve “Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması”,  Çev. Gül Evrin, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, İstanbul; 52-523

[15] Rawls, John (2001), Collected Papers-John Rawls,  (der) Samuel Freeman, Harvard University Press; 133

[16] Bazen, devletin “yeniden dağıtımcı“ rolünün yalnız sosyal devletle ve sosyal harcamalarla ilgili olduğunu düşünen yazılara rastlıyorum. Oysa, devletin her zaman “yeniden dağıtımcı” bir rolü olduğunu unutmamak gerekiyor. Mesele, bu rolün kimden yana uygulanacağıyla ilgili. Yani liberal devlet anlayışı ve liberal politikalar, devletin dağıtımcı rolünden vazgeçmesi anlamına gelmiyor; örneğin, ağızlarından “piyasa” lafı düşmese de, sermayenin sürekli olarak teşvik, vergi kolaylıkları, vergi afları, yatırım öncelikleri, sigorta prim desteği ve de batma tehlikesi gösteren firmaların kurtarılması gibi devletten katkı beklediğini görebiliyoruz. Bunların her biri, gerçekte, devletin “yeniden dağıtım” rolünü sermayeden yana kullandığının gösteren örnekler. Hele bizim gibi ülkelerde, rant ekonomisi yoluyla sermayeye katkı değil, sermaye yaratıldığının örneği çok. Sosyal devletin güç kazandığı durumlarda ise, bunlardan tümüyle vaz geçildiği söylenemese de, devletin, sosyo-ekonomik hakları hayata geçirmek üzere yaptığı harcamalarla gelirin,  “sosyal eşitlik-sosyal refah yönünde yeniden dağıtımından” söz edilebilir. Kısacası, devletin yeniden dağıtım rolünden söz ederken, bunun sosyal devlete özgü olmadığını ve hem yeniden dağıtım meselesinin devletin siyasal ekonomisinden ayrı düşünülemeyeceğini görmek durumundayız.

[17] Ramesh Mishra (2005), “Social rights as human rights; Globalizing social protection”, International Social Work /48; 9-20.

[18] Sosyo-ekonomik haklarla ilgili ayrıntılı bir tartışmayı “Kapitalizm Küreselleşirken Dünya Ahvali”  adını taşıyan kitabımda yaptım (Ayrıntı Yayınları, 2011). Buradaki alıntılar da o kitaptan.

[19] Hayek, age; 109.

[20] Geoffrey Brennan ve James M. Buchanan (2001),”The Reason of Rules: Constitutional Political Economy”, Indianapolis Inc.Library of Liberty, http://www.econlib.org

[21] Rawls, 2001, age; 133

[22] Amartya Sen (2004), Özgürlükle Kalkınma, Ayrıntı Yayınları, İstanbul; 319-320Sen, (2004, 319-320).

[23] Charles Jones (2001), “Global Justice Defending”, Cosmopolitan, Oxford University; 51-62):

[24] Cecile Fabre (1998), Constitutionalisng Social Rights (1998), The Journal of Political Philosophy/6;  263-284.

[25] P.A. Hall ve D. Soskice (2001), Varieties of Capitalism, Oxford University.

[26] Esping-Andersen, age.

[27] Stephan Leibfried (1993), “Towards a European Welfare State?”, New Perspectives on the Welfare State in Europe, (der) Jones, C.; Routledge, Londra; 139-143. 

[28] W. Korpi (1978), The Working Class in Welfare Capitalism, Routledge and Kegan Paul, Londra; 40;  Esping-Andersen, 1990, age; 11.

[29] Wolfgang Streeck (2021), Kapitalizm Nasıl Sona Erecek? çev. Bülent Doğan, Tellekt, İstanbul; 279-300

[30]Kemal Sülker (1976), Sendikacılar ve Politika, May Yayınları, İstanbul; 262

[31] Mümtaz Soysal (1969), Anayasaya Giriş, AÜSBF Yayını, Ankara, 1969.

[32] Burada konuyla ilgili olarak genel bir tablo çizmek istediğimden, siyasal partiler ve hükümetlere ilişkin farklılıklardan söz edecek kadar siyasete girmek istemiyorum. Yalnızca, bu genel tablo içinde CHP’nin Ecevit’le birlikte “ortanın solu” olarak nitelenen politikayı benimsemesi ve 1973 ve 1977 seçimlerinde daha yüksek oy alması gibi “ayrıksı” bir dönem dışında, [32]  Türkiye’nin hep sağ partilerin veya onların oluşturduğu sağ koalisyonların iktidarda olduğu bir ülke olduğunu söylemek kaçınılmaz. Ecevit’in başbakanlığında kurulan koalisyonlar ise, hem kısa süreli olmuş- 26 0cak 1974-17 Kasım 1974, ikincisi 21 Haziran-21 Temmuz 1977, üçüncüsü 5 Ocak 1978-12 Kasım 1979- hem sağ partilerle kurulduğundan ne siyasette ne de toplumda bir değişim sağlayabilmiştir.  Koalisyonların ardı ardına kurulup dağıldığı 1970’li yıllar, siyasette olduğu gibi toplumda da gerilim ve kargaşanın arttığı, sokaklarda çatışmaların yaşandığı, katliamların yapıldığı yıllardır. Sonrasında gelen askeri darbe ise, toplumsal-siyasal çatışmaya son vermiştir; ancak liberal politikalarla birlikte uyguladığı yasakların, solu bitirirken, sağın önünü açtığını söylemek de kaçınılmaz.

[33] Zafer Toprak (2002),“Muhafazakarlık”, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, www.obarsiv.com/cts

[34] Korkut Boratav (1987), “İthal İkamesi ve Gelir Dağılımı”, Kriz, Gelir Dağılımı ve Türkiye’nin Alternatif Sorunu, 2. Baskı, K. Boratav; Ç. Keyder; Ş. Pamuk,  Kaynak Yayınları, İstanbul

1987, 13

[35] Korkut Boratav; Erinç Yeldan; Ahmet Haşim Köse (2000), “Globalization, Distribution and Social Policy; Turkey 1980-1998”, Center for Economic Policy Analysis (CEPA) Working Paper Series-20, NewYork, New School University.

[36] Levent Köker, Köker 2005), Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yayınları, İstanbul; 228

[37] M. Koray ( 2020), Sosyal Politika, İmge Yayınları, 6. Bası, Ankara.

.

[38] M. Koray, M (1994), Değişen Koşullarda Sendikacılık, TÜSES yayınları, İstanbul; 202

Koray, 1994; 202).

[39] Çağlar Keyder (2005), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar 11.Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.

.

[40] M. Koray (2015) age; 12

[41] Haldun Gülalp (2003), Kimlikler Siyaseti-Türkiye’de Siyasal İslam’ın Temelleri, Metis yayınları, İstanbul; 44-52

[42] Sarah Lewis (2003),”Are Democracy and Capitalism Incompatible?”, Student Economic Review; 45-47

[43] Arif Dirlik (2005), Postkolonyal Aura: Küresel Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Eleştirisi, Çev. Galip Doğduyaslan, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi; 48.

[44] Kallek, Cengiz (2008), “İslam sermaye ile emek arasında denge kurar”, İslam ve Hayat, http://www.islamvehayat.com/1652/

[45] Euronews (2023),”Rapor: Dünyada 24  ‘ tam demokrasi’ var; Türkiye yine ‘hibrit’ kategorisinde yer almakta”, Euronews Türkçe,  02.02.2023, http://www.tr.euronews.com

[46]  Koray (2015) age; 29.

[47] Koray (2015), age; 36. p

[48] Deniz Yıldırım (2010), “AKP ve Neoliberal Popülizm”, AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu, (der) İlhan Uzgel ; Bülent Duru, Phoenix, Ankara; Yıldırım, Deniz (2010), “AKP ve Neoliberal Popülizm”, AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu, (der) İlhan Uzgel ; Bülent Duru, Phoenix, Ankara 91

[49] Koray (2015), age; 34 ve devamı 

[50] TUİK (2022), Sosyal Koruma İstatistikleri, 23 Aralık 2022, http://www.data.tuik.gov.tr.

[51] Euronews (2023), “Enflasyon-ücret artışı tartışması: Yüksek enflasyon işçiye mi yoksa patrona mı yarıyor?”, Euronews Türkçe, 24.10.2023, http://www.tr.euronews.com

[52] Özdemir, Şennur  (2010), “İslami Sermaye ve Sınıf; Türkiye/Konya Müsiad Örneği“, Çalışma İlişkileri Dergisi, 2010; Cilt 1, sayı 1; 37-57; www.arastirmax.com/system/files/dergiler/34148/