Geleceğe insani ve sosyal gelişme ihtiyacı açısından bakmak!…

 

1-İnsan uygarlığı ve insanlığın gelişmesi

Geçmiş geleceğin pusulasıdır.

Teknolojik gelişmelerin hızlandığı, sorunların, belirsizlikler, bilinmeyenlerin arttığı bir dünyada yaşadığımız ortada; bu nedenle geleceği düşünmek ve onun üzerine tartışma ihtiyacı daha da büyük.  Ancak geçmişin, geleceğin tohumu olduğu unutulamayacağına göre, belirsizlik ve bilinmeyenlerle dolu olan gelecek hakkında konuşmak için geçmişi bir pusula olarak görmekte de yarar var.

İlkel insandan, mağaralarda yaşamaktan, avcılık ve toplayıcılıktan bugüne uzanan insan yaşamı, dünyanın yaklaşık 4,5 milyarı bulan varoluşu içinde bir hiç mertebesinde. Homo Sapiens’in anatomik olarak varlığı ancak 300 bin yılı bulmakta, alet-edevat kullanımı ise 50 bin yıl önceye dayanmakta. Dünyanın yaşını 24 saat olarak alırsak, insanın tüm gelişmesini son dakika olarak düşünmek mümkün.

Bu konuyla ilgili olarak vurgulamak istediğim bir nokta, insanın ve uygarlığın gelişmesine “insanlaşma” süreci demek de mümkün diye düşünüyorum. “İnsanın kim olduğu” sorusuna yanıt vermek kolay değil; insanlaşmanın nereye uzanacağını da bilemiyoruz.

Birçok yaklaşım var ama sanırım “ felsefi antropoloji” ve fenomonolojik yaklaşım oldukça gerçekçi bir yaklaşım. Buna göre, insanı tanımlamak için onu farklılaştıran özellikler aramak yerine bir bütün olarak ele almak gerekiyor; öyle olunca da, insan, doğal bir varlık olmanın ötesinde yapıp-ettikleri, olumlu-olumsuz tüm gelişmeleriyle ortaya çıkan bir varlık olmakta (Takiyettin Mengüşoğlu, 1988; 47).  Kısacası iyi ve kötü, uyumlu ve uyumsuz, yapıcı ve yıkıcı bir varlık.

Kısacası, insanın göze çarpan ayırıcı özelliği (karakteristiği),metafiziksel doğası değil, yaptığı işlerdir. Dil, din, sanat, bilim, tarih de, yapıp ettiklerinin bir halkası veya dilimidir (Ernst Cassirer, 1980; 71).

Öyle olunca, insan olmanın, insanlaşmanın değişimler yaşanarak devam ettiği anlaşılmakta. Sonuç nereye çıkacak tam bilmiyoruz ama zekanın makinelere devri ile gerçekten bir sona ulaşmasının da olasılıklardan biri olduğunu biliyoruz.

Bu konuyla ilgili vurgulamak istediğim ikinci bir nokta da, uygarlaşma ve insanlaşma sürecinde teknolojinin oynadığı büyük rol. DNA açısından şempanzeyle yüzde 99 oranında benzerlik taşıyan insanın, onu bugün dünyanın efendisi haline getiren farklılığı nerede dediğimizde, elini, dilini kullanmasıyla farklılaştığı ve bunu gerisinde “zekâsı” söz konusu oluyor, bu zekanın zamanla geliştiğine de kuşku yok. Zekasının gelişmesinde ise, (güçsüzlüğü nedeniyle) başkasına ihtiyaç duyma ve buna bağlı olarak  “toplumsallaşma” ihtiyacı ve toplumsallaşma ile birlikte gelişen “alet yapımı ve kullanımının” (teknoloji) payı büyük.

Kısaca söylersek, insanın “insanlaşması” ve kurduğu uygarlığın gelişmesinde dayanışma ve işbirliğine gitme ihtiyacı ile teknoloji kullanımının başlıca ögeler olduğu söylenebilir. Her iki ögenin diğerini teşvik edip kolaylaştırdığı da açık. Alet-edevatın yapımı, ortaklaşa kullanımı, kuşaktan kuşağa aktarımında ihtiyaçlar kadar toplumsallaşmanın payı büyük. Sonuç olarak taş yontmaktan füze yapımına ulaşmış, doğada değil kendi inşa ettiği evlerde, kentlerde yaşayan, doğal değil kendi ürettiği besinlerle beslenen, soğuğu sıcağı değiştirerek kendi iklimini, gecesi gündüzüyle kendi zamanının yaşayan bir insanlık söz konusu. Bu nedenle insana “çıplak maymun” olmaktan çok ”yapay maymun” sıfatını yakıştırmak da mümkün (Timothy Taylor,  2012; 19).

2- İnsanlaşma ve uygarlaşma sürecinin iki boyutu

İnsan uygarlığının birçok boyutu ver; an cak b unları iki eksende toplamak mümkün.  diye düşünüyorum.

a-Maddi koşullardaki gelişmeler:

Birinci eksende, insanı ilkel ve güçsüz bir varlıktan bugün dünyaya egemen bir varlık haline getiren gelişmeler var. Bunlara kısaca “maddi koşullardaki gelişmeler” diyebiliriz.

Birkaç örnekle hatırlarsak;
-taşın yontulmasından makineli üretime oradan akıllık makinelere kadar uzanan gelişmeler,

-ateşin bulunuşundan elektriğe, oradan nükleer enerjiye uzanan gelişmeler,

-tekerliğin bulunuşundan motorlu araçlara, oradan uzay aracına uzanan gelişmeler

-dumanla haberleşmeden telgrafa, telefona, oradan uydular üzerinden küresel düzeyde haberleşmeye (televizyon, internet, akıllı telefon) uzanan gelişmeler,

-büyüyle başlayan, sentetik ilaçlarla gelişen sağaltma işlemlerinden organ nakli ile protez organlara uzanan gelişmeler.

-avlama ve toplama yoluyla başlayan beslenmeden binlerce çeşitle zengin ürünlere ve mutfaklara uzanan gelişmeler

-yazının bulunmasından bilgisayar ve bulut hizmetlerine uzayan gelişmeler

Bunların hepsi insanın yaşamını ve onunla birlikte çevre koşullarını, dünyayı değiştiren gelişmeler. Bunların insanı, bir yandan “yapay maymun”  haline getirirken, öte yandan dünyanın egemeni durumuna getirdiği de açık. Dünyadaki tüm canlılar üzerinde olduğu gibi, dünyanın doğası ve iklimini de değiştirmeye kadar uzanan bir egemenlik bu.

Sonuçta insan zekâsı ve ürettiği teknolojinin insan için dünyadaki yaşamı çok daha kolay, sağlıklı, zengin, güzel, eğlenceli, -özetle her açıdan gelişmiş- hale getirdiğine kuşku yok ama bu gelişmelerin olumsuz yanları olduğunu görmemek de mümkün değil.

Birincisi, bu olumlu gelişmelerin dağılımında büyük eşitsizlikler ve adaletsizlikler var. En başta, bunca büyüme ve zenginleşmeye karşın, yoksulluğun bitmediği, zenginlik- yoksulluk uçurumunun büyüdüğü bir dünya ortaya çıkmış durumda. En tepedeki yüzde 1’in gelirin yarısını aldığı bir dünya… Kapitalizmin küreselleşmesiyle insani değerlerin aşındığı demokrasinin gerilediği bir dünya haline geldiği de söylenebilir. Demokrasiler bugün tiranlara yol açabilmekte. Hegemonik güçler arasındaki savaşın ve silahlanma yarışının bitmediği, sonuçta insani, ahlaki, siyasi kayıpların arttığı bir dünya olduğu da kuşkusuz. Bunun için Gazze örneği yeter… Kentlerin yok olduğu, sivil insanların öldüğü, kültürel mirasın bombalandığı, yurtlarından, evlerinden edilmiş milyonlarca sığınmacının dolaştığı bir dünya…

İkinci olarak, maddi açıdan çok gelişmiş, insani açıdan yaya kalmış bu uygarlığın geldiği noktada dünyadaki yaşam için varoluşsal bir soruna yol açtığı da görülmekte. Uzun süredir bilinen “küresel ısınma” artık dünyanın her yerinde görülen afetler ve iklim krizine ulaşmış durumda. Küresel ısınma durdurulmazsa dünyadaki yaşamın sürdürülemez duruma geleceği de bilinmekte ama bu konuda BM aracılığıyla uluslararası bir anlaşmaya varılmış olsa da, konulan hedefler gerçekleştirilememekte.

Özetle,  insan uygarlığının gelişme düzeyi ve doğrultusu sorgulanacak bir çok şey içermekte. Farklı anlayış ve politikalara ihtiyaç olduğu ortada. İzleyeceği yol ve alacağı kararlara göre, insanlaşma süreci ve kurduğu uygarlığın tanımının değişeceği de kuşkusuz.

Yine de, geçmiş yol göstericidir ama geleceği inşa edecek yine insandır diyelim. Farklı bir gelecek inşası mümkün çünkü. Bu konuda, ilk olarak dünyaya ve birbirimize özen göstermemiz, birlikte yaşamanın koşullarına önem vermemiz gerektiğini söyle ek de yanlış olmaz.

b- insani değerlerin gelişmesi

İkinci eksende ise, insani değerlerin gelişmesinden söz edilebilir. Bu değerlerin gelişmesinin başlangıcını dinlere ve geleneklere kadar uzatmak mümkün olsa da, asıl gelişimini modern zamanlarla başlatmak da yanlış olmaz kanısındayım.

İnsani değerleri, en başta, insanın kendi başına bir varlık olarak değerli görülmesi ve vazgeçilmez bazı hakları olduğunun kabulüyle başlatmak mümkün. Bu nedenle toplumsal açıdan soyluluk veya kast sistemlerinin geçerli olduğu, dinler açısından günahkâr ve kul olarak görüldüğü, sahiplik-efendilik anlayışının işlediği koşullarda insanın değerinden de, insani değerlerden de söz etmek mümkün olmaz. Bu koşullarda çok değerli birileri olabilir ama ötekiler canının bile alınması mümkün olan zavallılardır.

Mutlak anlamda eşitsiz ve adaletsiz bu insanlık ve uygarlık anlayışının değişimi ancak modernleşme denilen bir dizi gelişmeyle mümkün olmuştur. Bu gelişmelerde 17 yüzyılda başlayan endüstrileşmenin payı da büyük; endüstrileşme üretimden tüketime, devlet anlayışından uluslararası ilişkilere, ahlaktan kültüre dek toplumsal yaşamın her boyutunu etkileyen ve değiştiren devrimsel bir dönüşüm. Makineli üretime geçiş, kentleşme ve işçileşme, eğitim ihtiyacı ve olanaklarının büyümesi, sermayenin, burjuvazinin yükselişiyle birlikte liberal düşüncenin güç kazanması, insan haklarının dile gelişi, sonrasında sınıflı toplumların ortaya çıkışı ve emeğin güç arayışı ile sürdürülen siyasal-toplumsal hareketlenme, insan hakları ile demokrasinin gelişmesi gibi birçok gelişme endüstri toplumuna ve modern zamanlara özgüdür.

Örneğin liberal düşüncenin temeli bireydir. Bununla;

kuldan, köleden hak sahibi birey anlayışına,

-nesneleşmiş bir varlık olmaktan vazgeçilmez hakların kabulüne,

-ayrıcalıklardan eşitliğe,

-bağımlılıktan özgürlüğe,

-eşitler arasında yönetimin sağlanması için demokrasiye,

-haklarının güvencesi için anayasal yönetim anlayışına,

-en başta devlet olmak üzere güç karşısında korunması için hukukun üstünlüğüne,

-din karşında özgürlüğü için din ve vicdan özgürlüğü ve laikliğe,

ihtiyaç duyulmakta, siyasal liberalizmin hedefi de bunları hayata geçirmek olmaktadır.

Bu açıdan liberal düşünce ve bu düşünceyi hayata geçirmek açısından öngördüğü siyasal liberalizmi küçümsemek mümkün değil.  Bunlar, zamanına göre devrimci düşünceler ve gelişmeler.

İnsanın değer kazanması, insani değerlerden söz edilebilmesi ve bu alanda gelişmelerden söz edilebilmesi için bu ilke ve hedeflerin başlangıç noktası oluşturduğunu kabul etmek gerekmekte.

Bugün de insani gelişme ve insani değerlerden söz etmek için, eğitim, sağlık, konut, refah gibi maddi olanakların yanı sıra aranan koşullar bunlarla ilgili. Öte yandan, maddi koşulların gelişmesi büyük ölçüde siyasal koşullardaki gelişmeye  bağlı; az gelişmiş ülkelerdeki az gelişmiş yaşam koşulları gibi az gelişmiş demokrasilerden söz  edilebilmekte.

Ne var ki, liberal çerçevede kabul gören bu insani değerlerin eksik ve aksak birçok yanı olduğu kuşkusuz. En başta özgürlük ve eşitlik anlayışları, örneğin bu konularda yasal düzenlemeleri yeterli sayması, küresel ve toplumsal gerçekleri göz ardı etmesi nedeniyle yetersiz.  Eşitsiz ve adaletsiz başlangıçlar varken, yasalarla eşitlik ve özgürlüğü sağlamak mümkün değil.

  1. Yüzyıla gelince, büyüyen toplumsal dengesizlikleri ve sınıf mücadeleleri sonucunda, toplumsal eşitsizlikleri az da olsa telafi etmek ve “insani değerler” yönünde gelişme sağlamak üzere atılmış adımlar söz konusu. Örneğin temel insan haklarına, sosyal, ekonomik, kültürel hakların eklenmesini, emeğin toplumsal-siyasal örgütlenmesi ile çoğulcu demokrasiye geçilmesini, sosyal devlet anlayışıyla, devletin sosyo-ekonomik hakların hayata geçirilmesi ve toplumsal eşitlik ile refahın sağlanmasıyla ilgili sorumluluk üstlenmesini, bunları gerçekleştirmeye yönelik sosyal politikaların- içinde sosyal hizmet uygulamaları da var- hayata geçirilmesini bunlar arasında sayabiliriz.

Kısaca da olsa sosyal hizmetlere değinirsek, sosyal hizmetlerin temelde insani gelişmeye olduğu kadar insani değerlerin gelişmesine de hizmet ettiği söylenebilir. Çünkü temel hedefi, ister kişi ve ya gurupların kendi şartlarıyla ilgili olsun, ister toplumsal koşullardan doğsun, insani geliştirmek, koşullarını iyileştirmek, çevreyle uyumlarını sağlamak, güçlenmelerine yardımcı olmaktır.

Bugünkü anlayış içinde, bir yandan, bugün, din veya hayırseverlik temelli olan, ya da yararcı yaklaşımlarla hümanist yaklaşımlara dayanan sosyal hizmet anlayışından “hak temelli” ve “sosyal adaleti” önemseyen bir sosyal hizmet anlayışına gelindiğine kuşku yok. Öte yandan, çocuk, ergen, yaşlı, hasta, engelli, mahkûm, mülteci gibi toplumun farklı kesimlerinin farklı ihtiyaçlarının karşılanması, bu kesimlerin toplumla uyumlarının sağlanması, özgürleşme ile güçlenmelerine yardımcı olunmasıyla toplumdaki insani gelişmeye katkı sağlandığı da ortada. Daha ötesi, bu hizmetler, sosyal eşitlik ve adalete hizmet derken, toplumda her bireyin eşit değerde olduğu, dayanışma ve toplumsal sorumluluk anlayışına ihtiyaç bulunduğu,  toplumunun gelişmişliğinin en zayıf halkasıyla ölçmek gerektiği gibi “insani değerlerin” gelişmesine de hizmet etmektedirler.

Bunları, kendi kaderini tayin, ekonomik ve sosyal gelişme, doğal kaynaklara erişim, sağlıklı çevre hakkı gibi üçüncü kuşak hakların takip ettiği de biliniyor. Yakın gelecekte teknolojik gelişmelere bağlı olarak, dijitalleşme ya da gen teknolojisiyle ilgili yeni ihtiyaçlarla yeni hakların söz konusu olması da bekleniyor.

Ancak, -ne yazık ki, her zaman bir ancak vardır- ilkesel hatta yasal olarak kabul edilen hakların gerçekteki karşılığının çok yetersiz kaldığı bir gerçek. Düşünce ve ifade özgürlüğü gibi en temel haklar ya da serbest seçimler gibi en temel siyasal haklar konusunda bile, bölgeler ve ülkeler arasında eşitsizlikler çok olduğu gibi, sosyo-ekonomik haklar açısından küresel ve toplumsal düzeyde eşitsizlikler daha da büyük.

Özetle insani değerlerin gelişmesi açısından durum hiç parlak değil. Hele maddi koşullardaki gelişmeyi hesaba katarsak, bunca zenginlik ve gelişmeye karşın bunca yoksulluk ve yoksunluğun yaşanması ancak ” vahim” olarak nitelenebilir.

Ancak vahameti bir yana, uygarlığın asıl gelişimini “insani değerlerin gelişmesinde” aramak yanlış olmaz diye düşünüyorum.  “İnsanlık”  ve “uygarlık” deyince akla ilk gelenin insani değerlerle ilgili olduğunu yadsıyamayız. ”İnsan olmak” deyince, aklımıza, yazılım dâhileri, füze uzmanları, kuantum fizikçileri gelmiyor; ama -ideal olarak kalsa da- iyilik, dürüstlük, yardımseverlik gibi özellikler geliyor. Bunları insan olmaya yakıştırıyoruz.

Öte yandan insani değerlerin gelişiminde, tüm insan hak ve özgürlükler, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü ayrı bir yere koymak gerek diye düşünüyorum.  Kendi adıma onları, “insanlığın bayrak direkleri” olarak nitelemekteyim. İnsan haklarının bir bütün olduğu da unutulamaz. Örneğin temel haklarla demokrasinin, sosyal devlet, sosyo-ekonomik haklar, bu haklara dayalı sosyal politikalar ile üç kazandıklarını unutmamak gerekiyor. Siyasal hakların ve siyasal kurumların gelişimi büyük ölçüde onları yaşatacak insanın ve toplumların gelişimine bağlı; bu gelişim de insanın gelişimini sağlamaya yönelik sosyo-ekonomik haklara dayalı bir sosyal politika ve sosyal devlet anlayışıyla mümkün. Bu gerçekleşmediğinde, yalnız eşitsiz ve adaletsiz bir toplum yaratılmakla kalınmıyor; bugün görüldüğü gibi, demokrasi kendi içinden tiranlar yaratacak kadar araçsallaşabilmekte.

Bugün demokrasinin şöyle veya böyle var olduğu her ülkede devletin sosyal boyutu var; aksi düşünülemez. Ancak sosyo-ekonomik hakları var etmeye, bu hakları piyasa dışına çıkarmaya yönelik sosyal politikalar çok az ülkede geçerli. Günümüzde neoliberal politikaların egemenliğinde bu haklar ve politikalar hemen her ülkede aşınmakta, ortaya çıkan hayal kırıklığı ve boşluğun da sağ politika ve partilere yer açtığı ortada.

Sosyal hizmetleri de bu çerçevede düşünmek gerekiyor. Sosyal hizmetin temelde sosyal değişimi ve gelişimi, sosyal bütünleşmeyi, insanların güçlendirilmesini ve özgürleşmelerini destekleyen uygulamalara yönelik hizmetler olarak tanımlandığı biliniyor. Tanımdan da anlaşılacağı üzere bu faaliyetlerin toplumsal niteliği olduğu kuşkusuz. Ancak ister bireyin konum ve kendine özgü koşullarıyla ilgili olsun, ister birey-toplum ilişkileri içinde ortaya çıkmış olsun,-yani kaynağı ne olursa olsun- bu ihtiyaçlar insanın ihtiyaçları, faaliyetler insana yönelik, amacı da insanın iyiliği ve gelişimi…

Bir başka deyişle, söz konusu hizmetler, ne tür olurlarsa olsunlar, hedef ve amacı insanın iyiliği, gelişimi ve insanın güçlenmesi olduğuna göre, insani gelişmeye hizmet den bu hizmetleri “insani hizmetler “olarak adlandırmak da mümkün.

3-Ve Gelecek!…

Geleceğe gelirsek, daha aydınlık bir gelecek istendiğinde de, ilk düşünülmesi gerekenin maddi koşullar değil, insani değerler olduğuna da kuşku yok. Birbirimize karşı sorumluluğumuzu, birbirimize özen ve bakım borçlu olduğumuzu vurgulayan  bir ahlak anlayışına ihtiyacımız olduğunu söyleyen epeyce düşünür var. Bu ahlak anlayışı, 2021 yılında birçok yazardan oluşan Bakım Kollektifi “Bakım Manifestosu” adını alan bir bildiride de dile geldi: Orada da, dünyanın bugünkü eşitsiz ve adaletsiz konumundan yola çıkarak, bugünkü distopik dünyayı dönüştürmek için bir yandan karşılıklı bağımlılık vurgulanırken,  öte yandan bu distopik dünyayı dönüştürmek için insanlar gibi dünyayı ve tüm canlıları gözeten çoklu yapıda ve evrensel bakım biçimleri önerilmekte.

Gelecekten söz eden tüm yazar ve düşünürler, teknolojik gelişmelerin bugünkü eşitsizliği daha da arttıracağından söz ettiği de biliniyor. Yani bugünkü karmaşık ve huzursuz dünyayı, yeni teknolojileri daha iyi hale getirmesi değil kötüleştirmesi bekleniyor.  Örneğin gen teknolojisindeki gelişmeler, birilerini yalnız daha sağlıklı yapmakla kalmayacak, zihinsel veya bedensel gücünün artmasını da sağlayabilecek. Harrari’nin dediği gibi, tarihte ilk kez insanlar arasındaki eşitsizlik “biyolojik eşitsizliğe “dönüşecektir.  “Arttırılmış insan” ile alt türler arası bir eşitsizlik!…

Ya da, teknoloji üreten şirketler ve ülkelere karşısında, teknoloji üretimi açısından geride kalanlar arasında büyüyen eşitsizlik. Yeni teknolojilerle güçlenen ülkelere bağımlılık artacağı gibi, az ve çok gelişmişliğin getirdiği eşitsizliğin dışında, “veri” gibi çağımızın en büyük gücüne sahip olan ülke ve şirketlerin ötekileri kontrol gücü de artacaktır.

Yine de, geçmiş yol göstericidir ama geleceği inşa edecek olan yine insandır diyerek, yukarıda söylediğimi tekrar etmek isterim.  Farklı bir gelecek inşası mümkün; bunu da maddi koşullardan önce insani değerlerin gelişmesine önem vererek yapabiliriz. Bir yandan savaşarak değil uzlaşarak yaşamayı öğrenmek, öte yandan dünyanı her yerinde insani koşulların iyileşmesine çaba harcamak gerekmekte. Ahlak anlayışımız içinde, çoktandır unuttuğumuz “dayanışma” ve “karşılıklı bağımlılık” gibi değerlerin yükseltilmesine de ihtiyaç var. Bugünkü koşullarda bunlar oldukça ütopik düşünceler ama insanlığın aydınlık bir geleceğe ulaşması bunlara bağlı.

Bugünün teknolojileri de aslında bunların gelişmesine hizmet edecek nitelikte. Bilindiği gibi teknoloji tarafsızdır; yani nasıl, niçin kullanılacağı, neye, kime yarayacağı meselesi insana bağlıdır. Bugüne kadar bu meseleler, büyük ölçüde ekonomik ve siyasal gücün elinde biçimlendi. Geçmişte atom enerjisinden atom bombinsanai,htiyacı ası yapılmasının öncelik kazanması gibi, bugün de AR-GE araştırmalarında en büyük payı savunma sanayi ile iletişim sektörü almakta. Yatırımları ya güçlü devletlerin ya da teknoloji devlerinin ve piyasanın isteklerine göre belirlenmekte.

Oysa akıllı telefonlara daha gelişmiş yapay zekâ uygulamaları koymak yerine, yapay zeka küresel düzeyde eğitim sorununa çözüm getirebilir. Özel hastanelere hizmet etmek, parası olan giyilebilir sağlık cihazları sağlamak yerine, küresel düzeyde bir sağlık sistemi oluşturulmasını sağlayabilir. İklim krizinin ana nedeni olan fosil yakıt yerine, güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerjinin daha kolay ve ucuz üretiminin yollarını bulabilir.

Burada sosyal hizmetler konusuna gelirsem, dijitalleşme, ihtiyaçların saptanması ve gruplandırılması, bilgilerin toplanması ve analizinin yapılması, hizmet alanlar arasında guruplar oluşturulup iletişim ve dayanışma sağlanması, tekrarları önlenmesi, sonuçların takibi gibi birçok yolla sosyal hizmetlere, daha yerinde karar verilmesinden daha iyi hizmet vermeye kadar birçok alanda yardımcı olabilir.

Öte yandan gelecekte insani hizmete daha az değil daha çok ihtiyaç duyulacağını söylemek de yanlış olmaz. Örneğin daha uzun ömürler daha fazla yaşlı bakımı gerektireceği gibi, bugünkü işlerin akıllı makineler kaptırılması durumunda ortaya çıkan boşluğu da doldurmak gerekecektir. Ya da sanal dünyalarda yaşayanların gerçek dünyaya adaptayonuna ihtiyaç duyulacaktır. Bu durumda sosyal hizmetlerin dijitalleşmesinin işe yarayacağına kuşku yok; ancak hizmetlerin dijitalleşmesi ve bazı hizmetlerin botlara devri gerçekleşse de, bugünkü uygulamalar, makinelerin insan sıcaklığı ve ilgisinin yerini doldurmadığını göstermekte. Yapılan araştırmalar bunu göstermekte. Tabii, geleceğin insanı da değişeceğinden, bugünkü arayışların yarın değişmesi de mümkün.

Ancak, ister insanlar ya da makineler aracılığıyla olsun, ister yüz yüze ilişkilerle ister sanal yoldan verilsin, insani sosyal hizmete gelecekte de büyük ihtiyaç olacağını yanlış olmaz düşüncesindeyim.

 

 

 

 

 

Yorum bırakın