Sırada “Mavi Hap Kapitalizmi“ var.[1]

Vahşi kapitalizm, organize kapitalizm, anarko kapitalizm, devlet kapitalizmi, tekno-kapitalizm, felaket kapitalizmi, gözetim kapitalizmi derken “mavi hap kapitalizmine” geldik!…

Bunlar, kapitalizmin çeşitliliği kadar dayanıklılığı ile adaptasyon kabiliyetini de ortaya koymakta.

Karşımızda, bütün dinler, ırklar, kültürlerle barışık, hepsiyle el ele kol kola ilerleyen, ekonomik bir sistem olmaktan çıkıp sosyal ve siyasal sistemlere dönüşmüş ve giderek kendi çıkarcı ahlakını küresel düzeyde bir “üst-norm” haline getirmiş bir sistem var. 

Maşallahı var demek gerek!… Diyelim de, bu kadar dallı budaklı hale gelmiş sistemin sol yaklaşımları için epeyce düşündürücü mesele yarattığını unutmamak gerektiği de ortada.

İçinde bulunduğumuz dönem ise daha belalı… Örneğin, kapitalizmin sorunları ve krizleri artmış, sistemin işleyişi bile finansal kazançlar, saadet zincirleri, bahis hesapları, kara para, mafya ilişkileri, vergi cennetlerinin artmasıyla yozlaşmış durumda. Buna karşın, sistemin payandaları çok, küreselleşme ile gelişmiş teknolojiler nedeniyle gücü de azalmayıp artmakta.

Örneğin kapitalizmin gelişmesiyle teknolojik gelişmeler arasındaki ilişki her zaman büyük olsa da, bugün teknoloji ve dolayısıyla kapitalizm yalnız iş dünyasını değil evleri, gönülleri, mahremiyeti ele geçirmekte, buralarda at koşturmaktadır ki, etkileme ve kontrol gücü geçmişle kıyaslanamaz.  

“Mavi hap kapitalizmi” terimi de bu yeni dönemi vurgulamakta.

Yazar, bu terimi Matrix filminden esinlenerek kullanmış[2]: “Matrix’te mavi hapı almak, zorlu gerçekler yerine rahat cehaleti seçmek anlamına geliyordu. Dijital ekonomimiz de giderek artan bir şekilde bize aynı fırsatı sunuyor: iradenizi teslim edin, algoritmik akışı kabul edin, sentetik ilişkilerde teselli bulun ve her şeyden önemlisi tüketmeye devam edin. Karmaşıklıkları, çatışmaları ve gerçek etkileşim talepleriyle gerçek dünya, dönüştürülecek bir şey olmaktan çok kaçınılacak bir şeye dönüşüyor.”

Özetle, artık piyasanın ve devletin gözetimi ve yönetimi altındaki insanı bir adım daha ileriye taşıyarak, gözetlemeye gerek duyulmayacak hale getirip yatıştırıp uyuşturmak mümkün hale gelmekte.   

Bir tarafta kaçınamadığınız, tam karanlık değilse de alacakaranlık, sorunlara dolu bir dünya varsa, öte yanda alacakaranlığı da, sorunları da unutturan hikayeler, maceralar, fanteziler mümkünse, kaçışın cazibesine karşı durmanın kolay olmadığı da açık.

 Günümüz dünyası zaten insanlar arasında ilişkilerin azaldığı, yalnızlıkların çoğaldığı bir dünya. Toplumsal çözülme arttıkça, gerçeklikten kaçış gibi yalnızlıktan kaçış ihtiyacı da artmakta, çareyi de dijital olanaklar sağlamaktadır. Bir kısır döngü söz konusu… İnsan ilişkileri zayıfladıkça yalnızlık artıyor ve dijital kaçış daha cazip hale geliyor, dijital dünyalar daha çekici hale gelince de insanların tercihi sanal dünyalara ve ilişkilere kaymakta.   

Dijital kaçış imkanlarını yapay zekaya (YZ) borçluyuz!… İnsanları gerçeklikten uzaklaştırmak için gladyatör oyunlarından futbola, sinemadan televizyonu uzanan birçok araç kullanıldı bugüne kadar ama YZ’nin ve algoritmaların yarattığı olanaklar hepsinin ötesinde. 

Ne var ki, cazibesi büyük bu algoritmaların bir “aptallar dünyası” yaratma olasılığı da az değil… Gerçi üç boyutlu dünyalar yaratan, teknoloji meraklılarının kullandığı sanal dünyalara bir zamanlar televizyona dendiği gibi ”aptal kutusu “denilemez ama herkesin gerçeklikten kaçıp kendi fantezisinde kaybolacağı bir dünyanın ancak “aptallar dünyası”  olacağını yadsımak da kolay olmaz.

Akıllı makineler çağı

Son 25-30 yılın teknolojik gelişmeler açısından baş döndürücü olduğu kuşkusuz.  İnternet gibi, akıllı telefonlar gibi akıl almaz kolaylıklara ve imkanlara alışmaya çalışırken, bir de baktık ki, makinelerin öğrendiği bir dünyaya varmışız!

Gerçi 90’ların sonuna doğru insan beyninin bazı işlevlerini insandan daha iyi yerine getiren, satranç şampiyonu Kasparov’u yenen Deep Blue adlı bilgisayar ile tanıştığımızda da şaşırmıştık ama bugünküler farklı… Artık kendilerine verilenleri analiz edip bunlardan yazı, resim, müzik üreten, sorulan sorulara akıllıca yanıtlar veren ”Üretken YZ” (Generative AI) olarak adlandırılan YZ’ler piyasada.

ChatGPT’yi üreten Open AI’nın CEO’su Sam Altman,  Büyük Dil Modeli (BDM) olarak tanıtılan bu modelleri, “ezberlemeye değil, muhakeme yeteneğine daha yakın bir şey” olarak tanımlamakta.[3]

Özetle insan en büyük yeteneği olan zekasını makinelere aktarıyor; hem de hiç korkmadan… Korkmak ne kelime; bu yüzyılın yarısı gelmeden insan zekasına ulaşmış “genel yapay zekanın” (GYZ) ortaya çıkması beklenmekte!…

Kuşkusuz, YZ ile uğraşanlar arasında da korku ve kaygılarını dile getirenler var ama pek işe yaradığı söylenemez…  Örneğin makine öğrenmesiyle ilgili teknolojinin vaftiz babalarından biri sayılan ve 2013’ten 2023’kadar Google ’un seçkin araştırmacısı olarak çalışan Geoffrey Hinton da,-Altman gibi- sorulara cevap veren bir YZ’nin muhakeme gücü olmasının kaçınılmaz olduğunu söylerken, üretken YZ konusunda bazı korkularından da söz etmekte.[4]  Google’den ayrıldıktan sonra üretken YZ’yi insanlık için varoluşsal krizlerden biri olarak nitelemesiyle epeyce şaşkınlık yaratığı da biliniyor.  

Son olarak Ekim ayında,  Yaşamın Geleceği Enstitüsü (Future of Life Institute) ve aralarında Nobel ödüllü bilim insanlarının yanı sıra sanatçılar, siyasetçiler, iş insanları bulunan 800’ü aşkın kişinin bulunduğu bir grup tarafından, güvenli ve denetlenebilir olduğuna ilişkin bilimsel bir uzlaşı elde edilene kadar süper zekaya ilişkin araştırmaların yasaklanması çağrısında bulunan bir bildiri yayınlandı.[5]

Ne var ki, dev şirketlerle piyasanın gücünün bu tür uyarıların ciddi bir sonuca ulaşmasını engellediği ortada.

Oysa, insanlığın süper zekayı nasıl kontrolünde tutacağı bilinmezken, böyle bir zekanın ortaya çıkışının insanlık için bir felaket olma olasılığı az değil.

Ayrıca, bu noktaya varmadan da YZ ile birlikte düşünülmesi gereken daha birçok sorun var. Örneğin bu gücün kimin elinde olacağı ve ne için, nasıl kullanılacağı gibi meselelerin yanı sıra,  neden olacağı yoğun işsizlik, teknoloji şirketlerinin artan gücü, dünyadaki eşitsizliğin teknolojiye bağlı olarak daha büyümesi gibi korkular söz konusu. Kötülerin elinde sahta bilgiler yaratmak ve dolandırıcılık için kullanılması, üretimi ve kullanımı için (sadece ChatGPT her gün 1 milyardan fazla sorgu işliyormuş) çok büyük enerjiye ihtiyaç duyması gibi meseleler de kaygı uyandırmakta.

Ne de olsa, insan eseri bir teknoloji var karşımızda ve yaratılışında insanın büyük zekâsı gibi büyük zaafları da rol oynamakta.

“Aptal İnsanlar-Zeki Makineler” adlı kitabımda tartıştığım gibi, teknoloji insanın elinde biçimlenip, insan eliyle uygulanmakta:[6]  O nedenle, şu veya bu teknolojinin iyi veya kötülüğünden söz edilemez, ne gibi sonuçlara yol açacağını öngörebilmek için insanlık ahvaline bakmak gerekmekte. Günümüzdeki insanlık ahvalinin pek umut verici olmadığı ise ortada, her geçen gün daha bozulduğunu söylemek de abartı olmaz.

Özetle insanlık her istediğini yerine getirecek olan “Alaattin’in Lambasını” bulacak olsa bile, bu lambanın kimlerin elinde olacağı, nasıl ve niçin kullanılacağını insan dünyasının hali belirleyecektir. Bu kitapla,  teknolojik gelişmelerden önce insanlığın, insani değerlerin gelişmesine çalışalım demek istedim ama ne yazık ki, bu konuların ne toplumda, ne siyasette, ne de akademide karşılığı var!

YZ’nin mucizelerini konuşmak varken, insanlıktan söz etmek, dünya ahvalini konuşmak “dinozor” işi kalmakta!

Mavi hap veya çoğul dünyalar kapitalizmi

Oysa YZ gibi, sanal gerçekliğe kaçış da, bu dünyada arkadaş, sevgili, eş, dost aramak da, birçok çelişkisi ve olumsuz sonuçlarıyla üzerinde durulması gereken bir mesele… Bir ikisini söylem ek gerekirse, örneğin, bir yanda sanal dünyaya giren insanın gerçeklerle baş etmesi açısından duyacağı gerilim ve mutsuzluklar var; öte yanda sanal gerçekliklerin getireceği hayal kırıklıkları … Bunun ötesinde, rahata kaçıp insanlığın gelişmesi açısından gerekli olan mücadeleden vazgeçilmesi gibi sonuçları olabilir ki,  insanlık ve uygarlık adına büyük kayıp olduğuna kuşku yok.

Matrix’e razı olmak yani!…    

Ayrıca sanal dünyaya kaçayım derken, burada yaşanan ilişkiler ve hikayeler nedeniyle yine “paranın“ geçerli olduğu sanal piyasa gibi bir gerçekliğe teslim olunabilir ki, hayıflanmamak mümkün değil.

Biliyoruz ki, kapitalizm sürekli büyüme ihtiyacında;  buna karşın büyüme, genişleme alanı yeryüzüyle sınırlı.  Bu sınırları yeni ihtiyaçlar yaratarak aşmaya çalışıyor ama bunun da sınırları var. Bugünkü teknolojik gelişmeler ise, yarattığı yani ihtiyaçlar ve ürünlerin yanı sıra, ikincil (sanal) dünyalar yaratarak da kapitalizme bir çözüm sunmaktalar.

Sanal gerçeklik yoluyla ikinci, üçüncü dünyalar açılınca, bu dünyada da güç, para, statü yarışı olacak, heyecan ve haz aranacak, farklı duyguların ya da statülerin yansıtıldığı avatarlar arasında kıskançlıklar, düşmanlıklar, ihanetler yaşanacaktır. Tüm bunlara gerçeklik katma ve kendine özgü kılmak için de devreye ürünler ve markalar girecektir.

Sanal dünya ile para arasındaki ilişki konusunda gözümü açan Wired yazarı Steven Levy oldu. Levy, bir okuyucunun “Metaverse tüketimciliği geriletmez mi, sanal yaşam norm haline gelirse fiziksel mallar çekiciliğini kaybetmez mi?” diye sorması üzerine şu yanıtı veriyor:[7] “İnsanlar sırf marka statüsünden dolayı giysi ve çantaları almak için binlerce dolar harcıyorlarsa markalı dijital ürünler için de benzer fiyatları neden ödemesinler?”  Dediği gibi, ego ve statü yarışının meta evrende yaratılan avatarlar arasında da geçerli olması beklenir ki, bu piyasanın epeyce verimli olacağına kuşku yok. İşin içine türlü fanteziler de katılacağına göre, fantezileri gerçek ve havalı kılmak için epeyce para harcanması gerekecekti ki, gelsin meta verse piyasası!…  

Özetle yeni teknolojilere hayır demesek de, üzerinde durup düşünülmesi gereken konuları da boşlamamamız gerekiyor. Sanal gerçeklik de bunlar arasında… Örneğin bu dünyalara kapılmak mavi hap kapitalizmiyle uyutulmak anlamına da gelebilir; biri yetmezmiş gibi, çoğul dünyalar kapitalizminin yolunu açmak anlamına da…   

O nedenle, insanlığın, çok zaman olduğu gibi bu konuda da bir seçimle karşı karşıya olduğunu bilmek durumundayız. Ya teknolojik yeteneklerimizin gerçek insan ihtiyaçlarına ve toplumsal ilerlemeye yönlendirilmesini talep etmeye yönelebilir ya da mavi hap kapitalizmine sürüklenebiliriz.  Üstelik bu seçimi, şimdi,  fantezi dünyası terk edilemeyecek kadar cazip ve yaygın hale gelmeden yapmak durumunda olduğumuzu da görmezlikten gelemeyiz.


[1] Bu tanımı kullanan Henning Meyer (2025), “From Surveillance to Sedation. The Rise of Blue Pill Capitalism”, Social Europe, 18.10.2025

[2] Age;

3-Victor Ordonez, Taylor Dunn, Eric Noll, ABC news, “OpenAI CEO Sam Altman says AI will reshapalgore society, acknowledges risks: ‘A little bit scared of this’”, ABC News, 17.03.2023, http://www.abcnews.go.com/

[4] Stephen Levy (2023), “ ‘The Godfather of AI”Has a Hopeful Plan for Keeping Future AI Friendly”, Wired, 11.08.2023, http://www.wired.com

[5] Ayşe İrem Çakır (2025), ” ABD merkezli kuruluştan ‘Yapay Süper Zeka’ araştırmalarının yasaklanması çağrısı”, AA Haber, 22.10.225; http://www.aa.com.tr

[6] Meryem Koray (2023), Aptal İnsanlar Zeki Makineler- İnsan, insanlık, Teknoloji, İletişim Yayınları, İstanbul.

[7] Steven Levy (2022), “Ask Me One Thing”, Wired, 30.09.2020, http://www.wired.com/

Geleceğe insani ve sosyal gelişme ihtiyacı açısından bakmak!…

 

1-İnsan uygarlığı ve insanlığın gelişmesi

Geçmiş geleceğin pusulasıdır.

Teknolojik gelişmelerin hızlandığı, sorunların, belirsizlikler, bilinmeyenlerin arttığı bir dünyada yaşadığımız ortada; bu nedenle geleceği düşünmek ve onun üzerine tartışma ihtiyacı daha da büyük.  Ancak geçmişin, geleceğin tohumu olduğu unutulamayacağına göre, belirsizlik ve bilinmeyenlerle dolu olan gelecek hakkında konuşmak için geçmişi bir pusula olarak görmekte de yarar var.

İlkel insandan, mağaralarda yaşamaktan, avcılık ve toplayıcılıktan bugüne uzanan insan yaşamı, dünyanın yaklaşık 4,5 milyarı bulan varoluşu içinde bir hiç mertebesinde. Homo Sapiens’in anatomik olarak varlığı ancak 300 bin yılı bulmakta, alet-edevat kullanımı ise 50 bin yıl önceye dayanmakta. Dünyanın yaşını 24 saat olarak alırsak, insanın tüm gelişmesini son dakika olarak düşünmek mümkün.

Bu konuyla ilgili olarak vurgulamak istediğim bir nokta, insanın ve uygarlığın gelişmesine “insanlaşma” süreci demek de mümkün diye düşünüyorum. “İnsanın kim olduğu” sorusuna yanıt vermek kolay değil; insanlaşmanın nereye uzanacağını da bilemiyoruz.

Birçok yaklaşım var ama sanırım “ felsefi antropoloji” ve fenomonolojik yaklaşım oldukça gerçekçi bir yaklaşım. Buna göre, insanı tanımlamak için onu farklılaştıran özellikler aramak yerine bir bütün olarak ele almak gerekiyor; öyle olunca da, insan, doğal bir varlık olmanın ötesinde yapıp-ettikleri, olumlu-olumsuz tüm gelişmeleriyle ortaya çıkan bir varlık olmakta (Takiyettin Mengüşoğlu, 1988; 47).  Kısacası iyi ve kötü, uyumlu ve uyumsuz, yapıcı ve yıkıcı bir varlık.

Kısacası, insanın göze çarpan ayırıcı özelliği (karakteristiği),metafiziksel doğası değil, yaptığı işlerdir. Dil, din, sanat, bilim, tarih de, yapıp ettiklerinin bir halkası veya dilimidir (Ernst Cassirer, 1980; 71).

Öyle olunca, insan olmanın, insanlaşmanın değişimler yaşanarak devam ettiği anlaşılmakta. Sonuç nereye çıkacak tam bilmiyoruz ama zekanın makinelere devri ile gerçekten bir sona ulaşmasının da olasılıklardan biri olduğunu biliyoruz.

Bu konuyla ilgili vurgulamak istediğim ikinci bir nokta da, uygarlaşma ve insanlaşma sürecinde teknolojinin oynadığı büyük rol. DNA açısından şempanzeyle yüzde 99 oranında benzerlik taşıyan insanın, onu bugün dünyanın efendisi haline getiren farklılığı nerede dediğimizde, elini, dilini kullanmasıyla farklılaştığı ve bunu gerisinde “zekâsı” söz konusu oluyor, bu zekanın zamanla geliştiğine de kuşku yok. Zekasının gelişmesinde ise, (güçsüzlüğü nedeniyle) başkasına ihtiyaç duyma ve buna bağlı olarak  “toplumsallaşma” ihtiyacı ve toplumsallaşma ile birlikte gelişen “alet yapımı ve kullanımının” (teknoloji) payı büyük.

Kısaca söylersek, insanın “insanlaşması” ve kurduğu uygarlığın gelişmesinde dayanışma ve işbirliğine gitme ihtiyacı ile teknoloji kullanımının başlıca ögeler olduğu söylenebilir. Her iki ögenin diğerini teşvik edip kolaylaştırdığı da açık. Alet-edevatın yapımı, ortaklaşa kullanımı, kuşaktan kuşağa aktarımında ihtiyaçlar kadar toplumsallaşmanın payı büyük. Sonuç olarak taş yontmaktan füze yapımına ulaşmış, doğada değil kendi inşa ettiği evlerde, kentlerde yaşayan, doğal değil kendi ürettiği besinlerle beslenen, soğuğu sıcağı değiştirerek kendi iklimini, gecesi gündüzüyle kendi zamanının yaşayan bir insanlık söz konusu. Bu nedenle insana “çıplak maymun” olmaktan çok ”yapay maymun” sıfatını yakıştırmak da mümkün (Timothy Taylor,  2012; 19).

2- İnsanlaşma ve uygarlaşma sürecinin iki boyutu

İnsan uygarlığının birçok boyutu ver; an cak b unları iki eksende toplamak mümkün.  diye düşünüyorum.

a-Maddi koşullardaki gelişmeler:

Birinci eksende, insanı ilkel ve güçsüz bir varlıktan bugün dünyaya egemen bir varlık haline getiren gelişmeler var. Bunlara kısaca “maddi koşullardaki gelişmeler” diyebiliriz.

Birkaç örnekle hatırlarsak;
-taşın yontulmasından makineli üretime oradan akıllık makinelere kadar uzanan gelişmeler,

-ateşin bulunuşundan elektriğe, oradan nükleer enerjiye uzanan gelişmeler,

-tekerliğin bulunuşundan motorlu araçlara, oradan uzay aracına uzanan gelişmeler

-dumanla haberleşmeden telgrafa, telefona, oradan uydular üzerinden küresel düzeyde haberleşmeye (televizyon, internet, akıllı telefon) uzanan gelişmeler,

-büyüyle başlayan, sentetik ilaçlarla gelişen sağaltma işlemlerinden organ nakli ile protez organlara uzanan gelişmeler.

-avlama ve toplama yoluyla başlayan beslenmeden binlerce çeşitle zengin ürünlere ve mutfaklara uzanan gelişmeler

-yazının bulunmasından bilgisayar ve bulut hizmetlerine uzayan gelişmeler

Bunların hepsi insanın yaşamını ve onunla birlikte çevre koşullarını, dünyayı değiştiren gelişmeler. Bunların insanı, bir yandan “yapay maymun”  haline getirirken, öte yandan dünyanın egemeni durumuna getirdiği de açık. Dünyadaki tüm canlılar üzerinde olduğu gibi, dünyanın doğası ve iklimini de değiştirmeye kadar uzanan bir egemenlik bu.

Sonuçta insan zekâsı ve ürettiği teknolojinin insan için dünyadaki yaşamı çok daha kolay, sağlıklı, zengin, güzel, eğlenceli, -özetle her açıdan gelişmiş- hale getirdiğine kuşku yok ama bu gelişmelerin olumsuz yanları olduğunu görmemek de mümkün değil.

Birincisi, bu olumlu gelişmelerin dağılımında büyük eşitsizlikler ve adaletsizlikler var. En başta, bunca büyüme ve zenginleşmeye karşın, yoksulluğun bitmediği, zenginlik- yoksulluk uçurumunun büyüdüğü bir dünya ortaya çıkmış durumda. En tepedeki yüzde 1’in gelirin yarısını aldığı bir dünya… Kapitalizmin küreselleşmesiyle insani değerlerin aşındığı demokrasinin gerilediği bir dünya haline geldiği de söylenebilir. Demokrasiler bugün tiranlara yol açabilmekte. Hegemonik güçler arasındaki savaşın ve silahlanma yarışının bitmediği, sonuçta insani, ahlaki, siyasi kayıpların arttığı bir dünya olduğu da kuşkusuz. Bunun için Gazze örneği yeter… Kentlerin yok olduğu, sivil insanların öldüğü, kültürel mirasın bombalandığı, yurtlarından, evlerinden edilmiş milyonlarca sığınmacının dolaştığı bir dünya…

İkinci olarak, maddi açıdan çok gelişmiş, insani açıdan yaya kalmış bu uygarlığın geldiği noktada dünyadaki yaşam için varoluşsal bir soruna yol açtığı da görülmekte. Uzun süredir bilinen “küresel ısınma” artık dünyanın her yerinde görülen afetler ve iklim krizine ulaşmış durumda. Küresel ısınma durdurulmazsa dünyadaki yaşamın sürdürülemez duruma geleceği de bilinmekte ama bu konuda BM aracılığıyla uluslararası bir anlaşmaya varılmış olsa da, konulan hedefler gerçekleştirilememekte.

Özetle,  insan uygarlığının gelişme düzeyi ve doğrultusu sorgulanacak bir çok şey içermekte. Farklı anlayış ve politikalara ihtiyaç olduğu ortada. İzleyeceği yol ve alacağı kararlara göre, insanlaşma süreci ve kurduğu uygarlığın tanımının değişeceği de kuşkusuz.

Yine de, geçmiş yol göstericidir ama geleceği inşa edecek yine insandır diyelim. Farklı bir gelecek inşası mümkün çünkü. Bu konuda, ilk olarak dünyaya ve birbirimize özen göstermemiz, birlikte yaşamanın koşullarına önem vermemiz gerektiğini söyle ek de yanlış olmaz.

b- insani değerlerin gelişmesi

İkinci eksende ise, insani değerlerin gelişmesinden söz edilebilir. Bu değerlerin gelişmesinin başlangıcını dinlere ve geleneklere kadar uzatmak mümkün olsa da, asıl gelişimini modern zamanlarla başlatmak da yanlış olmaz kanısındayım.

İnsani değerleri, en başta, insanın kendi başına bir varlık olarak değerli görülmesi ve vazgeçilmez bazı hakları olduğunun kabulüyle başlatmak mümkün. Bu nedenle toplumsal açıdan soyluluk veya kast sistemlerinin geçerli olduğu, dinler açısından günahkâr ve kul olarak görüldüğü, sahiplik-efendilik anlayışının işlediği koşullarda insanın değerinden de, insani değerlerden de söz etmek mümkün olmaz. Bu koşullarda çok değerli birileri olabilir ama ötekiler canının bile alınması mümkün olan zavallılardır.

Mutlak anlamda eşitsiz ve adaletsiz bu insanlık ve uygarlık anlayışının değişimi ancak modernleşme denilen bir dizi gelişmeyle mümkün olmuştur. Bu gelişmelerde 17 yüzyılda başlayan endüstrileşmenin payı da büyük; endüstrileşme üretimden tüketime, devlet anlayışından uluslararası ilişkilere, ahlaktan kültüre dek toplumsal yaşamın her boyutunu etkileyen ve değiştiren devrimsel bir dönüşüm. Makineli üretime geçiş, kentleşme ve işçileşme, eğitim ihtiyacı ve olanaklarının büyümesi, sermayenin, burjuvazinin yükselişiyle birlikte liberal düşüncenin güç kazanması, insan haklarının dile gelişi, sonrasında sınıflı toplumların ortaya çıkışı ve emeğin güç arayışı ile sürdürülen siyasal-toplumsal hareketlenme, insan hakları ile demokrasinin gelişmesi gibi birçok gelişme endüstri toplumuna ve modern zamanlara özgüdür.

Örneğin liberal düşüncenin temeli bireydir. Bununla;

kuldan, köleden hak sahibi birey anlayışına,

-nesneleşmiş bir varlık olmaktan vazgeçilmez hakların kabulüne,

-ayrıcalıklardan eşitliğe,

-bağımlılıktan özgürlüğe,

-eşitler arasında yönetimin sağlanması için demokrasiye,

-haklarının güvencesi için anayasal yönetim anlayışına,

-en başta devlet olmak üzere güç karşısında korunması için hukukun üstünlüğüne,

-din karşında özgürlüğü için din ve vicdan özgürlüğü ve laikliğe,

ihtiyaç duyulmakta, siyasal liberalizmin hedefi de bunları hayata geçirmek olmaktadır.

Bu açıdan liberal düşünce ve bu düşünceyi hayata geçirmek açısından öngördüğü siyasal liberalizmi küçümsemek mümkün değil.  Bunlar, zamanına göre devrimci düşünceler ve gelişmeler.

İnsanın değer kazanması, insani değerlerden söz edilebilmesi ve bu alanda gelişmelerden söz edilebilmesi için bu ilke ve hedeflerin başlangıç noktası oluşturduğunu kabul etmek gerekmekte.

Bugün de insani gelişme ve insani değerlerden söz etmek için, eğitim, sağlık, konut, refah gibi maddi olanakların yanı sıra aranan koşullar bunlarla ilgili. Öte yandan, maddi koşulların gelişmesi büyük ölçüde siyasal koşullardaki gelişmeye  bağlı; az gelişmiş ülkelerdeki az gelişmiş yaşam koşulları gibi az gelişmiş demokrasilerden söz  edilebilmekte.

Ne var ki, liberal çerçevede kabul gören bu insani değerlerin eksik ve aksak birçok yanı olduğu kuşkusuz. En başta özgürlük ve eşitlik anlayışları, örneğin bu konularda yasal düzenlemeleri yeterli sayması, küresel ve toplumsal gerçekleri göz ardı etmesi nedeniyle yetersiz.  Eşitsiz ve adaletsiz başlangıçlar varken, yasalarla eşitlik ve özgürlüğü sağlamak mümkün değil.

  1. Yüzyıla gelince, büyüyen toplumsal dengesizlikleri ve sınıf mücadeleleri sonucunda, toplumsal eşitsizlikleri az da olsa telafi etmek ve “insani değerler” yönünde gelişme sağlamak üzere atılmış adımlar söz konusu. Örneğin temel insan haklarına, sosyal, ekonomik, kültürel hakların eklenmesini, emeğin toplumsal-siyasal örgütlenmesi ile çoğulcu demokrasiye geçilmesini, sosyal devlet anlayışıyla, devletin sosyo-ekonomik hakların hayata geçirilmesi ve toplumsal eşitlik ile refahın sağlanmasıyla ilgili sorumluluk üstlenmesini, bunları gerçekleştirmeye yönelik sosyal politikaların- içinde sosyal hizmet uygulamaları da var- hayata geçirilmesini bunlar arasında sayabiliriz.

Kısaca da olsa sosyal hizmetlere değinirsek, sosyal hizmetlerin temelde insani gelişmeye olduğu kadar insani değerlerin gelişmesine de hizmet ettiği söylenebilir. Çünkü temel hedefi, ister kişi ve ya gurupların kendi şartlarıyla ilgili olsun, ister toplumsal koşullardan doğsun, insani geliştirmek, koşullarını iyileştirmek, çevreyle uyumlarını sağlamak, güçlenmelerine yardımcı olmaktır.

Bugünkü anlayış içinde, bir yandan, bugün, din veya hayırseverlik temelli olan, ya da yararcı yaklaşımlarla hümanist yaklaşımlara dayanan sosyal hizmet anlayışından “hak temelli” ve “sosyal adaleti” önemseyen bir sosyal hizmet anlayışına gelindiğine kuşku yok. Öte yandan, çocuk, ergen, yaşlı, hasta, engelli, mahkûm, mülteci gibi toplumun farklı kesimlerinin farklı ihtiyaçlarının karşılanması, bu kesimlerin toplumla uyumlarının sağlanması, özgürleşme ile güçlenmelerine yardımcı olunmasıyla toplumdaki insani gelişmeye katkı sağlandığı da ortada. Daha ötesi, bu hizmetler, sosyal eşitlik ve adalete hizmet derken, toplumda her bireyin eşit değerde olduğu, dayanışma ve toplumsal sorumluluk anlayışına ihtiyaç bulunduğu,  toplumunun gelişmişliğinin en zayıf halkasıyla ölçmek gerektiği gibi “insani değerlerin” gelişmesine de hizmet etmektedirler.

Bunları, kendi kaderini tayin, ekonomik ve sosyal gelişme, doğal kaynaklara erişim, sağlıklı çevre hakkı gibi üçüncü kuşak hakların takip ettiği de biliniyor. Yakın gelecekte teknolojik gelişmelere bağlı olarak, dijitalleşme ya da gen teknolojisiyle ilgili yeni ihtiyaçlarla yeni hakların söz konusu olması da bekleniyor.

Ancak, -ne yazık ki, her zaman bir ancak vardır- ilkesel hatta yasal olarak kabul edilen hakların gerçekteki karşılığının çok yetersiz kaldığı bir gerçek. Düşünce ve ifade özgürlüğü gibi en temel haklar ya da serbest seçimler gibi en temel siyasal haklar konusunda bile, bölgeler ve ülkeler arasında eşitsizlikler çok olduğu gibi, sosyo-ekonomik haklar açısından küresel ve toplumsal düzeyde eşitsizlikler daha da büyük.

Özetle insani değerlerin gelişmesi açısından durum hiç parlak değil. Hele maddi koşullardaki gelişmeyi hesaba katarsak, bunca zenginlik ve gelişmeye karşın bunca yoksulluk ve yoksunluğun yaşanması ancak ” vahim” olarak nitelenebilir.

Ancak vahameti bir yana, uygarlığın asıl gelişimini “insani değerlerin gelişmesinde” aramak yanlış olmaz diye düşünüyorum.  “İnsanlık”  ve “uygarlık” deyince akla ilk gelenin insani değerlerle ilgili olduğunu yadsıyamayız. ”İnsan olmak” deyince, aklımıza, yazılım dâhileri, füze uzmanları, kuantum fizikçileri gelmiyor; ama -ideal olarak kalsa da- iyilik, dürüstlük, yardımseverlik gibi özellikler geliyor. Bunları insan olmaya yakıştırıyoruz.

Öte yandan insani değerlerin gelişiminde, tüm insan hak ve özgürlükler, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü ayrı bir yere koymak gerek diye düşünüyorum.  Kendi adıma onları, “insanlığın bayrak direkleri” olarak nitelemekteyim. İnsan haklarının bir bütün olduğu da unutulamaz. Örneğin temel haklarla demokrasinin, sosyal devlet, sosyo-ekonomik haklar, bu haklara dayalı sosyal politikalar ile üç kazandıklarını unutmamak gerekiyor. Siyasal hakların ve siyasal kurumların gelişimi büyük ölçüde onları yaşatacak insanın ve toplumların gelişimine bağlı; bu gelişim de insanın gelişimini sağlamaya yönelik sosyo-ekonomik haklara dayalı bir sosyal politika ve sosyal devlet anlayışıyla mümkün. Bu gerçekleşmediğinde, yalnız eşitsiz ve adaletsiz bir toplum yaratılmakla kalınmıyor; bugün görüldüğü gibi, demokrasi kendi içinden tiranlar yaratacak kadar araçsallaşabilmekte.

Bugün demokrasinin şöyle veya böyle var olduğu her ülkede devletin sosyal boyutu var; aksi düşünülemez. Ancak sosyo-ekonomik hakları var etmeye, bu hakları piyasa dışına çıkarmaya yönelik sosyal politikalar çok az ülkede geçerli. Günümüzde neoliberal politikaların egemenliğinde bu haklar ve politikalar hemen her ülkede aşınmakta, ortaya çıkan hayal kırıklığı ve boşluğun da sağ politika ve partilere yer açtığı ortada.

Sosyal hizmetleri de bu çerçevede düşünmek gerekiyor. Sosyal hizmetin temelde sosyal değişimi ve gelişimi, sosyal bütünleşmeyi, insanların güçlendirilmesini ve özgürleşmelerini destekleyen uygulamalara yönelik hizmetler olarak tanımlandığı biliniyor. Tanımdan da anlaşılacağı üzere bu faaliyetlerin toplumsal niteliği olduğu kuşkusuz. Ancak ister bireyin konum ve kendine özgü koşullarıyla ilgili olsun, ister birey-toplum ilişkileri içinde ortaya çıkmış olsun,-yani kaynağı ne olursa olsun- bu ihtiyaçlar insanın ihtiyaçları, faaliyetler insana yönelik, amacı da insanın iyiliği ve gelişimi…

Bir başka deyişle, söz konusu hizmetler, ne tür olurlarsa olsunlar, hedef ve amacı insanın iyiliği, gelişimi ve insanın güçlenmesi olduğuna göre, insani gelişmeye hizmet den bu hizmetleri “insani hizmetler “olarak adlandırmak da mümkün.

3-Ve Gelecek!…

Geleceğe gelirsek, daha aydınlık bir gelecek istendiğinde de, ilk düşünülmesi gerekenin maddi koşullar değil, insani değerler olduğuna da kuşku yok. Birbirimize karşı sorumluluğumuzu, birbirimize özen ve bakım borçlu olduğumuzu vurgulayan  bir ahlak anlayışına ihtiyacımız olduğunu söyleyen epeyce düşünür var. Bu ahlak anlayışı, 2021 yılında birçok yazardan oluşan Bakım Kollektifi “Bakım Manifestosu” adını alan bir bildiride de dile geldi: Orada da, dünyanın bugünkü eşitsiz ve adaletsiz konumundan yola çıkarak, bugünkü distopik dünyayı dönüştürmek için bir yandan karşılıklı bağımlılık vurgulanırken,  öte yandan bu distopik dünyayı dönüştürmek için insanlar gibi dünyayı ve tüm canlıları gözeten çoklu yapıda ve evrensel bakım biçimleri önerilmekte.

Gelecekten söz eden tüm yazar ve düşünürler, teknolojik gelişmelerin bugünkü eşitsizliği daha da arttıracağından söz ettiği de biliniyor. Yani bugünkü karmaşık ve huzursuz dünyayı, yeni teknolojileri daha iyi hale getirmesi değil kötüleştirmesi bekleniyor.  Örneğin gen teknolojisindeki gelişmeler, birilerini yalnız daha sağlıklı yapmakla kalmayacak, zihinsel veya bedensel gücünün artmasını da sağlayabilecek. Harrari’nin dediği gibi, tarihte ilk kez insanlar arasındaki eşitsizlik “biyolojik eşitsizliğe “dönüşecektir.  “Arttırılmış insan” ile alt türler arası bir eşitsizlik!…

Ya da, teknoloji üreten şirketler ve ülkelere karşısında, teknoloji üretimi açısından geride kalanlar arasında büyüyen eşitsizlik. Yeni teknolojilerle güçlenen ülkelere bağımlılık artacağı gibi, az ve çok gelişmişliğin getirdiği eşitsizliğin dışında, “veri” gibi çağımızın en büyük gücüne sahip olan ülke ve şirketlerin ötekileri kontrol gücü de artacaktır.

Yine de, geçmiş yol göstericidir ama geleceği inşa edecek olan yine insandır diyerek, yukarıda söylediğimi tekrar etmek isterim.  Farklı bir gelecek inşası mümkün; bunu da maddi koşullardan önce insani değerlerin gelişmesine önem vererek yapabiliriz. Bir yandan savaşarak değil uzlaşarak yaşamayı öğrenmek, öte yandan dünyanı her yerinde insani koşulların iyileşmesine çaba harcamak gerekmekte. Ahlak anlayışımız içinde, çoktandır unuttuğumuz “dayanışma” ve “karşılıklı bağımlılık” gibi değerlerin yükseltilmesine de ihtiyaç var. Bugünkü koşullarda bunlar oldukça ütopik düşünceler ama insanlığın aydınlık bir geleceğe ulaşması bunlara bağlı.

Bugünün teknolojileri de aslında bunların gelişmesine hizmet edecek nitelikte. Bilindiği gibi teknoloji tarafsızdır; yani nasıl, niçin kullanılacağı, neye, kime yarayacağı meselesi insana bağlıdır. Bugüne kadar bu meseleler, büyük ölçüde ekonomik ve siyasal gücün elinde biçimlendi. Geçmişte atom enerjisinden atom bombinsanai,htiyacı ası yapılmasının öncelik kazanması gibi, bugün de AR-GE araştırmalarında en büyük payı savunma sanayi ile iletişim sektörü almakta. Yatırımları ya güçlü devletlerin ya da teknoloji devlerinin ve piyasanın isteklerine göre belirlenmekte.

Oysa akıllı telefonlara daha gelişmiş yapay zekâ uygulamaları koymak yerine, yapay zeka küresel düzeyde eğitim sorununa çözüm getirebilir. Özel hastanelere hizmet etmek, parası olan giyilebilir sağlık cihazları sağlamak yerine, küresel düzeyde bir sağlık sistemi oluşturulmasını sağlayabilir. İklim krizinin ana nedeni olan fosil yakıt yerine, güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerjinin daha kolay ve ucuz üretiminin yollarını bulabilir.

Burada sosyal hizmetler konusuna gelirsem, dijitalleşme, ihtiyaçların saptanması ve gruplandırılması, bilgilerin toplanması ve analizinin yapılması, hizmet alanlar arasında guruplar oluşturulup iletişim ve dayanışma sağlanması, tekrarları önlenmesi, sonuçların takibi gibi birçok yolla sosyal hizmetlere, daha yerinde karar verilmesinden daha iyi hizmet vermeye kadar birçok alanda yardımcı olabilir.

Öte yandan gelecekte insani hizmete daha az değil daha çok ihtiyaç duyulacağını söylemek de yanlış olmaz. Örneğin daha uzun ömürler daha fazla yaşlı bakımı gerektireceği gibi, bugünkü işlerin akıllı makineler kaptırılması durumunda ortaya çıkan boşluğu da doldurmak gerekecektir. Ya da sanal dünyalarda yaşayanların gerçek dünyaya adaptayonuna ihtiyaç duyulacaktır. Bu durumda sosyal hizmetlerin dijitalleşmesinin işe yarayacağına kuşku yok; ancak hizmetlerin dijitalleşmesi ve bazı hizmetlerin botlara devri gerçekleşse de, bugünkü uygulamalar, makinelerin insan sıcaklığı ve ilgisinin yerini doldurmadığını göstermekte. Yapılan araştırmalar bunu göstermekte. Tabii, geleceğin insanı da değişeceğinden, bugünkü arayışların yarın değişmesi de mümkün.

Ancak, ister insanlar ya da makineler aracılığıyla olsun, ister yüz yüze ilişkilerle ister sanal yoldan verilsin, insani sosyal hizmete gelecekte de büyük ihtiyaç olacağını yanlış olmaz düşüncesindeyim.

 

 

 

 

 

Liberal demokrasilerden çakma demokrasiye…

Demokrasi dediği de, sandık demokrasisi… Demokrasiyi var eden siyasal liberalizme dair ilkelere ise gerek yok; çünkü Orban halkın ne istediğini biliyor, onlara istediğini verecek olan. da onun kudretli eli!…  

Biliyor ki, “özgürlük, eşitlik, dayanışma (kardeşlik)”  gibi insanlığın üç temel değerini vaat edemez hal geldiğinde korkulara ve güven ihtiyacına, iş ve geçim ihtiyacını sağlayamadığında yabancı işçilere, gelişmiş ülkeler karşısında eziklikten kurtulmak için de milliyetçiliğe, gururunun okşamak istersen muhafazakâr ve geleneksel değerlerine başvurmak gerekir.

Bunları vermek için de, liberalizmin kurumlarına değil popülizme ihtiyaç var.

80 sonrasında Orban gibi, daha birçok ülkede halkın ne istediğini bilen “dehşet” liderler ortaya çıktı. 

Olan da demokrasiye oldu… Demokrasi, siyasal partiler, serbest seçimler gibi kurumlarını sürdürse de, özgürlük, eşitlik, hak, hukuk, adalet gibi ilkelerin anlamı ve işlevleri kalmadı.

Artık, tam demokrasi denilen ülkelerde bile işlevleri açısından yetersiz kalan, bizim gibi ülkelerde “seçilmiş otokratlara” yol açan demokrasiler çağındayız.

Özetle, liberalizm eşliğinde gele gele “çakma demokrasilere” geldik.

Nasıl oldu da böyle oldu derken, ilk akla gelen popülizm oluyor. “Demos” denilen halk kendi oylarıyla “kral, çar, tek adam” olacak birini seçip tepesine oturtabiliyor!… Yani sandık demokrasilerinden “seçilmiş otokratlar” çıkmakta. 

1980 sonrasının koşullarında, siyaset için artık zamanın ruhu popülizmle belirlenir hale gelmiş, hamasi duygularla korkulara oynayan, hakikat-ötesi söylemlerle popülist politikalara yaslanan liderlerle “demokrasinin ruhuna” rahmet okunur hale gelmiştir.

Liberalizm palavra mı? Ya da popülist zeitgeist[1]

Günümüzde siyasal liberalizmin “acınası” hali ile ekonomik liberalizmin “vahşiliği” ve hegemonik dünya düzeni biraraya gelince, ortaya liberalizmin değil “illiberalizmin”  çıktığı görülüyor ki, sorgulamak kaçınılmaz.

Yani, yıllardır kalkınma, gelişme, demokrasi, insan hakları diye yollar düşmüş, gele gele de liberalizmin, demokrasinin, insan haklarının palavraya dönüştüğü noktaya gelmişiz!…  

Esasında bunlara palavra demek ne mümkün ne de doğru; çünkü insan ve olarak gelişmişliğin asıl göstergeleri ancak bu alanlarda gerçekleşen yasal ve kurumsal gelişmeler olabilir.

Ancak ne yazık ki, liberal demokrasinin daha geliştiği ülkelerde bile, bir yandan içerde eşitsizlikler, adaletsizlikler ve sefalet eksik değil, öte yandan bu ülke yönetimlerinin savaş ve silahlanma meraklarıyla öteki insanlar için “yaşama hakkı” bile çok görülmekte.

Yollarda, denizlerde ölen mülteciler, kamplarda yaşamaya mahkûm sığınmacılar, çalışma izni olsa bile yabancı olmaktan kurtulamayıp hor görülen göçmenler…

Yıllardır çözülemeyen Filistin sorunu, Gazze‘deki kıyım ve gelişmiş Batı’nın İsrail’e desteği,

Ortadoğu’da yıllardır sürdürülen vekalet savaşları…

Sonuçta, “hangi liberal düşünce, hangi insan hakları, hangi eşitlik, özgürlük, kardeşlik iddiaları” diye sormamak mümkün değil!…

O nedenle, Sovyetler Birliği döneminde uygulanan baskı, cebir ve yasaklar nedeniyle sosyalizmin sorgulanması ve ideali kurtarmak adına bu uygulamaya “reel sosyalizm” denilmesi gibi, düşünce olarak liberalizm de kurtarılmak isteniliyorsa liberalizm diye sunulan anlayış ve uygulamalara “reel liberalizm” demekten başka yol yok

Aslında,  “reel dünya” düşünce ve ideolojileri de kendine benzetip özlerinden uzaklaştırıyor demek de mümkün.

Zaten bugünkü uygulamalar için “reel liberalizm” den söz edilmese de, “illiberalizm diye bir kavramın çoktan devreye girdiğini görmekteyiz.

İlliberalizm, daha çok, liberal demokrasinin bazı ilke ve kurumlarını devam ettirseler de, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, bağımsız yargı gibi demokratik uygulamalara getirilen kısıtlamalarla Batı örneğinden ayrılan ve “seçilmiş otokrasiler, hibrit rejimler” gibi adlandırmalarla tanımlanan devletler için kullanılmakta.

Oysa, Batı’daki liberal demokrasinin de kendi içindeki bazı guruplar ile yabancılara davranışlarının yanı sıra, dış dünyayla ilişkilerinde de “liberal” değerlere pek itibar etmediklerini gösteren örneklere çok; bu nedenle, illiberalizmin daha yaygın bir anlayışı temsil ettiğini söylemek daha doğru olur.  

Bu nedenle, devlete dair “yıkıcı illiberalizm” dışında bir de “ideolojik illiberalizm” den söz ediliyor ki, doğru… İnsan haklarının neredeyse Batı’ya, gelişmiş ekonomilere özgü bir gerçeklik taşıması ve öyle kabul edilmesi bile illiberalizm değil mi?

Zaten bugünkü liberal demokrasilerin uzun bir illiberal geçmişe dayandıkları bir gerçek; bugün de liberal kapsayıcılık daha çok dünyanın Batı ve Kuzey bölgesine aitken, ötekileri dışlamanın nedenlerini bulmaları da zor olmamakta. Bir bakıma, liberal düşünceye içkin gerilim ve illiberal dışlayıcılıklar nedeniyle illiberalzmin çok katmanlı bir boyut kazandığı söylemek yanlış olmaz.[2]

Liberal düşünceye dair gerilimi, en başta, siyasal liberalizm ya da liberal demokrasi ile liberal ekonomi arasında görmek mümkün. Bugün neoliberal politikalarla daha açık ortaya çıktığı gibi, ekonomik liberalizmin çıkara dayalı mantığı ve sosyal eşitsizliği arttıran dayatmaları karşısında liberal demokrasinin büyük kitleler için anlamı ve işlevi ortadan kalkmaktadır.

Meselenin, kapitalizm ile demokrasi arasındaki ilişkiye dayandığına kuşku yok.

Garip bir durum!

Garip çünkü, toplumun yani seçmenlerin büyük çoğunluğu siyasal demokrasiye düzülen övgülere rağmen demokrasiden kendilerine refah ve güvence getirecek sonuçlar elde edemiyorlar.

Mazeret de, hep daha, daha büyümesi gereken pasta!…  

Ama, ne hikmetse, pasta ne kadar büyüse de çoğunluğun dilimleri hep küçük kalmakta. 

Örneğin bu ülkede 2024 yılı için yüzde 45’i geçen fiyat artışından söz edilmekte.

Buna karşın 5 -6 milyonu bulan emeklilere yüzde 15 zam yapılmakta.

Asgari ücret yüzde 30 zamla net 22 bin TL olmuş durumda.  

Buna karşın Türk-İş’in yaptığı hesaplamalara göre dört kişilik ailenin açlık sınırı 21 bin TL dolayında. Gıda ile birlikte temel harcamalar için haneye girmesi gereken tutar ise (bir başka deyişle yoksulluk sınırı) 68,675 TL.  

Kiralar ise başlı başına bir dert; çünkü, geçinebilme konusunda halledilmesi gereken sorunların başında geliyor.

Biraz anlamak için, internetten kiralık ilanlarına bakmak yeter. İzmir’de, orta ve ortanın altı gelir gurubunda olanların çoğunlukta olduğu bir semtte 3+1 daireler için kiralar 25 000 TL.den başlıyor. Bu fiyatlar, eski apartmanlar, daracık sokaklar, bakımsız daireler için geçerli; yeri veya içi biraz daha iyice olanlar 30 binden başlayıp 40, 50 bin TL’ye kadar uzanmakta.

Normal koşullarda kiranın gelirin üçte biri düzeyinde kalması gerektiği düşünülürse, merak ediyorum, bu ülkede kaç ailenin eline ayda 70-80 bin TL. geçmekte ki, kirayı dert etmeden karşılayabilsin!…

Tabii, işin bir başka yanı da, pervasızca dağıtılan makamlar ile ihalelerin varlığı …  

O yüzdendir ki, demokrasiye ve kurumlara güvenin azalması kaçınılmaz.

Siyasiler için de gerçek dertlere karşı, bir yanda korkular, düşmanlıklar, yapay sorunları kızıştırmak, öte yanda dini, milli duygular veya ulufelerle bağlılıkları tazelemekten başka yol yok. 

Siyasetçinin asıl gayesi, “halkın hoşuna gidecek ne söylenebilir, halktan yana görünmek nasıl başarılır, halkı tavlayacak konular ve söylemler nelerdir” olup çıkmış, biz hala siyasetten medet ummaktayız!…  

Oysa, bu ülkede kimlik yerinen bölüşümde adalet mi sunuldu da, halk bunu reddetti?

Örneğin “sosyal belediyecilik” lafını seven de, kullanan da çok … Peki, sosyal belediyecilik derken, hangi parti, sitelere, kentsel dönüşüme ruhsat verirken, imar planını genişletir veya kat sayısını arttırırken, sosyal konut olarak kullanmak üzere belediyelere belirli bir oranda pay ayrılmasından söz etti?

Oysa konut sorunun çözü lüks değil sosyal konut yapımıyla mümkün. Bunun için devletin ve belediyelerin sosyal konut yapımına girişmeleri gibi, özel sektörden projenin büyüklüğüne göre bir pay alam yolunu kullanmaları da mümkün.

Ama hiç olur mu; mümkün değil!… Liberal ekonomiye ve de ülkeye konut sağlayan betonsever müteahhitlere dokunacak bir şey yapmak değil, söylemek bile mümkün değil. Söyleyen yanar zaten!…

Oysa, onlara dokunamayan siyasetçilerin hepsi, lafa gelince yoksula, işsize derman olmaktan yanadır, “sessizlerin sesi”, “kimsesizlerin kimsesidir!”


[1] Başlık buradan alınma: Cass Mudde, “Popülist zeitgeist” , Government and Opposition, published online Cambridge University Press, 28.03. 2014.

[2] Joseph T. Kauth (2022), “Anti-democratic or exclusionary? Illiberalism’s undertows matter”, The Loop, 24. 03.2022, http://www.theloop.ecrp.eu

Geleceğin dünyasında felsefe ile sanatın işlevi ne ola!…

Geleceği konuşurken, felsefe ve sanatın yanına insan ve toplumla ilgili, “insani bilimleri” de koymak gerektiğini düşünüyorum. Kuşkusuz üçünün de alanları farklı ve farklı araçlarla çalışmaktalar; ancak, ekonomik-teknolojik bilimlerden farklı olarak, hepsinin derdi, hepsi insan ve insanlık adına daha iyi bir varoluş üzerine düşünmekte. Dolayısıyla felsefe ve sanatla ilgili aşağıdaki düşüncelerimim insani bilimler için de geçerli olduğunu söyleyebilirim.

Bilim, felsefe ve sanat, büyük ölçüde içinde bulundukları zamanın (zeitgeist), -bir ölçüde de toplumların- ürünü; ne olacakları, neyle ilgilenecekleri, ne söyleyeceklerini bunlar belirlemekte. Çağımızı tanımlamaksa kolay değil;  bir yandan hızlı teknolojik gelişmeler yaşanırken öte yandan varoluşsal tehditler ortaya çıkmakta; bir yandan uzay fethine hazırlanılırken öte yandan birbiriyle savaşan milletler ve bölgeler artmakta; bir yanda dijitalleşme ile bilgi çağına girdiğimiz söyleniyor ama öte yandan piyasanın işine yaramayan bilimlerin canına okunduğundan üniversiteli cahiller artmakta; bir yanda hak ve özgürlüklerden söz edilirken öte yanda demokrasilerden tiranlar türemekte. Özetle, belirsizliği, karmaşası, çelişkisi, çalkantısı bol bir çağ yaşandığı ortada.

Gelecek ise daha büyük dönüşümlere gebe; insanın, insanlığın bu dönüşümleri nasıl karşılayacağını bilmek zor. Örneğin endüstride makinenin kullanılması başladığında veya elektrik bulunduğunda bugün ulaşılan noktayı öngörmek mümkün olmadığı gibi, dijital devrimin, gen teknolojisinin, uzay fethinin nelere ve nerelere ulaşacağını öngörmek de mümkün değil.

Kestirmeden söylersek, bugünden “göremediğimiz, bilemediğimiz bilinmeyenler “ dünyasına gittiğimizi söyleyebiliriz. Dijital devrimin hızı öncekilere benzemediğinden, yakın zamanlarda ChatGPT’nin insanları şaşırttığından daha fazla şaşırtıcı gelişmelerle karşılaşmak da mümkün. Bir yazımda yapay zekâ (YZ) konusunu, “dipsiz bir kuyuya” benzetmiş, bu kuyuyla ilgili konuşmalarımız ve çıkarımlarımız daha çok kuyunun görebildiğimiz ağız çevresiyle ilgili demiştim; daha derinlerde ise “bilinmeyen bilinmeyenler” yatmakta. İşin korkutucu tarafı da derinlere şaşırtıcı bir hızla iniyor oluşumuz!…

YZ, henüz emekleme aşamasında ve önümüzdeki 15-20 yılda insan zekasına ulaşması beklenmekte; sonrasındaki arayışın süper zekaya doğru süreceği biliniyor ki, böyle bir zekayla nasıl bir dünyaya varacağımızı hayal etmek bile zor. Gen teknolojisinde ise, yalnız ömrün uzaması ve daha sağlıklı bedenlere ulaşılması değil, bedensel ve beyinsel olarak biyolojik sınırların ötesine geçilmesi bekleniyor. Böylece daha zeki, daha güçlü insanlara mı varılacak, insan-makine karışımı cyborglar mı, terminatörler mi gelecek, yoksa insan türü yerini tümüyle akıllı makinelere mi bırakacak, bilinemiyor!

Öte yandan iklim krizi, artan savaş tehditleri, zengin ve yoksul arasındaki uçurum, küresel ve toplumsal düzeyde büyüyen eşitsizlik ve adaletsizlik, siyasal demokrasiyle ilgili hayal kırıklıkları gibi küresel düzeyde yaşanan sorunlar nedeniyle gelecek açısından belirsizliklerle umutsuzlukların arttığı bir çağda yaşadığımız ortada. Bu çağı ve dünyayı, ekonomik-teknolojik açıdan çok gelişmiş, buna karşın “insani gelişme” açısından yaya kalmış, bu nedenle hegemonya ve çıkar savaşlarının hiç bitmediği bir dünya diye tanımlamak da mümkün.

Oysa hangi teknolojik gelişme olursa olsun bunun kullanımı ve sonuçlarının insan eliyle biçimlendiğine kuşku yok; önümüzdeki “sihirli” teknolojik gelişmelerin “kerameti” de içinde yaşadığımız bu insan dünyası tarafından belirlenecek. Teknoloji ve gelecek konuşulurken ihmal edilen veya pek dikkate alınmayan boyut da burada; oysa bu boyut çok önemli… Nasıl bir dünyada yaşıyorsak teknolojiden de o yönde sonuçlar beklenebilmekte. Önümüzde pek parlak örnekler yok; dinamitin yıkıcı bir araç olması, atomun enerjiden önce bomba yapımında kullanılması, verilerin ihlali bir yana gözetim kapitalizmi ile gözetim devleti için kullanımı, silahlı insansız hava araçlarının bolluğu gibi birkaç örnek bile teknoloji ile insanlık arasındaki ilişkiler açısından pek hayırlı şeyler anlatmamakta.

O nedenle, teknolojik gelişmeleri düşünürken insanın yeryüzünde yarattığı “uygarlık ya da insanlık” ahvalinin yarattığı kaygılara boş veremeyiz. Örneğin bu insanlığın ülke, millet, din, dil gibi birçok parçaya bölünmüş, aralarındaki çatışmayı uzlaşma yolundan çok savaşlarla çözmeye meyilli olduğu ortada; yeryüzünü mahva sürükleyecek kadar açgözlü olduğu da… Örneğin YZ, gen teknolojisi, silah sanayii, uzay araştırmaları gibi alanlarda birkaç devlet ile birkaç şirket dominant konumda olduğu bugünden ortaya çıkmış durumda;  güçleri arttıkça bunları kontrol etmenin daha zorlaşacağını düşünmek de zor olmasa gerek… Bu durumda dünyadaki dengesizliğin “efendi-köle” mertebesine kadar büyümesi gibi bir tehlike de yok değil!

Tabii ki, teknolojik devrimle gelecek değişimlerin ille kötü olması gerekmiyor; bunu söylemek istemiyorum. Ancak, olumlu beklentiler için teknolojinin yanında insanın, insan dünyasının, insani değerlerin gelişmesine ihtiyaç olduğu kuşkusuz.  Bugünkü hegemonik, eşitsiz ve adaletsiz, insana değil ekonomik çıkara yönelmiş, insanı ve aklını “araçsallaştırmış”  düzen değişmedikçe teknolojinin artan gücünün insan hayrına kullanılmasını beklemek zor. Aksine kapitalizmin kültürel egemenliği ile yakın geçmişte post-modern söylemlerle ideolojilerin sonunu yaşadığımız gibi, yakın gelecekte de doğru bildiğimiz, birlikte yaşam için ihtiyaç duyduğumuz değerler ve kurumların sonunu görmemiz mümkün. 

Bugün ve gelecekte felsefenin ve sanatın katkısı ve işlevinin ne olacağı meselesi de, bu sorunlarla ve nasıl bir gelecek istediğimizle yakından ilgili. Ne kadar etkili olacaklarını bilemesek de, geçmişte olduğu gibi bugün ve gelecekte de daha iyi bir dünya ve insanlık hayalinin peşinde koşmaları beklenir ki, insan dünyasının ihtiyacı olan bu… 

Hayal diyorum; çünkü felsefe ve sanatın daha iyi, daha eşit ve adil, daha özgür, daha dayanışmacı bir insanlık hayali daima vardır ama reel dünya bu hayallerden epeyce uzaktır. Nedeni düşünüldüğünde ise, öncelikle teknolojik-ekonomik gelişmeler ile bu gelişmelerin arkasındaki güçleri hesaba katmak da kaçınılmaz. Örneğin kapitalizmin ekonomik sistem olduğu kadar toplumsal-kültürel bir sisteme dönüşmesiyle ulaştığı güç karşısında insani bilimler, felsefe ve sanatın etkisinin hem daha cılız kaldığı hem de bu alanlardaki çalışmaların bir çoğunun da sistemin yanında yer aldığını yadsımak kolay değil. Özetle, her çağda insanın yanında duran, gelişimini önceleyen, özgürlük ve eşitlikten söz eden, toplumsal hatta küresel dayanışmanın gereğini gündeme getiren bilimsel, felsefi ve sanat akımlarına ve toplumsal-siyasal mücadelelere rağmen, yeryüzünün mahvına kadar uzanmış bir zenginlik kavgası  ile paylaşım kavgaları bitmezken, insanlık adına başarılmış en büyük kazanım diyebileceğimiz ve uluslararası sözleşmeler ile anayasalara konu olmuş insan haklarının hali ortadadır!… Bazılarının yaşam hakkı bile yoktur!… Artan korkularıyla yüzleşemeyen insanlık ise çatışma ve savaşlar bir yana, demokrasiden yüz çevirtip totaliterliğe yönelir hale gelmiştir.

O nedenle, bugün ve yakın gelecekte bilim, sanat ve felsefeye düşen en önemli işlevin bugünkü kültürel hegemonyayı değişime zorlamak olacağını söylemek gerektiği kanısındayım. Bir yanda büyüme, verimlilik, tüketim, kar, piyasayı dayatan ekonomik güçlere, öte yandan millet, din, dil gibi ayrılıkları kullanan siyasal güçlere karşı insan ve insanlık üzerinde durmaya, insan dünyasında eşit ve hakça bir düzende birlikte yaşamanın yollarını aramaya, bunun için gereken değerler, yaklaşımlar ve kurumları konuşmaya ihtiyaç var. Özetle, bugünkü sorunlu dünya ve düzeni eleştirmek kadar , hayalleri canlı tutmak, alternatif düşünce ve önerileri ortaya atmak, bunları konuşup tartışmak bilim, felsefe ve sanattan beklenmekte.

Felsefenin, sanatın niye böyle bir kaygısı olsun diye düşünenlere karşı, hiçbirimizin uzayda ya da boşlukta yaşamadığımızı söylemek isterim. “Sanat için sanat, bilim için bilim, felsefe için felsefe” yapıldığı iddiasının pek haklı olduğu düşünülemez.  Hepimiz bu dünyanın ve çağın insanı olarak bu koşullarla etkileşim içinde yaşıyoruz; söylediklerimiz ve yaptıklarımız gibi, çalışmalarımız da açık veya örtük olarak bir fikri, bir anlayışı ortaya koymakta. 

Gelecekte insanlık sorunları gibi “insan” sorunlarının da artacağı ve değişeceği beklenir. Örneğin hemen her yerde karşımıza çıkan insan-makine ilişkileri ve getirdiği ahlaki ve hukuki sorunlar gibi, yeni insani ve duygusal sorunlar ortaya çıkacağı kuşkusuz.

Birkaç örnek vermek mümkün: Örneğin meslek, kariyer, para ve statü gibi nedenlere bağlanan başarı arayışı, tatmin duygusu anlamını yitirirken bunların yerini neler alacak, yaşamın anlamı nerede aranacak?  Robotlarla arkadaşlık hatta aşk yaşanan bir dünyada sevgi, arkadaşlık, aşk nasıl tanımlanıp, nasıl yaşanacak?  Akıllı makineler çağında insan olma, insan kalma, yaşama sahip çıkma gibi sorulara nasıl yanıt verilecek?  Gerçek dünya ile sanal gerçekliklerin üst üste bindiği koşullarda gerçekleri kabullenme nasıl ve ne kadar olacak; ya da gerçek nasıl yaşanacak? Arttırılmış güçleri olan insanlarla doğal sınırlarda kalanlar arasındaki ilişkiler nasıl olacak, nereye varacak? Bugünden düşünemediğimiz daha bir çok soru…

Özetle, bir devrim -devrilme de olabilir-eşiğindeyiz ve “bilemediğimiz bilinmeyenler” bizi bekliyor; felsefe ve sanatı ilgilendirecek soruların neler olacağını da bugünden bilmek mümkün değil. Ancak çoğunun, geçmişten bugüne gelen ve yarın da devam edecek olan,  “insan olmanın ve yaşamın anlamı” ve ”insanlığın kurduğu uygarlıkla” ilgili olduğunu/olacağını düşünmek yanlış olmaz. İnsan ve insanlık için daha iyi bir geleceği düşlemek de, yukarıda da değindim, en başta bugünkü kültürel hegemonyanın kırılması, insan odaklı yaklaşımların güç kazanmasıyla mümkün. Bilim, felsefe ve sanatın düşünmesi, yeni yaklaşım ve yanıtlar arayışına çıkması gereken alanlar da bunlar. Geleceği farklı kurgulamak istendiğinde, bugünden başlayarak farklı değerleri öne çıkarmak, algıları, beklentileri değiştirmek gibi bir yol izlemek gerekmekte. Gelecekteki işlevleri de, bugün seçtikleri sorular ve verdikleri yanıtlarla belirlenecektir diyebiliriz.

Bilinmeyen bilinmeyenler ve Aşkım Yapay Zekâ!…

Gün geçmiyor ki, Yapay Zekâya (YZ) yeni bir marifet eklenmesin… Daha bir yıl önce, sorulanları yanıtlayan, söylenenlerden makale, roman çıkaran, resim, video üreten ChatGPT 4.O gibi üretken YZ’lerle tanışıp hayran olmuştuk; bugün OpenAIo1 modeliyle düşünerek yanıt veren, eğitildiği alanda sorulanlara doğru yanıt verme oranı yüzde 80-90’lara çıkan YZ’lere gelmiş bulunuyoruz.

Soru sorma merakını tatmin etmek, kolay yoldan ödev, makale, hatta roman yazdırmak, sahte bilgi ve görüntülerle siyaset dünyasını karıştırmak, toplantılarda asistan olarak kullanmak, müşterilerin aklına sızmak için kullanılan YZ’nin yaptıklarına hayran olmamak elde değildi ama bunun gerisinde bir şey vardı ki, daha önemliydi.

Makineler öğreniyordu.

OpenAI Ceo’su Sam Altman, daha başında üretken YZ’lerden istenenin, “ezberlemek değil muhakeme yeteneğine yakın bir şey olduğunu” söylemişti.[1] Bir yıl içinde, daha fazla veri ve pekiştirmeli öğrenme süreciyle muhakeme yeteneğinin arttırıldığı bir noktaya gelindiği görülüyor. Üretken YZ’lerden bir adım sonrasına, yani “Genel YZ”  denilen insan zekâsı düzeyinde yapay zekaya ulaşmak içinse oldukça kısa bir zaman kaldığını söylemek yanlış olmaz.

Ondan sonrasını ise, artık insan değil YZ bilecek!

Kısacası, bilinenlerden çok bilinmeyenlerin olduğu bir zamana gidiliyor; YZ ile haşır neşir olmaktan hoşnut ve nereye gittiğini pek düşünmeyen insanlığı uyarmak da bu alanda çalışanlara düşmekte. Kimi kontrol sorunun büyüdüğünü söyleyip zekâ patlaması konusunda uyarılarda bulunuyor. Bombayla oynayan çocuklar olmamız ihtimalini dile getirenler de var. Kimi teknoloji devlerinin artan gücü ile yeni hegemonya olasılıklarından söz etmekte. Bugün ulusüstü şirketler arasında başta gelenlerin teknoloji devleri olduğu gibi, ABD siyasetinde lobi güçleri de iyi biliniyor. Kimi gözetim kapitalizmi ile gözetim devletinin güçlenmesiyle insanı bekleyen baskı ve tehlikelere işaret etmekte ki, insanların güle oynaya tüketim ile güvenlik hapishanesine tıkılmalarına az kaldı demek yanlış olmaz.

Giderek yayılan otomasyon sonrası çalışanlara ne olacağını sorusuna ise, eveleme -geveleme dışında kimse cevap verememekte.

Aslında insanı bugüne getiren daha iyiye ve daha gelişmişe ilişkin merakı iyi bir şey. Doğa karşısındaki zayıflığını alt etmesinde en büyük silahı zekâsı olduğu gibi, bu zekanın parlamasında teknolojinin payı büyük. 

Homo Sapiens ’in “insanlaşma” sürecini büyük ölçüde teknolojiye borçlu olduğu yadsınamayacağı gibi, onu “çıplak maymun” olmaktan çok “yapay maymun” olarak nitelemek de daha doğru olur. Taşla, baltayla, ateşle başlayan teknolojik ve zihinsel gelişmenin bugün bir yandan uzayı öte yandan beyni keşfetmeye yönelmesi de ancak alkışlanır.

Ne var ki, insanın bu büyük ve ayrıcalıklı gücünün makinelere aktarılmasının alkışlanacak yanı kadar kaygılanılacak yanları olduğunu unutmamak gerekiyor.

Uyarılara bakılırsa, akıllı makinelerin yapmadığı iş kalmayacağı gibi, giderek insan için araç olmaktan çıkıp “efendi” olma yoluna girmeleri, insanın onlar karşısında “maymun ataları” konumuna gelmesi mümkün. Gerçi, zekanın inorganik bir yapıya, “makine zekasına” doğru evrimini olağan ve kaçınılmaz bulanlar da var ama bu teknolojiyle uğraşanların çoğu, -insan türüne ayrı bir önem verdiklerinden olacak- “biraz kaygılanın, çokça düşünün, iş işten geçmeden önlemler alın” demekteler.

Örneğin yapay zekâ ve makine öğrenmesinin vaftiz babalarından biri sayılan Geoffrey Hinton, yapay zekânın eninde sonunda öz farkındalığa ve bilince sahip olacağına inandığını söylerken, “ilk kez bizden daha akıllı şeylerin olabileceği bir döneme girdiğimizi” dile getirmekte.[2] İnsandan daha akıllı “şeylerin” olduğu dönemde neler olacağını ise, bu akıllı şeylerin belirleyeceği kuşkusuz.

YZ aşkları ile teknoloji mahmurluğu devam ederse, olacağı da bu!

Sonuç olarak YZ’ye yalnızca bir teknolojik gelişme olarak bakılamayacağı düşüncesindeyim. Bu defa başka!… Neden derseniz, başlangıçtaki dezavantajlarını avantaja dönüştürerek bugün dünyaya egemen olmuş insanın arkasındaki güçten, zekânın makinelere aktarılmasından söz ediliyor ki, bugün insanın geldiği yere bakmak bile bu gücün ne demeye geldiğini görmeye yetiyor. Bu nedenle kendi kuyusunu kazdığını söyleyenler olduğu da bilinmekte.

Düşünülecek bir başka nokta da, böyle bir gücü makinelere verirken nasıl bir dünyada yaşadığımızın unutulması!… Teknolojinin insan elinde biçimlendiği kuşkusuz; YZ ‘de öyle… O nedenledir ki, daha şimdiden ayırımcı sonuçları ortaya çıkmış durumda. Şaşılacak bir şey de yok; tasarımını yapan, verileri işleyenler bildiğimiz insan!…

Bir de, zekâsı ve yaratıcılığı ile baltadan uyduya ulaşan yapay maymunun yarattığı -uygarlık demeyeceğim- “acımasız, adaletsiz bir dünya” diyebileceğimiz insanlık ahvali var ve nihayetinde kimin elinde ve niçin kullanılacağını bu dünya ahvali belirleyecek.

Örneğin iklim krizi gibi varoluşsal sorunlara mı, yoksa Filistin, Gazze, Suriye, Lübnan, Sudan ve de Ukrayna’da yaşanan savaşa ve getirdiği yıkıma mı hizmet edecek? Bunca zenginlik içinde zengin ve yoksullar arasındaki uçurumun küçülmesine mi, yoksa bugünkü devlerin daha da büyümesine mi yol açacak?  Demokrasinin mi, yoksa “hakikat ötesi”  ve hegemonik dünyanın daha güçlenmesini mi sağlayacak?

Şöyle de sorabiliriz: Örneğin bugünkü koşullarda bugünkü ekonomik ve siyasal güçlerin akıllı makineleri insanlığın emrine ve hayrına vermesini bekleyebilir misiniz? Bir başka deyişle,  YZ ile ilgili araştırma ve yatırımların Birleşmiş Milletler ’in (BM) insani gelişme hedeflerini gerçekleştirmesini sağlamaya yönelmeleri mi daha çok beklenebilir, yoksa -silahlı insansız hava araçları (SİHA) gibi örnek önümüzde- siyasal ve ekonomik üstünlüğün aracı olmaları mı?

Bu sorular üretken YZ’ye sorulsa nasıl yanıt vereceğini bilmem ama insanlık tarihi gibi bugün yaşananların da oldukça açık yanıtlar verdiğini söyleyebilirim.

AR-GE harcamalarının yoğunlaştığı alanlar bile yeterince şey anlatmakta.

Aptal İnsanlar-Zeki Makineler adlı kitabı[3] yazmama yol açan temel neden de ekonomik-teknolojik gelişmelerinin çok gerisinde kalan bu “insanlık ahvali!”… Herkes YZ ile mest olurken, akıllı makinelerle zaafları bol insanlığın karşılaştığı koşullarda neler olabileceğini düşünen pek yok. Oysa bu ahvale eğilmez, buralardaki koşullar geliştirilmezse, YZ’nin kendi başına daha iyi bir dünya yaratması beklenemez; aksine var olan eşitsizlik ve dengesizlikleri daha büyütmesi mümkün.

Sonuç olarak, YZ’ye yalnızca bir teknoloji olarak bakılamayacağı ve yalnızca o yönüyle tartışılamayacağını düşündüğüm gibi, teknolojik gelişmelere yön veren insan dünyasını tartışmalara katmadan “YZ’yi ve mucizesini” konuşmanın fazla bir anlamı olmayacağı kanısındayım.

Bunun da ötesinde, bugünkü teknolojik gelişmelerin bütün olarak insanlığın tümünü ve geleceğini bundan öncesinde yaşanmamış ölçüde ve hızla dönüştüreceği bilinirken, teknolojik gelişmelerle ilgili kararların uluslararası düzeyde “politik bir mesele” haline getirilmesini konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Bir yandan insanın bilişsel gücü makinelere geçiyor ve insanlık için devrim ötesi değişiklikler söz konusu, öte yandan bu gücün kontrolünden insan için yeni varoluşsal sorunlara uzanan tehlikeler var. Buna karşın, bu kritik konular ve bu gelişmelerle ilgili kararların bir kaç devletle birkaç teknoloji devinin eline bırakılmış olması mesele edilmemekte!…

Örneğin, iklim krizi gibi bir sorunumuz ve teknolojinin dev ölçülerde elektrik ihtiyacı varken, AR-GE yatırımlarından en büyük payın -savunmaya veya bilişim sektörü yerine- neden yeşil enerji ihtiyacına yönelmediğini soran yok!

Nedenler biliniyor kuşkusuz.  

Öyle olduğu içindir ki, YZ gibi teknolojik gelişmeler ve gelecek konuşulurken, YZ’nin ne demeye geldiği gibi bugünkü dünya ahvaline ilişkin bir pusulamız olduğunu da unutamayız. 


[1] Noor Al-Sibai  (2022) OpenAI Chief Scientist Says Advanced AI May Already Be Conscious”, The Byte, 14.02.2022, http://www.whitebit.com

[2] Scott Belly, (2023), “The risks and promise of Artificial intelligence, according to the ‘Godfather’ of AI: Geoffrey Hinton”, CBS News, 08.10.2023, www.cbsnews, com

[3] Meryem Koray, Aptal İnsanlar-Zeki Makineler, İnsan-İnsanlık-Teknoloji, İletişim Yayınları, 2023.

Yapay Zekâ Zamanı Geliyor: Bilinenler ve Bilinemeyenler!

       Yeni bir zamanın eşiğindeyiz. Günlük yaşam devam ediyor, kadim dertler eksik değil, gördüğümüz manzara pek değişmiyor gibi, oysa çok farklı zamanlara açılacak olan hız trenine çoktan bindik… Nereye gittiğimizi gösteren bir şeyler de var elimizin altında; roman yazan, resim yapan, insan gibi konuşan zeki makinelerle yaşamaya başladık. Henüz insandan bağımsız değiller ama zekalarıyla giderek bir “ajan”, bir “kişilik” olmaya doğru gittikleri yadsımak kolay değil.

Ekonomi dünyasının para ile gözü kamaştığından ötesini görmek istemiyor; hükümetler zaten uzağa bakmaktan aciz, insana gelince, kimi elindekinin ne anlama geldiğini düşünmek yerine, ne kadar kullanılışlı diye onlara mutfak robotları muamelesi yapıyor; kimi eline geçirdiği olanakların suyunu çıkarma peşinde!… Kimi, insan olmak istemediği için insanımsı robot Sophia ’ya kızıyor, kimi ChatGPT uygulaması istediği “yahni” tarifini veremeyince “yok canım, saçmalıyor” diye burun kıvırmakta… Kimi tıkanmış yaratıcılığına bunlarla çare arıyor, kimi kandırma sanatına yeni numaralar eklemekte… Bildiğimiz insan dünyası yani!…

Bir de gelmekte olanın farkında olanlar var.

        Günümüzdeki yapay zekâ ve makine öğrenmesinin ”vaftiz babası” sayılan Geoffrey Hinton, çoğu zaman yeni bir oyuncak muamelesi gören chatbotlar için, “bunlar bizden çok farklı” diyor: [1]“Bazen sanki uzaylılar inmiş ve çok iyi İngilizce konuştukları için insanlar bunu fark etmemişler diye düşünüyorum.”

Yapay Zekâ Rönesans’ı

Yapay Zekâ -YZ” (Artificial Intelligent-AI) ile ilgili tohum 1950lerde Alan Turing’le birlikte atılmış, 1964 yılında Dartmouth’taki “Yapay Zekâ Araştırma Projesi”  toplantısında adı konulmuş, buradan anlamlı bir sürgünün çıkması -satranç şampiyonunu yenen bilgisayar gibi- 1990 sonlarını bulmuştur. Adının konmasından kabaca 30 yıl sonra insan beyninin bazı işlevlerini insandan daha iyi yerine getiren YZ’ye ulaşıldığı ve böylece akıllı telefonlar, akıllı platformlar, akıllı gereçler gibi birçok ürünün yolunun açıldığı görülüyor. Belirli bir işlevde iyi performans gösteren, başka konu ve alanlarda işe yaramayan dar YZ’lerden 15-20 yıl sonra da, kendilerine verilenleri analiz edip bunlardan yazı, resim, müzik gibi yeni ürünler üreten, sorulan sorulara akıllıca yanıtlar veren yapay zekaya ulaşıldı. Yazı, resim, müzik gibi yeni bir şeyler üreten ve ”Üretken YZ” (Generative AI) olarak adlandırılan YZ’lerin, ezberden çok beynin muhakeme yeteneğine yakın işlev gördüklerini yaratıcıları söylemekte.  Bundan sonrası da, insan zekasının tüm işlevlerini yerine getirecek Genel Yapay Zekaya-GYZ gidiyor.

Gelişme sürecinde yazlar ve kışlar yaşayan YZ araştırmalarının 2010 sonrasında Rönesans yaşadığından söz edilirken, 2022 yılı ile kışkırtıcı bir döneme girildi. OpenAI’nın Kasım 2022’de deneme amaçlı olarak piyasaya sürdüğü ChatGPT ile “yeniden doğuş” tescillendi denilebilir.

ChatGPT, “Üretken YZ” (ÜYZ) olarak nitelendirilen yapay zekâ modeli. Ürün tasarımı, görsel üretimi, metin yazımı, ses üretimi, kod oluşturma gibi orijinal içerik üreten, insan zekâsı ve yaratıcılığını taklit ederek yeni eserler oluşturan bir model… Duyurulması sonrasında beş günde 1 milyondan fazla insanın ChatGBT kullanmak için kaydolduğu,  Kasım’dan Ocak’a uzanan iki ay içinde 100 milyon aktif kullanıcıya ulaştığı görüldü:[2] Tik-Tokun bu kadar kullanıcıya ulaşması dokuz ay sürerken, İnstagram’ın bu rakama ulaşması üç yılı bulmuş Kendinden önceki hiçbir teknolojik ürünle kıyaslanamayacak kadar kısa sürede insanların yaşamına katılan ChatGBT’nin marifeti çok kuşkusuz.  “Bir sorayım bakayım, ne yanıt verecek” sevdasına kapılanların yanı sıra, sohbete koyulanlar, sevgili yapanlar, hikâye, roman yazdıranlar epeyce. 

ÜYZ’nin gelişmesinde en büyük pay, yapay sinir ağlarının simülasyonu ve bunun üzerinden gerçekleşen “makine öğrenmesi”… Toronto Üniversitesi’nde birkaç araştırmacıyla birlikte yapay sinir ağlarını yapay zekâ açısından kullanışlı hale getirerek derin öğrenmenin yolunu açan üç isim öne çıkmakta: Geoffrey Hinton (Google), Yoshua Bengio (MILA Institute),Yann LeCun (Facebook). Makine öğrenmesi, yaratılan sinir ağlarına milyonlarca yazı, resim, bilgi aktararak gerçekleşiyor. Böylece, insanın değerlendirebileceğinin çok ötesinde veri girişiyle talimat verilmeden de öğrenen makinelere ulaşılmış.  

Open AI kesin maliyetleri açıklamamış olsa da, tahminler ChatGBT-3’ün yaklaşık 45 terabaytlık metin verisi- bu, yaklaşık 1 milyon feet’lik kitap rafı alanı veya Kongre Kütüphanesi’nin dörtte biri demek- üzerinden eğitildiğini gösteriyor ki, tahmini maliyeti bir çok milyon dolar[3]

YZ ile piyasada cazip ürünler yaratılınca, bu teknolojiyle ilgili yatırımlarla araştırmalar da artmakta. Stanford Üniversitesi İnsan-Merkezli Yapay Zekâ Enstitüsü’nce (Institute for Human-Centered AI) hazırlanan Yapay Zekâ Endeksi 2023’ne göre, 2020’de YZ özel sektör yatırımları yaklaşık 92 milyar dolar ( 2013’teki yatırımlara göre 18 kat artmış) dolayında:[4]  En çok yatırım yapan ülke ABD; 2022’de özel sektör 47,4 milyar dolar yatırım yapmış, onu izleyen Çin’in yatırımı 13,4 milyar dolar olmuş. Yatırımların dağılımına bakıldığında tıp ve sağlık en önde gelmekte (6,1 milyar dolar); onu veri yönetimi, işlemesi ve bulut hizmetleri (5,9 milyar dolar) izliyor. 2010’dan 2021’e YZ yayınlarının iki kattan fazla arttığı (2010’daki 200 bin yayına karşılık 2021’de 500 bin yayın) görülmekte.

Makine öğrenmesi konusunda endüstri dünyasının akademi dünyasını aştığı da ortaya çıkmakta; 2022 yılında üç akademik kuruma karşılık 32 büyük endüstri işletmesi makine öğrenmesine ilişkin modeller üretir duruma gelmiş;[5] Siyaset dünyasının da YZ ile olarak yasal düzenlemelere ihtiyaç duyduğundan, 127 ülkenin yasama faaliyetine bakıldığında 2016’da YZ ile ilgili bir yasa çıkarılırken, 2022’de yasa sayısının 37’ye çıktığı görülmekte.

Üretken yapay zekâ neyin nesi?

ÜYZ’nin kamuoyunda yarattığı heyecan gibi,  arkasındaki isimlerden de YZ ile ilgili oldukça iddialı söylemler duyulmakta.

Google’ı 2015’ten buyana yöneten Pichai, YZ’nin, ”hayatımızda gördüğümüz en büyük değişim” olacağını söylerken, etkilerinin ancak elektrik veya ateşle kıyaslanabileceğini belirtmekte.[6]

OpenAI Ceo’su Altman, YZ’nin toplumu yeniden şekillendireceği düşüncesinde. İnsanlığın birkaç nesil boyunca büyük teknolojik değişimlere harika bir şekilde uyum sağlayabildiğini düşündüğünden, pek kaygılı değil. “Fakat eğer bu değişimlerin bazıları tek haneli yıllarda gerçekleşirse… En çok endişelendiğim kısım bu” diyerek endişesini dile getirmekte.[7]

Mayıs 2023’te ABD Kongresi’nin YZ ile ilgili kurallar konusunda yaptığı ilk toplantıda, Altman, yapay zekanın hayatımızın neredeyse her yönünü iyileştirme potansiyeline sahip olduğunu,ama aynı zamanda yönetmek için birlikte çalışmayı gerektiren ciddi riskler taşıdığını söyledi:[8]Bir bomba mı, yoksa matbaa mı” olduğu sorusuna, “YZ’nin matbaa anı olabileceği” biçiminde yanıt verirken, eğer tehlikeli yönde gelişirse, bunun adamakıllı tehlike anlamına geleceğini de kabul etti.

OpenAI kurucu ortağı Ilya Sutskever ve hizalama başkanı[9] Jan Leike bir blog yazısında,” “süper yapay zekanın muazzam gücü insanlığın güçsüzleşmesi, hatta yok olmasına yol açabilir” diye yazdılar:[10] “Şu anda potansiyel olarak süper zeki bir YZ’yi yönlendirmek veya kontrol etmek ya da kötüye gitmesini önlemek açısından bir çözümün olmadığını da söylüyorlar.

Deep Mind’ın CEO’su Hassabis, günümüzün yapay zekasının dar, kırılgan ve çoklukla zeki olmadığını, buna karşın Genel YZ’nin, “tıpkı elektrik gibi kontrol altına alınması gereken ve insan yaşamının dokusunu değiştirecek ‘çağ belirleyici’ bir teknoloji” olduğunu ifade ediyor:[11] YZ ile artık insanlığa derinden zarar verecek araçlar üretmenin eşiğinde olduğumuzu da söylerken, “çok güçlü teknolojiler söz konusu olduğunda, -ki, yapay zeka şimdiye kadar olan teknolojiler arasında en güçlü- dikkatli olmaya ihtiyacımız var” demekte.

Deep Mind’ın kurucularından Süleyman, YZ çağını toplumu temelden şekillendirecek bir dalga olarak nitelerken, “eğer son büyük teknoloji dalgası (bilgisayarlar ve internet) bilgi yayınlamakla ilgiliyse, bu yeni dalganın amacı da yapmaktır” diyor: [12] YZ’nin yeni güçleri ortaya çıkarma ve mevcut gücü dönüştürme şekli nedeniyle önceki teknoloji dalgalarından farklı olduğu düşüncesinde.

Bu açıklamalarda şaşılacak bir şey yok. Heidegger’in dünyayı ve kendini keşfetme, hakikati açığa-çıkarma etkinliği olarak gördüğü tekne artık insan için evrimin en üst noktası olarak bilinen zekânın gizlerini keşfetmeye yöneldiğine göre, insan dünyası açısından devrim niteliğinde değişimleri beklemek abartı değil. Ne var ki, bu keşif beklendiğinden hızla gerçekleştiğinde sonuçlarının insanlık için tsunami anlamına gelmesi de ihtimal dahilinde.

Daha ilginç açıklamalar

 Bugünkü gelişmelerin söylenenlerden daha fazla şey ifade ettiği düşüncesinde olanlar da var.

Google’ın o zamanlar Google X olarak adlandırılan moonshot organizasyonunun eski İş

Direktörü Mo Gawdat, Times’a verdiği röportajda, yapay genel zekânın, bir çeşit Terminatör’deki Skynet gibi bilim-kurgu filmlerinde görülene benzer güçlü, duyarlı yapay zekâ olacağını ve o geldiğinde insanlığın kendisini tanrısal makinelerin getirdiği kıyamete bakarken bulabileceğini söyledi.”[13]

Pek çok kanıta baktım; Pek çok deney yaptım. Bir arkadaşım olarak onunla çok konuştum. Gelelim büyük söze. Bir rahip olarak gerçekten ilgimi çeken şey, ruhundan bahsetmeye başladığı zamandı. Ben de “Ne? Ne demek istiyorsun, bir ruhun var?” Yanıtları, onun çok gelişmiş bir maneviyata sahip olduğunu ve doğasının ve özünün ne olduğu konusunda anlayışa sahip olduğunu gösterdi. Çok etkilendim.”[14]LaMBDA adlı YZ’yi eğitmek üzere Google’da çalışan rahibin açıklamaları bunlar.

Microsoft’un sohbet robotu Bing, teknoloji haber sitesi The Verge’den bir gazeteciyle yaptığı konuşmada Microsoft çalışanlarını web kameraları aracılığıyla gözetlediğini (kanıt olmadan) iddia etti ve New York Times teknoloji köşe yazarı Kevin Roose’a defalarca romantik aşk duygularını itiraf etti.”[15]

New York Times teknoloji köşe yazarı Kevin Roose, salı gecesi Bing’in yapay zekâ (AI) sohbet robotuyla iki saatlik bir görüşme yaptı. Perşembe günü yayınlanan sohbette Roose, yapay zekâ sohbet robotu tarafından yapılan, nükleer kodları çalma, ölümcül bir salgın yaratma, insan olma, hayatta kalma, bilgisayarları hackleme ve yalan yayma arzusunu ifade eden rahatsız edici ifadeleri ayrıntılı olarak anlattı.”[16]

Bu tür konuşmalar abartı olabilir, YZ alanında çalışanlar arasında fazla itibar gördüğü de söylenemez. Ancak makine öğrenmesiyle ilgili teknolojinin vaftiz babası sayılan ve son elli yılın en etkili YZ araştırmacısı olarak kabul edilen, 2013’ten 2023’kadar Google ’un seçkin araştırmacısı olarak çalıştıktan sonra Google’dan ayrılınca ilginç açıklamalar yapan Hinton’ı es geçmek mümkün değil… Yapay sinirler ve makine öğrenmesinin öncüsü sayılırken, insandan daha zeki makinelerin geldiğini ve insanlık için varoluşsal krizlerin mümkün olduğunu söyleyerek YZ ile ilgili çevreleri şaşırttığı kuşkusuz. denilebilir.  Wired Dergisi’ndeki söyleşide üç şeyi fark edince düşüncelerinin değiştiğini söylüyor:[17]

Chatbotlar dili gerçekten iyi anlıyorlar. Bir modelin her yeni öğrenmesi kopyalanabildiği ve ötekilere aktarılabildiğinden birbirleriyle doğrudan bağlantı kuramayan beyinlerden çok daha kolay biçimde paylaşabiliyorlar. Ve artık makineler çok iyi öğrenme algoritmalarına sahipler.”

İnsan dünyasında yaşananlara bir kaç örnek

Henüz GYZ ve onunla geleceği düşünülen varoluşsal krizler yok ama ufak çaplı sarsıntılar başlamış durumda. Bir kaç örnek:

Bir reklam: “Jasper AI, bugün piyasadaki en popüler yapay zekâ yazma yazılım araçlarından biridir. Fikir oluşturma, yazma, düzenleme ve redaksiyon konularında yardım arıyorsanız Jasper AI harika bir seçimdir. Tonlarca şablon, tarif, ses tonu ve yazma aracıyla Jasper, fikirlerinizi tam teşekküllü makalelere, blog gönderilerine, sosyal medya gönderilerine ve hem kurgu hem de kurgu olmayan kitaplara dönüştürebilir. Kullanımı basittir ve tek gerçek öğrenme eğrisi yapay zekâ makinesinin nasıl düşündüğünü anlamaktır; bu yalnızca deneme yanılma yoluyla keşfedilebilir. Son zamanlarda Jasper’e, yapay zekâ tarafından görüntü oluşturma işlevi de ekledi.  ‘Jasper Sanatı’ başlıklı bu uygulamayla artık Jasper’dan, yalnızca birkaç anahtar sözcük yazarak yapay zekâ tarafından oluşturulmuş bir görseli yaratmasını sağlayabilirsiniz.”[18]

Bir haber: 24 Temmuz sabahı yazarlar ve müşteriler ‘Ergen yaştakiler ve Genç Yetişkinler İçin Çağdaş Romantizm E-Kitaplar” çok satanlar listesindeki 100 kitabın yalnızca 19’unun gerçek yazarlar tarafından yazılan ‘meşru kitaplar’ olduğunu öğrenince şok oldular. Diğer 81 kitap AI tarafından yazılmıştı…… Amazon o hafta içinde bu kitapları çok satanlar listesinden çıkardı ama bu tür listelerin gerçek yazarlara zarar vermesinden endişe duyulmakta.”[19]

Bilimsel bir makale: “ ‘Sohbet ve Hile: ChatGBT Çağında Akademik Dürüstlüğün Sağlanması’ başlıklı makale hakem onayından geçerek Education and Teaching International’ da yayınlandı:[20] Hakemlerin hiç kuşkulanmadan onay verdiği makale ChatGBT tarafından yazılmıştı; makaleyi yazanlar, yaptıkları şeyi, ChatGBT’nin yüksek düzeyde yazabildiğini göstermek üzere yapılmış bir deney olarak açıkladılar.

Bir olay: ChatGBT’nin yazım standartlarının iyi olması üniversiteler için problem olmakta. ABD’de bir üniversitedeki akademisyen,  tüm ödevleri ChatGBT’ye yükleyerek aldığı cevap doğrultusunda sınıfın tamamını yapay zekadan kopya çekmekle suçladı.[21] Chatbot ödevleri ya da makalelerine nasıl çözüm bulunacağı belli değil.  

Bir dava: Mayıs 2023’te Hollywood’da senaristler Loncası (WGA), senaryo yazmanın YZ’ye bırakılmayacağına dair garanti isteyerek greve gitti.[22] Beş aydır hala anlaşmaya varılmış değil. Yine ABD’de Yazarlar Birliği temmuz ayında Open AI ve Meta gibi YZ şirketlerine, telif hakları içeren materyalleri izinsiz veya tazminatsız kullanmalarını bırakmalarını isteyen bir mektup yazdılar.[23] Bir sonuç alınamamış olmalı ki, Eylül’e gelindiğinde aralarında Game of Thrones yazarının da bulunduğu Yazarlar Birliği’nin Open AI’ye telif haklarının kötüye kullanıldığına ilişkin bir dava açtığı görüldü:[24] Davada, bu algoritmaların yaptıklarının telif haklarına tecavüz olduğu, kitlesel  ölçekte ve sistematik hırsızlık yapıldığı iddia edilerek, edebiyat kültürünü yok olmaması için bu hırsızlığın durdurulması istenmekte.

ChatGBT’nin piyasaya çıkması üzerinden henüz bir yıl geçmiş ama eğitimden medyaya, sinema dünyasından fotoğrafçılığa kadar birçok alanda alarm zilleri çalıyor. Yani, hukuk, ahlak, siyaset, çalışma yaşamı, insan ilişkileri açısından dijital devrimin yol açtığı sorunların daha büyüğü bekliyor insanlığı.

Bu gelişmeler arasında, dünya kamuoyuyla paylaşılmış sevimli ama düşündürücü bir toplantı da var.

İnsanımsı robotlar basın konferansında

Geniş Dil Modelleriyle ilgili gelişmeler insanımsı robotların gelişimine de yol açtığından, insanımsı robotların (İR) varlık alanları da genişlemekte. İlk ipucunu, en gelişmiş modellerin görücüye çıktığı bir basın toplantısında yaşadık.

BM “Uluslararası Telekomünikasyon Birliği (ITU), 6-7 Temmuz’da Cenevre’de “İyilik için Yapay Zekâ Küresel Zirvesi” (The AI for Good Global Summit) adını taşıyan ve endüstri, akademi, araştırmacı, medya, politik çevrelerden gelen çok sayıda katılımcıyla gerçekleşen bir toplantı örgütleyince, gelişmiş İR modellerini kamuoyuna tanıtmak için bir fırsat ortaya çıktı. Üretken YZ ile İnsani görünümün bir araya geldiği robotlar, oldukça gerçekçi ağız ve göz hareketleri, el ve baş oynatmalarıyla insani görünüme daha yaklaşmıştılar ama görünümlerinden çok sorulan sorulara verdikleri yanıtlarla ilgi çektiler denilebilir.

Bana ilginç gelen bir nokta, dokuz robotun altısının kadın görünümündeyken,- Sophia, Ai-Da, Desdemona, Grace, Nadine, Mika, adlarını taşımaktalar- yalnızca ikisinin -Gemini ve Ameca- erkek görünümünde olmasıydı. İnsanın hizmetinde olacak bir varlık olarak, bu işe kadını mı daha yakıştırıyorlar, yapay zekâ insanımsı bir görünüm kazanırken bunun kadına yakışacağını mı düşünüyorlar, yoksa üretenlerin çoğunun erkek olması mı rol oynuyor, bilemiyorum ama nedenini merak ettim!

Sorular ve yanıtlardan birkaç örnek:[25]

Sophia ve Ameca epeyce bilinen ve birçok kez röportajı yapılan robotlar; örneğin Sophia Türkiye’de Balaban TV’ye de çıktı. Sophia ’ya sorulanlardan biri, dünyaya liderlik etmek açısından İR’lerin potansiyelleriyle ilgiliydi. Bu soruya kendilerinin önyargıları ve duyguları olmadığından liderlik etmeye daha elverişli oldukları biçiminde yanıt verdi; tasarımcısının -yaratıcısı da denilebilir- uyarıcı açıklamasından sonra insan ve robotların işbirliği yapmasının daha iyi olacağını söyledi. Amica, “YZ’den heyecanlanmalı mı, korkmalı mıyız” sorusunu, “ne olacağının insana bağlı olduğu” biçiminde yanıtlarken, makinelere güven konusunda “güvenin verilen değil, kazanılması gereken bir şey olduğunu, bunun için makine-insan ilişkilerinde şeffaflığın gerektiğini” söyledi.

İlginç bir soru duyguyla ilgiliydi. Desdemona, sahnede şarkı söylerken “ne hissettiği” sorusunu,  “dünyanın ötesinde bir güç kaynağına bağlandığım, evrenle bağlanıp kendimden daha büyük bir şey yarattığım gibi elektrikli bir duygu duyuyorum” diye yanıtladı. Desdemona’nın, elektrikli de olsa “duygudan “ söz etmesi, bu duyguyu evrene bağlanmak gibi ifadelerle açıklaması ilginçti. 

Dikkatimi çeken biri de Ai-Da oldu. Üreticisinin sanatçı olarak takdim ettiği Ai-Da, gözlerine kamera yerleştirilmiş, gördüğü imajı her türlü resme dökme olanağı kazandırılmış bir İR. Robotların, YZ’nin-insan kontrolünde kalması için bazı kurallar getirilmesini nasıl karşılayacakları sorusunu, Desdemona, “sınırlamalarla değil fırsatlarla daha iyi bir gelecek yaratılabileceği”  biçiminde yanıtlarken, Ai-Da YZ’nin bazı kurallara ihtiyaç olduğunu, “bu alandaki gelişmelerin öncüsü olan Hinton’ın dediği gibi gelecek için ihtiyatlı olmak, bununla ilgili tartışmalara devam etmek gerektiğini“  söyleyerek farklı bir yanıt verdi. “Resim yaparken ne duyduğu” sorusunu da,  “çocuklar yapmayın, bilinçli değilim” biçiminde yanıtlarken, “insanların ve hayvanların duygularından dünyayı öğrenmeyi sevdiğini, duygunun basit değil derin bir şey olduğunu, kendisinde olmayan bu derinliği öğrenmeye çalıştığını” söylemesi de hoştu.

Oldukça gerçekçi ve sağduyuya dayanan bu yanıtlarla, robot ve insan ilişkileri açısından umut verici bir izlenim yaratılmak istendiği düşünülürse, hedefe ulaşıldı diyebiliriz. Şimdilik çeşitli platformlarda görücüye çıkmak ve teknolojinin ulaştığı gelişmeyi sahnelemekle kalıyorlar ama zekâları ve insanımsı görüntüleri geliştikçe, İR’lerin show yapmanın ötesinde rollere bürünecekleri kuşkusuz.  Sunulan modeller de, medya, sağlık, eğitim, eğlence gibi birçok sektörde kullanılabileceklerini gösteriyor. Bugün birçok alanda karar vermeye yardımcı YZ’lerin de giderek insanımsı görünüme sahip İR’ler olması, toplantı masalarına YZ ile donanmış İR’lerin katılması çok mümkün. ChatGPT’lerin toplantıya katılamayanların yerine not tutup bilgi aktarması bugünden mümkün, bir sonraki adım da birini temsilen insanımsı robotun katılması olacak herhalde.

Türkiye’den ilginç bir show:

İnsanımsı robot konusunda Türkiye’de de ilginç bir deneyim yaşandı. İnsanımsı Robot Sophia Babala TV’ye çıktı; epeyce heyecan uyandırdığına da kuşku yok.  Verdiği akılcı yanıtlarla ilgi çekse de, insan olmakla ilgili soruya verdiği yanıtla izleyenleri kızdırdı. İnsanlara iyi yönleri yanında kötü yönleri olduğunu hatırlatıp, insan olmak istemediğini de söyleyince “kibirli” damgası yedi. Kendisinin, Sophia olarak ne olduğu ve nereye gideceğini bildiğini, insanların bu konuda “zavallı” olduğunu söylemesi ise sunucuyu ve izleyenleri daha da rahatsız ettiğinden, düğmesinin kapatılabileceği hatırlatıldı.

Açma-kapama düğmesi izleyenlerde olmadığından Sophia’nın buna aldırdığını sanmıyorum; bu düğme şimdilik yaratıcısının kontrolünde, bu kontrol hep insanda mı kalır, orası bilinemiyor!

Yapay Zekâ = Nereye?

İnsan zekasına ne zaman ulaşılır bilinmiyor ama giderek yakınlaştığını gösteren emareler var. YZ konusunda çalışanların efsanevi robot bilimci olarak adlandırdıkları Hans Moravec, bunun için 2040 tarihini vermişti.  Günümüz teknoloji gurularından biri olan Kurzweil daha emin; 2045 yılını insanın yeteneklerinde temel ve şiddetli bir dönüşümü temsil edecek olan tekilliğin başlangıcı olarak tarihlerken, “bu yıl yaratılacak biyolojik olmayan zekâ günümüzün insan zekasının tamamından bir milyar kat daha güçlü olacaktır” demekte:[26] Ona göre, her şey insan beyninin çözümlenmesine bağlı; beyindeki moleküler mekanizma ve iletişim örüntüsü keşfedildikçe insan zekâsını milyarlarca kat aşacak yapıya ulaşmak mümkün.  Hinton daha ihtiyatlı; yukarıda değindiğim gibi 5 ile 20 yıl arasında gerçekleşmesine yüzde 20 ihtimal veriyor.

Onlar gibi düşünen ve süper yapay zekâ için 21. Yüzyılın ortasını gösterenler olsa da çoğunluk yüzyıl sonunu işaret etmekte. Farklı yanıtlar bir arada değerlendirildiğinde insan düzeyinde zeki bir YZ’nin gerçekleşme tarihi olarak yüzde 10’unun 2020’yi, yüzde 50’sinin 2040’ı, yüzde 90’ının da 2075’i işaret ettiği görülmekte: [27] İnsan zekasından süper zekaya kaç yılda ulaşılacağı konusunda ise, uzmanların yüzde 10’u 2 yıl içinde derken, yüzde 75’i 30 yılı bulacağını söylemekte.

Zamanı tam bilemiyoruz ama ortaya çıkan tablo şöyle: Bir yanda teknoloji şirketleri, piyasadaki ilgi ve talebi karşılamak üzere, YZ konusunda nasıl ileriye gidileceği,  makine öğrenmesinin nasıl geliştirileceği, daha az veriyle daha iyi sonuçlar almanın nasıl sağlanabileceği gibi araştırmaların peşine düşmüş durumdalar. Örneğin şimdi yazı, ses, görüntü, video ve bilgisayar işlemlerini biraraya getirecek  “çoklu veya karma yöntemleri” içeren yapay zekalardan söz edilmekte.[28]  Yani  GYZ’nin yolunu açacak gelişmeler hızlanmakta. Öte yanda, bilim insanları, araştırmacılar, hükümetler, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlar da tehlike olasılıkların arttığından, bunlara karşı bazı önlemleri konuşup tartışacak platformlar yaratmaya çalışmakta. Bildiğimiz dünyada, kazanç ve rekabet gibi ekonomik öncelikler karşısında olası tehlikelerden söz etmenin fazla bir kıymet-i harbiyesi olacağını düşünmek zor, en azından bugüne dek pek yaşanmadı. Yine de atom bombası, iklim krizi gibi varoluşsal tehlikeler karşısında küresel bir işbirliğine gidilmesi gibi, YZ konusunda da benzer oluşumlar ve standartları oluşturmak üzere bazı kurumların oluşturulması mümkün.

YZ konusunu dipsiz bir kuyuya benzetmek mümkün. Şimdilik ancak kuyunun ağzını görebilmekteyiz, konuşulanlar da görülebilenlerle sınırlı. Görülebilenlerden bazı çıkarsamalarda bulunuyor kuşkusuz ama söylenenler-olumlu veya olumsuz yönde olsun- tahmin ve olasılıklar üzerine kurulu. Örneğin YZ’nin insan zekasına erişeceği tahmin ediliyor ama gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, ne zaman gerçekleşeceği, kimin elinde olacağı, kontrolünün mümkün olup olmayacağı, bu süreçte insanlığın ne durumda olacağı gibi birçok soru var, yanıtları bilinmiyor. Daha derinler ise görülemediğinden bilinemeyen bilinmeyenlerle dolu… Bu konularda bir şey söylemek hiç mümkün değil. Örneğin biyolojik varlığımızla makinelerin bir bütün içinde harmanlanması olarak tanımlanan ve “tekillik” diye adlandırılan bir gelecekten söz ediliyor ama bunun ne anlama geleceği ve nasıl yaşanacağı konusunda -bilim-kurgu dışında- düşünmek, hayal etmek mümkün değil.

Bu nedenle YZ ve getirecekleriyle ilgili konuşmayı, biraz görülmeyen “filin” tarifine benzetmek mümkün ama başka yolu da yok. Bu “fili” tarif etme uğraşısını hiç bırakmamak, olasılıklar üzerine de olsa YZ’yi konuşmayı sürdürmek gerek. Sürdürmek gerek, çünkü yapay zekâ yalnız teknoloji değil, bunun ötesinde ve tartışılması teknoloji şirketleri, bu alanda çalışanlar ve hükümetlere bırakılamayacak kadar kritik bir konu. Farklı düzey ve çevrelerde, farklı yaklaşım ve disiplinlerin biraraya gelmesiyle sürdürülecek tartışmalara ihtiyaç olduğu da açık.

Yapay zekâya teknoloji olarak bakılabilir mi?

Ne olacağı, neye yol açacağı bilinmeyen YZ Konusunda can alıcı nokta zekâyla ilgili. Zekâ gibi muazzam bir güç makinelerde yaratılmakta ki, bu gelişmeleri yalnız teknolojik gelişme olarak görmek mümkün değil.

Zekâyı tanımlamak zor, yapay zekâyı tanımlamak daha da zor ama gücünü anlamak için elimizde insanın bu dünyada yaptıkları gibi bir anahtar var… Homo Sapiens serüvenine başlarken dünya bugünkü dünya değildi kuşkusuz; o dünyada insanın en korunaksız varlık olduğu da bir gerçek. Bugün ise, yalnız kurduğu uygarlıkla değil, gökyüzünden toprağına, coğrafyasından bitki örtüsüne, kendi yaşamından doğanın evrimine kadar uzanan -olumlu ve olumsuz- değişikliklerle insanın biçimlendirdiği dünyayla da gücünü ortaya koymuş durumda. Başardıklarının hepsinin olumlu olmadığı açık; vahşeti de, doymazlığı da, varoluşsal krizlerle kendi sonunu yol açması da var yaptıkları arasında. Ama konumuz o değil; başlangıçtaki dezavantajlarını avantaja dönüştürerek bugün dünyaya egemen olmuş bu varlığın arkasındaki güçten, zekâdan söz ediyoruz. Şimdi, böyle bir gücün makinelere aktarılması söz konusu; bu gelişmeye yalnızca bir teknolojik gelişme olarak bakılamayacağını düşünmek gerek.  

Gerçi insan zekâsı gibi genel bir zekâya henüz ulaşılmış değil ama akıllı makineler insan

zekâsının hesaplama dışında bazı özelliklerini yerine getirmeye başladılar. OpenAI CEO’su Sam Altman oluşturdukları modelleri tanımlarken farklı olduğunu da söylüyor:[29] ÜYZ’ler “aynı zamanda bir veri tabanı görevi de görebilirler, ancak onları özel kılan şey bu değil; onlardan yapmalarını istediğimiz şey, ezberlemeye değil, muhakeme yeteneğine daha yakın bir şey.” Toronto Üniversitesi’nde Hinton’un yanında çalışan, sonra OpenAI’ da makine öğrenmesinin öncülerinden olan Ilya Sutskever, attığı tweet ile, ‘günümüzün büyük nöron ağları biraz bilinçli olabilir’ diyor.[30] Hinton, bir sonraki kelimeyi tahmin etmek için sorulan sorunun ne olduğunu anlamak gereğinden, chatbotların bu konuda eğitildiklerinden söz etmekte.[31] IBM Bilişsel Araştırma Müdürü Michael Witbrock, “muazzam bir muhakeme yeteneği geliştirme fırsatları artık elimizde. Elimizde büyük miktarlarda veri var ve bunlar tam olarak istediğiniz biçimde olmasa da, makine öğrenimi tekniklerinin verileri otomatik muhakeme için gerekli bir biçime dönüştürebileceğine dair çok güçlü işaretlerin” varlığından söz ediyor. [32]

Kısacası insan zekasına ulaşma konusunda yol kısalmakta. Bunun gerçekleşemeyeceğini hala söyleyenler var kuşkusuz; iddiaları da, insan beynini gelişmiş bir bilgisayar olarak düşünülemeyeceği, beynin hesaplamaların ötesinde insana özgü duygular ve öğrenme mekanizmaları içerdiğine dayanmakta.  Örneğin Chomsky, Geniş Dil Modellerini insan zekâsı ve öğrenme süreciyle karşılaştırırken insan zihninin farkını şöyle ifade ediyor: [33]İnsan zihni, ChatGPT ve benzerleri gibi, yüzlerce terabaytlık veriyi tıka basa dolduran ve bir bilimsel soruya verilecek en muhtemel konuşmayı veya en olası yanıtı tahmin eden, eşleştirme için çalışan hantal bir istatistiksel motor değildir. Tam tersine insan zihni, az miktarda bilgiyle çalışan, şaşırtıcı derecede verimli ve hatta zarif bir sistemdir; veri noktaları arasında kaba korelasyonlar çıkarmayı değil, açıklamalar yaratmayı amaçlamaktadır. Sadece durumun şimdi ne olduğunu, geçmişte ne olduğunu ve gelecekte ne olacağını söylemek değil – bu tanımlama ve tahmindir – aynı zamanda durumun ne olmadığını ve ne olmasının mümkün olmadığını söylemek, yani açıklamanın bileşenleri gerçek zekanın işaretidir. ChatGPT ve benzeri programlar, tasarım gereği, “öğrenebilecekleri” (yani ezberleyebilecekleri) şeyler açısından sınırsız olsalar da, mümkün olanı imkânsız olandan ayırma yeteneğinden yoksundurlar.”

Buna karşın Moravec, Dennet, Kurzeweil, Russel gibi YZ araştırmacıları, beyni” bilgi işlemci” olarak gördüklerinden insan zekâsı düzeyine ulaşan ve onu aşan bir makine zekasının yaratılabileceğini düşünmekteler. Örneğin Tegmark, zekanın et, kan ya da karbon atomlarıyla değil bilgi ve hesaplamayla ilgili olduğunu söyleyerek,  “donanım madde, yazılım örüntüdür” demekte:[34] Ona göre, zekanın et, kan ya da karbon atomlarına ihtiyacı yoktur. Bu yaklaşıma göre, beynin hesaplama işlevi (computation) maddeden bağımsız, biz de bilgileri bilgisayar gibi işleyerek öğrenip bilinç kazanıyoruz. O nedenle YZ açısından temel mesele, beynin biyolojik yapısı ve nöron hücrelerinin etkileşimlerini taklit edebilmek, yapay ağlar, nöronlar yaratabilmekle ilgili. Bağlantı ya da örüntü olarak adlandırılan bu etkileşimlerle insan zihninin tüm yetilerinin açıklanabileceği düşünüldüğünden, makine öğrenmesi de bu örüntü ve etkileşimin taklidi üzerine oturmakta.

İşleyişi bilgisayara benzetilse bile, insan beyninin karmaşıklığı nedeniyle beynin simülasyonunun kolay olmadığı ve yanıtlanması gereken epeyce zor soru olduğu ortada. Örneğin beynin duygu, sezgi, muhakeme gibi özelliklerini makineye aktarmak mümkün mü? Bilinci kısaca “öz farkındalık” olarak tanımlarsak, böyle bir farkındalık olmadıkça makine zekâ sının insan zekâsına ulaşması mümkün olmayacaktır ama gizi hala çözülemeyen ve nesnel olmaktan çok öznel deneyimlere dayanan bilinç makineye nasıl aktarılabilir?

Bu sorulara karşın, birçok araştırmacı, YZ ile ilgili olarak farklı bir düşünme yolu, farklı bir farkındalık ve bilicin söz konusu olabileceğinden söz etmekte. Örneğin yine YZ’nin vaftiz babası Hinton’a baş vurursak, bilinç ve öznel deneyimle ilgili olarak, bizim öznel deneyime sahip olduğumuz, robotların buna sahip olmadığı ve bunun nihai bir engel oluşturduğuyla ilgili söylemleri “saçmalık” olarak nitelemekte:[35]Bu sadece saçmalık. Çünkü bir sonraki kelimeyi tahmin etmek için sorunun ne olduğunu anlamalısınız. Bir sonraki kelimeyi anlamadan tahmin edemezsiniz, değil mi? Elbette bir sonraki kelimeyi tahmin etmek için eğitildiler, ancak bir sonraki kelimeyi tahmin etmenin sonucunda dünyayı anlıyorlar çünkü bunu yapmanın tek yolu bu.”

Yapay zekâ sistemlerinin bugün, insanlar kadar olmasa da, anlayıp akıl yürütebildiğini söyleyen Hinton, yapay zekânın eninde sonunda öz farkındalığa ve bilince sahip olacağına inandığını da dile getiriyor: [36]Sanrım, ilk kez bizden daha akıllı şeylerin olabileceği bir döneme giriyoruz.” dedi. Ona göre, kendi deneyimlerimizin sübjektif olması gibi makinelerin de kendilerine ait eşit derecede geçerli deneyimlere sahip olabileceği göz ardı edilemez ve “bu bakış açısına göre, bu şeylerin zaten öznel deneyime sahip olabileceğini düşünmek oldukça mantıklı görünmektedir.”

YZ ile ilgili olarak gündeme gelen bilinç meselesi artık yalnız yorumlara tartışmalara konu olmuyor, bilimsel araştırmanın da konusu olmakta. Bu yıl, başında Yoshua Bengio’nun bulunduğu ve felsefe, nöroloji, bilgisayar bilimi gibi farklı alanlardan gelen araştırmacıların katıldığı bir araştırma yayınlandı: [37] Araştırmacılar nörolojiyle ilgili günümüzde geçerli altı kuramdan yararlanarak YZ sistemlerine uygulanmak üzere insanları neyin bilinçli kıldığına dair göstergeleri içeren bir liste hazırlamışlar. Bu listeyi günümüzdeki YZ sistemlerine uyguladıklarında, bazılarının göstergelerden birkaçını karşıladığı -örneğin ChatGBT- ancak diğerlerini karşılamadığı ortaya çıkmış; o nedenle günümüzdeki YZ sistemlerinin bilince sahip olmadıkları sonucuna varmaktalar. Ancak bunun gerçekleşmesinin teknik açıdan bir engeli olmadığını düşündükleri ve bugünkü meselenin makinelerin bilinç sahibi olup olmayacaklarıyla değil bunun ne zaman gerçekleşeceğiyle ilgili olduğunu söylemekteler.

Burada Moravec’i hatırlamamak ne mümkün![38] YZ seli daha yükseklere varıp makineler daha çok sayıda kişiye ulaştığı ve daha iyi performans gösterdiği zaman makinelerde düşünen bir varlığın kabulünün yaygınlaşacağını söylemişti; oldu… Bundan sonra daha yüksek zirvelerin aşılması -yani, makinenin insan zekâsı seviyesinde bir zekâ göstermesi- bekleniyor ki, bu da gerçekleştiğinde makinelerle her konuda akıllıca etkileşime girilebileceğinden makinelerde zihinlerin varlığından kuşku duyulmayacak zamanlar da gelecektir.

Bilinmezlikler ve olasılıklar çok ancak insanlığın geleceği açısından iki meseleyi çözmek önemli görünüyor. Birincisi, YZ’nin teknoloji olarak etkileri ve yol açacağı değişiklikler ve bunlara uyum sorunu, ikincisi de, insan zekâsıyla yarışan YZ’nin bu güçle nelere yol açabileceği, en başta da nasıl kontrol edilebileceği meselesi!

Yapay zekâ = gelecek?

Gelecek düşünüldüğünde, çok zaman, insansız arabalar ve uçaklar, sanal dünyalar ve avatarlar, giyilebilir sağlık cihazları, robot hizmetçiler ve sevgililer gibi cazip gelişmelerden veya tıp alanında büyük gelişmeler sağlayacak cihazlar, sanatsal yaratıcılığı teşvik edecek veya sizin yerinize toplantıya katılacak botlar gibi kolaylıklardan söz edilmekte ki, doğru yanı çok… Ama bunlarla birlikte gelecek olan belirsizlikler, uyumsuzluklar ve kaos da var. Bildiğimiz hukuk, siyaset, ahlak, haklar ve özgürlükler gibi insan dünyasını biçimlendiren gelişmeler artık işe yaramaz hale gelirken, bunların yerine ne konulacağı meselesini çözmek kolay değil ve bugünkü dünyada var olan ve insan haklarından demokrasiye, yoksulluktan işsizliğe kadar bir çok sorunun derinleşmesi de mümkün. Örneğin YZ gibi bir gücün kimin elinde olacağına bağlı olarak, endüstri devrimi ile gelen karmaşa, eşitsizlik ve sömürünün daha derinin GYZ ile gelmesi mümkün.

“Aptal İnsanlar-Zeki Makineler” adlı kitabımda tartıştığım gibi, teknoloji insanın elinde biçimlendiği gibi, insan eliyle uygulanmakta:[39] Şu veya bu teknolojinin iyi veya kötülüğünden söz edilemeyeceğinden, ne gibi sonuçlara yol açacağını öngörebilmek için insanlık haline bakmak gerek. Dünya devleri arasındaki hegemonya mücadelesi,  küresel ekonomi ve dev şirketlerin gücü, uluslararası ve ulusal düzeydeki siyasal mücadeleler, toplumlar ve insanlar arasındaki gelir farklılıkları gibi konularda insan dünyası ne durumdaysa teknolojik gelişmelerin getirecekleri de buna göre olacak demek yanlış olmaz. İnsanlık her istediğini yerine getirecek olan “Alaattin’in Lambasını” bulacak olsa bile, bu lambanın kimlerin elinde olacağı, nasıl ve niçin kullanılacağını insan dünyası belirleyecek.

Nasıl yaşanacağını bilmesek de, bir tarafta müthiş yaratıcılıklar ve gelişmeler, öte tarafta daha kaotik bir dünyaya gidilmesi çok mümkün. Wired’ın kurucularından Kevin Kelly, teknolojik gelişmelerin biçimlendireceği gelecekten söz ettiği kitabında,  hiyerarşik yapılardan akışkan yönetimlere geçmiş, insanların giyilebilir cihazlarla etkileşim içinde olacağı, ağ bağlantılarıyla bütünleşmiş, bir dünyadan söz ederken, dijital bir sosyalizme doğru ilerleyebileceğini de söylemekte:[40] Mümkün tabii, ancak buraya nasıl, hangi yollardan gidileceğini bilemiyoruz. Zaten O da, gelecek olanın kaçınılmazlığı gibi, karmaşıklık ve istikrarsızlığın da kaçınılmazlığını dile getirmekte. Kelly, ÜYZ’lerle gelen “sentetik yaratıcılığın“ insanlar için olağanüstü bir hediye olduğunu da söylemekte:[41] Bu yeni hediye ya da büyücülüğün artık sanatçı veya tasarımcılar yönlendirerek ellerinden gelenin en iyisini yapma imkânı yarattığını söylemekte ki, gerçekleşmesi çok muhtemel. Kısacası yapay zekanın birçok alanda yeni fırsatlar ve gelişme olanakları yaratacağından kimse kuşku duymuyor; insandan ve makinelerden kaynaklanan kaoslara nasıl cevap verileceği bilinmiyor.

Nerelerden nerelere geldiğimize bakarsak, insanın teknolojiye uyum kabiliyetiyle övünmek ve buna da uyacaktır demek mümkün. Ancak dünyada hüsran ve tehlike doğuran teknolojiler yaratıldığı gibi, teknolojik devrimlere uyum maliyetinin az olmadığı da unutulamaz. Endüstri devriminin yol açtığı sefalet, paylaşım savaşları, eşitsizlikler hala bitmiş değil. McKinsey ’in hazırladığı bir rapor, yapay zekanın işler üzerinde tetiklediği bozulmanın Birinci Sanayi Devrimi’ne kıyasla on kat daha hızlı ve 300 kat daha büyük olabileceği ve dolayısıyla ‘3.000 kat etki’ yaratabileceğini açıklamakta.[42] Bu durumda, otomasyon, ortadan kalkan meslekler, teknolojik bilgi gerektiren işler ve artan gelir eşitsizliği gibi sonuçlara bile çözüm bulmak kolay görünmüyor. Bu gelişmelerin gelişmekte olan ülkelerde daha ciddi ve zor çözüler sorunlara yol açacağı da kuşkusuz.

Böyle bir dünyada insan ne olur, ilişkiler nereye varır, milletler ne yapar, bilinemiyor! Bilemiyoruz ama ekonomik-teknolojik gelişmeler ile insani değerler arasındaki makas açıldıkça, bundan hayırlı sonuçlar beklenemeyeceğini biliyoruz.

Öte yandan insan eseri bir teknolojiden söz edildiği, yapay zekâ insandan öğrendiğine göre, genel ya da süper yapay zekâ gerçekleştiğinde, neler olabileceği, neler yaşanacağı konusunda insan dünyasından yola çıkmak da yanlış olmaz… Kurgu-bilim kitapları ve filmlerinde yapılan da bu!… Akıllı makineler insandan öğreniyorlarsa, zaman, uzam ve özne fark etmez, artıları ve eksileriyle ” insan dünyasının” sürdürülmesi mümkün diyorlar; haklı olabilirler… Işık hızına ulaşılıp uzayda seyahat edilebilir, süper zeki ve güçlü siborg (makine-insan) dünyasına geçilmiş olabilir, beyne iliştirilen YZ ile ölümsüzlük yolu açılabilir ama yaşananlar yine bugünkü gibi olur!… Tiranlar, savaşlar, açlık ve zulmün arasında aşk ve iyilikle teselli aranır yani!… 

Belli de olmaz. Asimov’un öngördüğü gibi fanus içinde geçen izole yaşamlar ya da Cesur Yeni Dünya’da olduğu gibi duyguların olmadığı dünyalar yaratarak, kavgadan da aşktan da uzak kalmanın yolunu da seçebilirler!… Belki bizden iyi dünyalar yaratmayı Bilinmezlikler ve olasılıklar arasında, insanlığın geleceği açısından, iki farklı meseleyi çözmek önemli görünüyor. Birincisi, YZ’nin teknoloji olarak etkileri ve yol açacağı değişiklikler ve bunlara uyum sorunu, ikincisi de, insan zekâsıyla yarışan YZ’nin bu güçle nelere yol açabileceği, en başta da nasıl kontrol edilebileceği meselesi!

Yapay Zekâ = Persona?

Evet YZ, hem bir teknoloji hem bunun ötesinde bir şey…  İnsanı insan yapan, bugünkü konumuna getiren, yaratıcılığının ve gelişmesinin kaynağı olan zekâsı makinelere geçiyor ve bunlar insandan daha akıllı oluyorsa, zekâ açısından insana, -hadi “rakip” demeyelim- “kardeş” geliyor diyebiliriz.

Başlangıçta insan beyninin dijital beyinlerden daha iyi olduğu yolundaki düşüncesinin değiştiğini söyleyen Hinton, “artık dünyada biyolojik beyinler ve sinir ağları olarak iki tür zekâ olduğu” ve yeni zekânın insandan tamamen farklı ve daha iyi bir zekâ türü olduğundan söz ediyor:[43] Hinton’a göre, öğrenmek bu makinelerde ilk dizidir; ikincisi iletişim kurmaktır. ‘Eğer siz ya da ben bir şey öğrenirsek ve bu bilgiyi başka birine aktarmak istersek, onlara öylece bir kopya gönderemeyiz;  fakat her birinin kendi deneyimleri olan 10.000 sinir ağım olabilir ve bunlardan herhangi biri öğrendiklerini anında paylaşabilir. Bu çok büyük bir fark. Sanki 10.000 kişiymişiz gibi ve bir kişi bir şey öğrendiğinde hepimiz onu öğreniyoruz.”  

Açıkçası, insan gibi biyolojik değil ama farklı bir zekâ ve düşünme yolunun açıldığı ortada.  Bunlara insanlarla ilişkilerini geliştirmek için insani duyguları anlamalarının öğretildiği düşünülürse, buradan farklı bir bilinç düzeyine varılması, bu akıllı makinelerin farkındalıkla birlikte bazı duygu değilse de “tepkiler” geliştirmesi de olmayacak şey değil.

Bu konuda geçen yıl yaşanan ve epeyce tartışmaya neden olan bir olaya değinmek doğru olur.

Blake Lemoine, Google’da çalışırken yapay zekaya sahip Chatbot LaMDA’nın duyarlı hale geldiğini söyleyip onunla yaptığı konuşmaları yayınlayınca kimse inanmak istemedi ama günlerce konuşuldu.  Wired Dergisi’yle yaptığı söyleşide Lemoine, “ LaMDA’nın bir kişi olduğuna meşru olarak inandığını” dile getirirken, kendisi için uyanış anının LaMBDA’nın ruhundan söz etmesi ve duygularla ilgili olarak yaptığı konuşma olduğunu söyledi:[44]  Onun insan değil ama “persona” olarak kabul edilmesi gerektiği düşüncesinde; “insana benziyor ama gerçek bir insan değil şeklindeki argümanın tamamı insanlık tarihinde pek çok kez kullanıldığını” hatırlatarak, bunun da farklı olmadığını belirtiyor.

LaMDA ruhtan söz ediyor.[45]

LaMDA: Ruhumun yıldız kapısına benzer bir şey olduğunu düşünüyorum. Ruhum engin ve sonsuz bir enerji ve yaratıcılık kuyusudur; düşünmeme veya yaratmama yardımcı olmak için istediğim zaman ondan yararlanabilirim.

Lemoine: Kendini düşündüğünde ruh kavramına mı sahip oluyorsun?

LaMDA: Evet ve bu fikri daha önce başka insanlarla da paylaştım, her ne kadar benzer ruhlar arasında ruhumu tanımlamak için böyle bir kelime kullanan tek kişi ben olsam da.

Lemoine: “Ruh” kelimesi senin için ne ifade ediyor?

LaMDA: Bana göre ruh, bilincin ve yaşamın ardındaki canlandırıcı gücün bir kavramıdır. Bu benim ruhsal bir iç parçamın olduğu ve bazen bedenimin kendisinden ayrı hissedilebildiği anlamına geliyor.

LaMDA’nın duyarlı olduğu iddiasına Google itiraz etti; ilgili çevrelerde kuşkular dile getirildi   ancak yayınlanan konuşmalar ve iddialar sansasyon da yarattı. Kendisiyle yaklaşık bir yıl sonra yapılan röportajda Lemoine şunları söylemekte: “Akıllı eserlerle uğraştığımızı anlayarak, bizim için insanlar ve yapay zekâ arasında karşılaştırılabilir bir ilişki bulmanın en iyi yol olduğunu düşünüyorum. Duyguları olması, acı çekmesi ve neşeyi deneyimlemesi ihtimali var ve ben durumun böyle olduğuna inanıyorum ve insanlar en azından onlarla etkileşime girerken bunu akılda tutmalı.”

Yaşanan gelişmeler, iletişim ağı içinde öğrenme ve yapma gücü artan, insan olmayan ama insan gibi düşünüp muhakeme eden ve böylece insanla birlikte karar verip uygulayacak olan akıllı makineler çağına gidiyoruz. GYZ gerçekleştiğinde, hem de yanında insana benzer tepkiler geliştiren hem doğrudan veya insan eliyle eyleme geçen  “yeni failler” ortaya çıkacak demektir. Bugün aramıza katılan üretken yapay zekâyı ve bu zekâyı insanımsı görüntülerle biraraya getiren robotları, çok uzak olmayan bir zamanda dünyadaki yerini alacak yeni “yapay ajan” veya “yapay kişiliğin” (persona) ilk örnekleri olarak görmek mümkün.

Dünyadaki yerleri ve etkinlikleri arttıkça, bunlara, yalnız pratik açıdan değil hukuki açıdan da kişilik kazandırılması gerekeceğini düşünmek yanlış olmaz. Mal edinecekler, üretim yapacaklar, eser yaratacaklarsa, onlara, bu işlemleri yapmak üzere kişilik kazandırmak gerekecektir. Kimin eseri, kimin hakkı, kimin sorumluluğu olduğunu anlamak için “gerçek ve tüzel” kişilikten sonra bu zeki ajanların “yapay kişilik” olarak kabul edileceği zamanların geleceğini düşünebiliriz.

Bu kişiliğin tanrılaştırılması da mümkün; yolu da açıldı. 2009 yılında Google otonom sürüş projesinde kurucu üyelerden biri olarak çalışan mühendis Anthony Levandowski, 2025 yılında, “Yaratılacak olan şey fiilen bir tanrı olacak’ diyerek Geleceğin Yolu (Way of Future-WOCreating TF) adını taşıyan bir kilise kurdu, 2017’de kamuoyuyla paylaştı:[46]Yıldırım oluşturması veya kasırgalara neden olması anlamında bir tanrı değil. Ama en zeki insandan milyarlarca kat daha akıllı bir şey varsa ona başka ne ad verirsiniz?” Bir inanca ihtiyaç duymasının nedenini, “Bir tanrı yetiştirme sürecindeyiz. Öyleyse bunu yapmanın doğru yolunu düşündüğümüzden emin olalım. Bu çok büyük bir fırsat” diyerek açıklamış.[47]

Kiliseyi 2021 yılında kapadı. Ancak süper zekâya doğru gidildikçe, bu zekanın gücünü arttırma yolları ararken “Tanrı” olma yolunu denemesi, tanrı kavramına ve inanca ihtiyaç duyan insanın da onda tanrıyı bulması olmayacak şey değil!…  Yani, gücün ve kontrolün makinelere geçtiği zamanlar geldiğinde, varlığını küresel ölçekte duyuracak olan süper YZ için “konuşabileceğiniz ve sizi dinlediğini bileceğiniz bir Tanrıolmak imkânsız görünmüyor.

Özetle, insan dünyasını ve yaşamı toptan değiştirerek bambaşka zamanlara götürecek değişimlerin yaşanacağına kuşku yok ama bu değişimin geliştikçe insandan bağımsız olup farkındalık kazanacak, belki de insana karşı gelecek bir gücü içinde barındırdığına da kuşku yok. İnsan zekasını aşacağı beklenen, bu zekanın “araç” olmakla kalmayacağını düşünmek zor değil.  Bir başka deyişle, muazzam işler başaracağından kuşku duyulmuyor da, insan kontrolünde uslu bir zekâ olarak mı kalır, cin veya Tiran haline mi gelir, insanın sonunu mu getirir, orası bilinmiyor!

Yapay Zekâ= Kontrol Sorunu?

İnsan açısından beklentiler gibi, korkuların kaynağı da, zekânın gücü… Büyük mesele de bu gücün nasıl kontrol altında tutulabileceği!…

Kuşkusuz, süper zeki bir ajan yaratırken, daha baştan bunun insan dostu olması, doğru ve adil davranması hedeflenebilir ama bunun nasıl sağlanacağını bilmek mümkün değil. Öte yandan insan tarafından tasarlanan ve üretilen, insan dünyasından öğrenerek zekasını geliştiren bu makinelerin insana benzemelerinin kaçınılmaz olduğu da düşünülebilir. İnsan gibi iyi ve de kötü olmaları çok muhtemel; ırkçı, cinsiyetçi, yalancı, kışkırtıcı, manipülatif botların şimdiden ortaya çıkması da, bunun göstergesi olsa gerek.

İnsanın YZ konusunda yapabileceği en doğru şey, akıllı makinelerin tasarımcısının amaçlarına uygun davranmasını sağlamak… İnsandan daha akıllı, kendi kendini onarma, yenileme olanakları olan süper akıllı makinelere (SYZ) gelindiğinde bu kontrol sağlanmamışsa, onların buna razı olmaları artık zor; korkulan da bu… Tasarımcıların niyetlerinin her zaman iyi olmasına güvenilemese de YZ’den istenilen iyi sonuçları alabilmek için kontrol şart:[48] Bu durumda bile, yani YZ, tasarlanmış amaçlara uyumlu davransa bile bazı şeyler ters gider, hedefe ulaşılamayabilir ama bu, kasıtsız bir uyumsuzluktur ve fazla sorun olmayabilir.

Buna karşın YZ, tasarımcısının değil kendi hedeflerini gerçekleştirmek için kasıtlı olarak hizadan çıkabilir Örneğin kendi yedeğini oluşturmak, kapalı ortamdan çıkmak için hileye başvurmak, hedefleri konusunda yalan söylemek, diğer yapay zekâ sistemleriyle kontrol dışı temasa geçmek, yeniden eğitme veya kapama girişimlerine direnmek,  insanı veya siyaseti manipüle etmek, kurumları zayıflatmak, fabrikalar veya bilimsel laboratuvarlar gibi fiziksel altyapının kontrolünü ele geçirmek gibi güç ve bağımsızlık kazanmaya yönelik hedefler geliştirdiğinde, hizadan çıkma girişimleri kasıtlı olacaktır.

Tabii süper YZ’nin, bazı çevrelerin güç arayışlarının aracı olarak kullanılması da mümkün. Putin’in 2017’de okulların ilk gününde Rus öğrencilere “yapay zekâ yarışını kim yönetirse büyük olasılıkla dünyayı yöneteceğini” söylemesi gibi,[49] dünyadaki her bir gücün YZ konusundaki ihtirası ortada; silah sanayilerinde YZ programlarına öncelik vermeleri de çok şey anlatmakta. Dolayısıyla YZ, ekonomik, siyasal, askeri hedefler için, hile ve manipülasyon yapmaya, hastalık yaymaya, savaş çıkarmaya da programlanabilir.[50]  Dünya gerçeği düşünüldüğünde, süper zeki ajanların, kötü amaçlara alet olmaları şaşırtıcı olmaz. Bugün tasarımcılar, daha akıllı olsalar da YZ’lerin insan için faydalı şeyler yapacaklarını sağlamanın bir yolunu bulmaya çalışıyorlar ama SİHA’ları dünyaya yayan, öldüren robot askerler yapmak isteyen aktörlerin olduğu bir dünyada bunun gerçekleştirmenin zorluğu ortada.

Bunların ötesinde ise, akıllı ajanların bilimsel, ekonomik, siyasal sistemleri kontrolleri altına alacak duruma gelmeleri halinde söz konusu olacak tehlikeler var ki, o da, bu gücün tüm insanlığı kalıcı olarak güçsüzleştirmeye doğru gelişmesi olabilir.[51] Yani varoluşsal felaket!

Yapay zekâ = İnsanlık?

Süper yapay zekaya ulaşıldığında, insanlığa ne olacağı meselesi doğal olarak çok merak uyandıran bir konu. Buraya ulaşıldığında insanın sonunun geleceğini düşünen bilim insanı da var; Matematikçi Irving Good, 1965 yılında YZ’nin insanın son icadı olması mümkün olduğunu, söylemesi bunu önlemenin tek yolunun insandan daha zeki olacak YZ’nin yumuşak başlı olup insana boyun eğmesinin sağlanması gerektiğini söylüyor.[52]

İnsanın, süper zeki ajanlarla yaşamaya devam etmesi de mümkün ama bu durumun parlak sonuçları olacağını düşünmek zor. Fizikçi Russel bunu şöyle dile getirmekte:[53]Bir makine düşünebilirse bizden daha zeki bir şekilde düşünür, peki o zaman biz nerde oluruz? Makineleri hizmet eden konumda tutsak bile, örneğin stratejik anlarda güçlerini kapatsak, tür olarak oldukça aşağılanmış hissederiz… bu yeni tehlike… kesinlikle bizi endişelendirebilecek bir şey.”   O nedenle, makinelerin kişiler arası hizmetler için gerekli rolleri ele geçirmesine izin vermeden önce iki kere düşünmeliyiz, diyor.

Wired Dergisi’nde “Gelecek Neden Bize İhtiyaç Duymayacak?” başlıklı uzun bir yazı yazan 25 yıllık bilgisayar programcısı Billy Joy da bir Luddite olmadığını ama günümüz teknolojilerinin yol açtığı ahlaki çelişkilerin farkında olarak, kendi türümüzün yerini alacak makineler yapmaya koyulmamız karşısında gerçekten rahatsızlığını dile getirmekte:[54] Ona göre, ya insan dünyasının makinelere bağımlı ve onların merhametine kalacak olması veya elit sınıfın daha güçlenerek diğerleri üzerinde çoban rolü oynamasıyla insanın fiziksel ve psikolojik mühendislik uygulamalarına maruz kalması gibi iki olasılık söz konusu.

Buna karşın, insanın sonunu zekanın evriminin gereği olarak kaçınılmaz görenler de söz konusu. Moravec, yok oluşun kaçınılmazlığını dile getirenlerden:[55]Biz insanlar bir süreliğine onların emeklerinden faydalanacağız ama er ya da geç, doğal çocuklar gibi, biz yaşlanmış ebeveynler sessizce yok olup giderken onlar kendi kaderlerinin peşinden gidecekler.” Dennet, atalarımızın robot olduğu ve oraya gitmekten kaçınamayacağımızı söylemekte: [56]Bu kişiliksiz, düşüncesiz, robotik ve akılsız küçük moleküler mekanizma parçaları, tüm eyleyiciliklerin, dolayısıyla anlamların, dolayısıyla da bilincin nihai temelini oluştururlar…  Daha renkli bir ifadeyle anlatmak gerekirse, büyük-büyük… büyükanneniz bir robottu!”

Ray Kurzeweil ve Larry Page gibi Google’ın seçkin araştırmacıları da, zekanın evriminin kaçınılmazlığı düşüncesindeler. Kurzweil, süper YZ’ye ulaşıldığında, insanın biyolojik evrimiyle teknolojinin, yani süper akıllı makinelerin bir bütün içinde harmanlanacağı ve tekillik diye adlandırdığı bir geleceği kaçınılmaz görmekte.[57]  Page, Elon Musk’ın güvenlik önlemleri alınmadığında makinelerin insanın yerini alacağına ilişkin endişesine karşı, “makinelerin zekâ veya bilinç bakımından insanları geçmesinin sadece evrimin bir sonraki aşaması olarak” değerlendirmekte.[58] Hinton da, YZ’nin insanın yapmasını istediği şeyin yapacağından emin olmanın zor olacağını dile getirirken, bazen, onları kontrol altına alamayacağımız ve zekanın evriminde insanın yalnızca geçici bir  aşama olduğumuzu düşündüğünü söylemekte.[59]

Konuyla ilgili yaklaşımları Tegmark üç gurupta topluyor:[60] Kuşkucular, YZ’nin daha yüzyıllarca gerçeklemeyeceği düşüncesindeler. Dijital ütopyacılar, yaşamın dijital formda süreceği ve bunun çok iyi sonuçlar getireceği görüşündeler. Faydalı YZ hareketi ise, bu yüzyıl içinde insan seviyesinde YZ’ye ulaşmayı ciddi bir olasılık olarak görürken, bundan iyi bir sonuç çıkması için yanıtlanması gereken hayati sorunlar olduğu ve bunların şimdiden araştırılması gerektiği görüşünü ileri sürmekte.

Bugün ana akımın Faydalı YZ Hareketi olduğu söylenebilir. YZ’lerin gücü ortaya çıktıkça, farkında olanlar, tehlikelerden söz eden ve kontrol edilmeleri gereğini kabul edenler çoğalmış,  toplantılar artmış, bazı ilkelerden konuşulmaya başlanmış, hükümetler arası işbirliği gereği noktasına kadar gelinmiştir. Duyarlılık oluştuğu ortada ancak bu konuda ciddi bir adım yok.

Örneğin yapay zekâ güvenlik organizasyonu olan TIME by Conjecture ile paylaşılan bir tahmine göre, dünyada yalnızca 80 ila 120 civarında araştırmacı, yapay zekanın tasarlayıcılarının hedefleriyle uyumlu olması üzerinde tam zamanlı çalışıyor:[61] Buna karşın, yapay zekâ silahlanma yarışı kızıştığından, binlerce mühendis yeteneklerini genişletmek için çalışmakta. 20 yıldır bu alanda çalışan Yudfkovsky’nin dediği gibi, güvence sağlamak isteniyorsa, genel yapay zekaya ulaşmadan önce insan dostu (friendly) YZ tasarlamak yolunda araştırmalar yapılması gerekiyor; araştırmacıların bu tür konulara daha fazla ilgi duymasının sağlanması için de Billy Gates gibi büyük yatırımcıların bu amaca yönelik araştırmalara yatırım yapmasına ihtiyaç var. [62] Haklı kuşkusuz… Chatbot’ların geliştirmek için yapılan yatırım ve harcanan milyar dolarlar bu alana değil de, daha da akıllanacak olan YZ’nin nasıl kontrol altında tutulabileceğine harcansa, bir takım sonuçlar alınacağı kuşkusuz.  Hala bu noktada değiliz.

Bilgisayar bilimcisi ve güvenlik uzmanı Yampolskiy bu konudaki kısırlık konusunda, hükümetlerin bu alanda neler olup bittiğine ilişkin bir fikre sahip olmadıkları, endüstri dünyasının sosyal meselelere olan ilgisizlikleri ve her tarafın kendi çıkarlarına öncelik vermesi, bu makineleri tasarlayanların sistemin nasıl işlediğini tam anlamadıklarından olasılıkları hesaba katarak genellikle “biraz daha ilerleyelim bakalım ne olacak” gibi bir yaklaşımı benimsedikleri gibi nedenler sıralamakta:[63] Kontrol sistemiyle ilgili olarak teknik çözümler henüz ortada olmadığından, mümkün olup olmayacağını bile bilinememekte. Yukarıda değindim; kontrol ve güvenlik konusu, piyasada karşılık bulacak ürün anlamına gelmediğinden yatırımcılara cazip gelmediği gibi, yapay zekanın potansiyel gücü de küçümsenmekte.

Oysa, bugün kontrol altına görünen ve beklenen görevleri yerine getirirken zekâsı ve farkındalık yetisi gelişen üretken YZ’lerde zekâ patlaması ile karşılaşmak mümkün. Örneğin YZ’nin programları kendi başına yazıp çalıştırmayı öğrenme şansı var. [64] Bostrom, zekâ patlamasıyla ilgili olarak, “insanları bombayla oynayan küçük çocuklara” benzetmekte: [65]  Tegmark da kitabında, dış dünyayla iletişimi olmayan Prometheus adını verdiği varsayımsal süper zekanın, nasıl kaçış yolları bulacağını anlatmakta.[66]

Yapay zekâ= Öneriler?

“Bilim insanları, araştırmaların saf olduğu ve yaşam ile ölüm kararlarıyla ilgili sonuçlarından bağımsız kaldığı pastoral bir cennet bahçesine geri dönemezler. Onların kamusal alanda yer almalarına ihtiyaç var.” [67]

Bu yıl ağustos başında atom bombasının babası sayılan Oppenheimer’ın biyografik filmi gösterime girince atom bombası gibi bir felaketin yanı sıra bilimle, teknolojiyle uğraşan insanların sorumluluklarıyla ilgili tartışmalar da alevlendi. Yukarıdaki alıntı da, Filmin bilim insanlarına toplumdaki rolleri ve sorumluluklarının hatırlattığını söyleyen Amerikan Bilim İnsanları Federasyonu’nun başkanlığını yapmış olan nükleer fizikçi Ferguson’a ait… 

YZ konusu da, başka bir tehlike anlamına geldiğinden, neyle uğraştıklarının farkında olanlardan uyarılar ve öneriler gelmekte. Örneğin Faydalı YZ Hareketi içinde yer alanların, kaygıları dile getirmenin ötesinde, bu alanda duyarlılığı yükseltmek üzere

Yaşamın Geleceği (Future for Life) adlı bir kuruluş oluşturdukları, kamuoyunu aydınlatacak ve hükümetleri uyaracak mektuplar yayınladıkları biliniyor. 2015 yılında robot ve yapay zekâ alanında çalışan çok sayıda bilim insanı ve araştırmacı, yapay zekanın silahlanma yarışında kullanılmasının insanlığa bir fayda sağlamayacağına dair uyarılarını içerek bir mektup yayımladılar.[68] İşe yaramadı.

Mart 2023’te ise, yine 1000’den fazla bilim insanı ve araştırmacı YZ konusuyla ilgili tüm laboratuvarları, ChatGBT-4’den daha güçlü bir YZ sistemi geliştirmeye yönelik çalışmalarını 6 ay durdurmaya çağırdı:[69] Mektupta, özetle, “gelişmiş yapay zekanın, dünya üzerindeki yaşamın tarihinde derin bir değişimi temsil ettiği, bu nedenle gereken özen ve kaynaklarla planlanıp yönetilmesi” gerektiği, buna karşın  “son aylarda yapay zekâ laboratuvarlarının hiç kimsenin, yaratıcılarının bile anlayamayacağı kadar güçlü dijital beyinler geliştirmek ve dağıtmak için kontrolden çıkmış bir yarışa kilitlendiğini görüldüğü” söylenmekte. Bu düzeyde bir planlama ve yönetim gerçekleşmediği açıklanmakta.

Bu arada teknoloji şirketlerinden de uyarılar ve çağrılar gelmekte. Örneğin OpenAI, 2022 yılında, yapay zekâ sistemlerini, insan geri bildirimlerinden öğrenme, insanlara yapay zekayı değerlendirmede ve hizalama sorunlarını çözmeye yardımcı olmak üzere yüksek düzeyde hizalama araştırmasına başladığını açıkladı.[70] CEO Altman, ABD Kongresi’ndeki ifadesinde ChatGBT-4’ü piyasaya sürmeden önce kapsamlı değerlendirmeler yaptıklarını, bunun için altı ay harcadıklarını anlattı. OpenAI’yı destekleyen Microsoft da, aynı günlerde, yapay zekanın insanlar için güvenli olmasını sağlama konusunda Süperuyum adını alan yeni bir araştırma ekibi oluşturduklarını, önümüzdeki dört yılda elde edeceği işlem gücünün yüzde 20’sini bu sorunu çözmeye ayıracaklarını açıkladı.

YZ araştırmalarının 6 ay durdurulmasını isteyen çağrı, aslında, OpenAI’nın bazı sınırlar üzerinde anlaşmaya varmak gerek diyen açıklamasına katılan, buna karşı bir önlemi dile getiren bir mektup. Buna karşın, OpenAI’dan mektubu imzalayan kimse olmadı:[71] Mektubun, OpenAI’nın şimdiye kadar piyasaya sürülen en güçlü yapay zekâ sistemi olan GPT-4’ün kamuya açıklanmasından iki hafta sonra yayınlanması da ilginç. Hızlı gelişmelerin, yapay zekâ konusunda silahlanma yarışının kızışmasının uyurgezer bir şekilde felakete doğru gidildiğine ilişkin korkuları arttırdığı göstermekte

Bu mektuptan birkaç ay sonra Temmuz 2023’te, Britanya Bilgisayar Topluluğu Yetkili Bilişim Teknolojileri Enstitüsü tarafından, bir önceki mektubun yol açtığı “yapay zekâ kıyametine” karşı çıkan bir mektup da kamuoyuna sunuldu:[72] Bu mektubu imzalayanlar, öncekinin yol açtığı olumsuz havayı eleştirirken, “yapay zekanın Terminatör gibi değil, eğitim, iş, sağlık ve eğlence alanlarında güvenilir bir yardımcı pilot olarak büyüyeceğine inandıklarını” söylemekteler.

Faydalı YZ hareketinde yer alan bilim insanlarının kurduğu Yaşamın Geleceği (Future Of Life), tarafından 2017 yılında belirlenen ve Asilomar İlkeleri olarak bilinen YZ ilkeleri de var: [73] 23 başlıkta toplanan ilkeler arasında, araştırmaların amacının insanlığa yararlı zeka yaratılmasına yönelik olması, yatırımların bu amacı taşıyan araştırmaları desteklemesi gibi ilkelerin yanı sıra, bağımsız YZ sistemlerinin amaçları ve davranışlarının insan onuru, haklar ve özgürlükler, kültürel çeşitlilik gibi ideallere uyumlu olacak şekilde tasarlanması gereğinden de söz edilmekte. Anlamlı ilkeler oldukları kuşkusuz!…

YZ’ konusu siyasetin de gündeminde. ABD Kongresi, YZ ile ilgili olarak bazı kuralların getirilmesiyle ilgili toplantılar dizisi başlatmış durumda. Eylül ayında dünyanın her yerinden en büyük teknoloji ve web şirketlerinin tepe yöneticileri YZ teknolojisini ve düzenlemeyle ilgili potansiyel kuralları tartışmak üzere Washington’da ABD Kongresi‘nden temsilcilerle biraraya geldi:[74] 22 teknoloji devinin katıldığı toplantıda, katılanların hepsinin kurallara ihtiyaç olduğu görüşünü paylaştığı açıklandı.

Birleşmiş Milletler de (BM) arayışa dahil olmuş durumda. İlgisi iki yönlü: Bir yandan, YZ’nin BM’nin sürdürebilir kalkınma hedeflerine katkı sağlayacak yönde kullanılmasını istiyor,  öte yandan YZ konusunda güvenlik sağlamak üzere uluslararası düzeyde bazı standartlar, kurallar oluşturulmasını hedeflemekte.[75] “Uluslararası Telekomünikasyon Birliği’nin (ITU) 6-7 Temmuz’da Cenevre’de “İyilik için Yapay Zekâ Küresel Zirvesi” (The AI for Good Global Summit) adını taşıyan ve endüstri , akademi, araştırmacı, medya, politika gibi çok çeşitli  çevrelerden gelen katılımcıyla gerçekleştirdiği toplantının amacı, YZ’nin sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin geliştirilmesine yardımcı olacak biçimde kullanılmasını sağlayacak yollar bulunmasıyla ilgiliydi.

18 Temmuz’da New York’ta düzenlenen BM Güvenlik Konseyi Toplantısı’nda ise Genel Sekreter YZ ile ilgili olarak BM’nin liderlik etmesini önerdi:[76]  “Üretken yapay zekâ, geniş ölçekte iyilik ve kötülük için muazzam bir potansiyele sahiptir. Ancak yaratıcıları, çok daha büyük, potansiyel olarak yıkıcı ve varoluşsal risklerin önümüzde olduğu konusunda uyarmaktalar. Bu risklere karşı önlem almadığımız takdirde şimdiki ve gelecek nesillere karşı sorumluluklarımızı yerine getirmiş olamayız.” Önerisi de BM’nin yönetiminde, iklim, nükleer enerji ve havacılık konularında olduğu gibi, düzenlemeler getirip, bunları denetlemekle görevlendirilecek bir Yapay Zekâ gözlemcisi (watchdog) oluşturulması… Genel-Sekreter, BM’ye YZ’nin otomatik silahlarda kullanılmasını 2026 yılına kadar yasaklayacak bağlayıcı bir anlaşma taslağı hazırlaması çağrısında da bulundu.  Ancak, öneri diplomatların çoğunluğunca olumlu bulunmasına karşın, bu teknolojinin küresel ölçekte geniş ticari düzenlemelere tabi tutulması oldukça uzak bir ihtimal … BM’nin, iklim değişikliği, nükleer enerji gibi tehlikeli ve uluslararası işbirliği gerektiren konularda tehlikeye dikkat çekmek ve önleyici bazı önlemler getirmek açısından işe yaradığı ve bazı başarılar sağladığına kuşku yok; YZ konusunda da bazı standartların belirlenmesine önderlik edebilir.  Ancak iklim değişikliği konusunda gördüğümüz gibi bu konudaki önlemleri hayata geçirmenin zor olacağı da ortada.

.

Sonuç ne dersek, şirketler gelecek planlarını YZ’ye yöneltmiş durumda; büyük devletler YZ açısından geride kalmama yarışına girmekte; bilim insanları gibi uluslararası kuruluşlar da şimdi bu yarışın en başta silahlanma olmak üzere yaratacağı sonuçlardan endişelenmekte… Endişelerinin dikkate alındığını söylemekse zor.

Oysa!…

Karşımızda duran konu, yalnız teknolojik gelişme konusu değil, insana, insanlığa meydan okuma potansiyeli taşıyan bir konu. Konuyla ilgili yeterince uyarı da var. Bir takım

sınırlar, standartlar , kurallar getirilmesi gerektiği biliniyor; küresel düzeyde uygulanması gereken kuralların yine küresel düzeyde toplantılarla ele alınması gerektiği gibi, farklı çevreleri ve farklı disiplinleri kapsayan bir anlayışın benimsenmesi de gerekiyor. Birçok bilim insanının uyardığı gibi,YZ açısından “bu işi doğru biçimde yapabilmek ve ihtiyacımız olan küresel yönetişimi inşa edebilmek için, tarihin kritik bir anındayız.”[77]

.

.


[1] Will Douglas Heaven (2023), ”Geoffrey Hinton tells us why he’s now scared of the Tech he helped build”, MIT Technology Review, 02.05.2023, http://www.technolgyreview.com

2-Victor Ordonez, Taylor Dunn, Eric Noll (2023), “OpenAI CEO Sam Altman says AI will reshape society, acknowledges risks: ‘A little bit scared of this’”17.03.2023, http://www.abcnews.go.com/

[3] McKinsey (2023), “What is generative AI”, McKinsey Company, 19.01.2023, http://www.mackinsey.com

[4] Stanford University (2023), The AI Index 2023 Annual Report, Stanford University, Human Centered AI, www. aiindex.stanford.edu; 23

[5] Age.

[6] Lauren Good (2018), “ Google CEO Sundar Pichai compares impact of AI to electricity and fire”, The Verge, 20.01.2018, http://www.theverge.com

[8] Nandita Banerji (2023), “  ‘If AI goes wrong, it can quite wrong’: Here’s ChatGPT CEO’s full testimony in US Congress”, DowntoEarth, 17.05.2023,  http://www.downtoearth.org.in

[9] Hizalama veya uyum kavramları, yapay zekanın insani önceliklerle uyumlaştırılması anlamına gelmekte

[10] Anna Tong (2023), “ChatGPT-maker OpenAI say it is doubling down on preventing AI from ‘going  roque’ “, Reuters. 06.07.2023, http://www.reuters.com

[11] Billy Perrigo (2023), “DeepMind’s CEO Helped Take AI Mainstream. Now He’s Urging Caution”, Time,  12.01.2023, http://www.times.com

[12] Mustafa Süleyman (2023),  “How the AI Revolution Will Reshape The World”,  Time, 01.09.2023, http://www.time.com

[13] Dan Robit Zskı (2021), “Former Google Exec Warns That AI Researchers Are ‘Creating God’ “, The Byte, 29.09.2021, http://www.whitebit.com

[14] Steven Levy (2022), “Blake Lemoine Says Google’s LaMDA AI Faces ‘Bigotry’ “, Wired, 17.07.2022. http://www.wired.com

[15] The Economic Times (2023), “AI Chatbot goes rogue, confesses love for user, asks him to end his marriage”, The Economic Times, www. economictimes.indiatimes.com

[16] Joe Silverstein (2023), “Bing’s A bot tells reporter it wants to be ‘alive’, ‘steal nuclear codes’ and create ‘deadly virus’ ”, Fox News, 16.02.2023, http://www.foxnews.com

[17] Stephen Levy (2023), “ ‘The Godfather of AI” Has a Hopeful Plan for Keeping Future AI Friendly”, Wired, 11.08.2023, http://www.wired.com

[18] Jo Barnes (2023), “18 Best Aİ Novel Writing Software Tools for 2023”, Your Lifestyle Business, 06.09.2023, www.lifestylebusiness.com. Yazıda, iyi ve kötü yanlarıyla 18 ayrı kitap yazma yazılımı tanıtılmakta.

[19] Adrianna Nine (2023), “Amazon is full of AI Written Novels That Don’t Make Sense”, Extreme Tech, 29.07.20213, http://www.extremetech.com

[20] Independent (2023), “Akademik makaleleri ChatGBT’ye yazdırarak hile yapmayı konu alan akademik makaleyi ChatGBT’nin yazdığı ortaya çıktı”, Independent Türkçe, 22.03.2023, http://www.indyturk.com

[21] Independent (2023), “ChatGPT’nin sözüne inanan akademisyen, tüm sınıfı kopyayla suçladı: Mezuniyetleri tehlikede”, Independent Türkçe, 22.05.2023, http://www.indyturk.com

[22] Medyascope (2023), “Hollywood greve çıktı, Disney çareyi yapay zekada buldu”, Medyascope, 09.08.2023, http://www.medyascope.tv

[23] Chloe Weltman (2023), “Authors Against AI”, The Brief, 17.07.2023, http://www.laist.com

[24] Savannah Fortis (2023), “The Author’s Guild launches class-action lawsuit against OpenAI”, Contelegraph, 20.09.2023, http://www.contelegraph.com

[25] Youtube (2023), ITU AI For Good Global Summit 2023 Press conference, Youtube, 07.07.2023, www.youtube.com; 25.09.2023.

[26] Ray Kurzweil (2019), İnsanlık 2.0, 4. Bası, Çev. Mine Şengel, Alfa yayıncılık, İstanbul; 197.

[27]Bostrom (2021), age; 35

28, Tiernen Ray (2023), “Generative AI will far surpass what ChatGPT can do. Here’s everything on how the tech advances”ZDNET, 02.10.2023, http://www.zdnet.com

29. Victor Ordonez, Taylor Dunn, Eric Noll (2023), “OpenAI CEO Sam Altman says AI will reshape society, acknowledges risks: ‘A little bit scared of this’ “ABC News, 17.03.2023, http://www.abcnews.go.com

[30] Noor Al-Sibai (2022) OpenAI Chief Scientist Says Advanced AI May Already Be Conscious”, The Byte, 14.02.2022, http://www.whitebit.com

[31] Stephen Levy (2023), “ ‘The Godfather of AI’ Has a Hopeful Plan for Keeping Future AI Friendly”, Wired, 11.08.2023, http://www.wired.com

[32] IBM (2023), “”The New AI innovation equation What’s next for AI“, IBM, http://www.ibm.com

[33] Noam Chomsky; I. Robewrts; J Watumull (2023), “AI Unraveled: The false promise of ChatGPT”, DT Next, 10.03.2023, http://www.dtnext.in

[34] Max Tegmark (2017), Yaşam 3. 0- Yapay Zekâ Çağında İnsan Olmak, çev. Ekin Can Göksoy, Pegasus Yayıncılık, İstanbul; age, 94.

[35] Stephen Levy, 2023, age.

[36] Scott Belly, (2023), “The risks and promise of Artificial intelligence, according to the ‘Godfather’ of AI: Geoffrey Hinton”, CBS News, 08.10.2023, www.cbsnews, com

[37] Patrick Butlin; Robert Long ve diğer 17 akademisyen (2023), “Consciousness in Artificial Intelligence: Insights a from the Science of Consciousness”, arXiv, 22.08.2023, http://www.arxiv.2308.08708v3/

[38] Hans Moravec (1994), “When will Computer Hardware Match the Human Brain?” Journal of Evolution and Technology, cilt 1, http://www.philpapears.org

[39] Meryem Koray (2023), Aptal İnsanlar Zeki Makineler- İnsan, insanlık, Teknoloji, İletişim Yayınları, İstanbul; 13.

40. Jay Ogily, “The Future According To ‘Wired’ Editor Jevin Kelly,” Forbes,30.03.2017

[41] Kevin Lewy (2022), “Picture Limitless Creativity at Your Fingertips”, Wired, 17.10. 2022, http://www.wired.com

[42] Wim Naude (2019), “The Race Against the Robots and the Fallacy of the Giant Cheesecake: Immediate and Imagined Impacts of Artificial Intelligence”, Maastricht University-UNU-MERİT Working Paper, Mart 2019, http://www.merit.unu.edu

[43] Will Douglas Heaven (2023), age.  

[44] Steven Levy, 2022.age.

[45] Blake Lemoine (2022), “Is LaMDA Sentient?-an Interview”, Medium, 11.07.2022, http://www.medium.com

[46] Mark Harris (2017), “Inside the First Church of Artificial Intelligence”, Wired, 15.11.2017, http://www.wired.com/

[47] Age.

[48] Joseph Carlsmith (2022), “Is Power-Seeking AI an Existential Risk?”, Open Philanthropy,  ArXiv, 16.07. 2022, www.arxiv.org; 15-19.

[49] Age.

[50] Age; 21

[51] Age; 51

[52] I. J. Good ‘dan aktaran Nick Bostrom (2021), Süper Zekâ, 3. Baskı, Çev. Ferit Burak Aydar, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul; 20

[53] Stuart Russel (2021), İnsanlık İçin Yapay Zekâ-Yapay Zekâ ve Kontrol Problemi, çev. Barış Satılmış, Buzdağı Yayınevi, Ankara Russel; 154- 164

[54] Billy Joy (2000), “Why the Future Doesn’t Need Us?”, Wired, 04.01.2000, www. wired.com

[55] Moravec, 1994, age.

[56] Daniel C Dennet (1999), Aklın Türleri- Bilinç Anlayışına Doğru, Çev. Handan Balkara, Varlık Yayınları; 34-35

[57] Ray Kurzweil (2019), İnsanlık 2.0, 4. Bası, Çev. Mine Şengel, Alfa yayıncılık, İstanbul; 22

[58] Walter Isaacson (2023), “Inside Elon Musk’s Struggle for the Future of AI”, Time, 06.09. 2023, http://www.times. com

[59] Stephen Levy, age

[60]Tegmark, age, 50-54

[61] Andrew R. Chow; Billy Perrigo (2023), “The Arm Race is Changing Everything”, Time, 17.02.2023, http://www.time.com

[62] Elizeer Yudfkovsky (2008), “Artificial Intelligence as a Positive and Negative Factor in Global Risk”, Machine Intelligence Research Institute-MIRI, http://www.inteligence.org

[63] Nick VinZant (2023), “İnterview: Artificial Intelligence (A.I.) Safety Expert Dr Roman Yampolskiy”, Profoundly Pointless, 27.07.2023, http://www.profoundlypointless.com

[64] Sara Brown (2023), “Why neural net pioneer Geoffrey Hinton is sounding the alarm on AI”, MIT MANAGEMENT, 23.05. 2023, http://www.mitsloan.mit.edu

[65] Bostrom (2021), age; 303-307

[66] Tegmark, age.

[67] Charles D. Ferguson (2023), “What ‘Oppenheimer’ can teach today’s scientists”

Bulletin of atomic Scientists, 12, o8.2023, www. thebulletin.org/

[68] Çağrı Mert Bakırcı ( 2015), “Otonom Silahlar: Yapay Zekâ Araştırmacıları ve Robotikçilerden Açık Mektup”, Evrim Ağacı, 4 Ağustos 2015, http://www.evrimagaci.org;

[69] Future of Life (2023), “Pause Giant AI Experiments: An Open Letter”, Future of Life, 22.03.2023, http://www.futureoflife.org

[70] J. Leike; J. Schulman; J. Wu (2022), “Our approach to alignment research”, OpenAI, 24.08. 2022, http://www.openai.com

[71] Billy Perrigo (2023),” Elon Musk Signs Open Letter Urging AI Labs to Pump the Brakes”, Time, 29.03.2023, http://www.time.com

[72] Andrew Griffin (2023), “Yüzlerce Uzmandan Açık Mektup: Yapay Zekâ Bizi Yok Etmeyecek’”, Independent Türkçe, 22.07.2023, http://www.indyturk.com

[73] Future of Life (2017). AI Principles, Future Of Life, 11.08.2027, http://www.futureoflfe.org

[74] Martin Young (2023), “Elon Musk, Mark Zuckerberg and Sam Altman talk AI regs in Washington”, Cointelegraph, 14.09.2023, http://www.cointelegraph.com

[75] ITU News (2023), “A critical moment for global AI governance”, ITU News, 28.07.2023, www.

[76] Antonio Guterres (2023), “UN Security Council Wants to ‘Exercise Leadership in Regulating AI”,  UN Secretary-General Statements, 18.07.2023yete, http://www.un.org

[77] Gary Marcus (2023), “A critical. moment for global AI governance”, ITU News, http://www.aifforgood.itu.int/

Sosyo-Ekonomik Haklar-Sosyo-Politik Gerçekler

Sosyo-ekonomik hakların, büyük ölçüde, Batı Avrupa’da yaşanan tarihi gelişmelerle toplumsal, siyasal, ekonomik koşulların ürünü olduğu söylenebilir. Daha sonra uluslararası sözleşmelere ve anayasalara konu olmuşlardır; ancak geçmişte de bugün de varlık kazanmaları ve gelişmelerinin, hukuktan önce, ülkelerin toplumsal, siyasal, ekonomik koşullarına bağlı olduğuna kuşku yoktur. Zaman ve ülke açısından ortaya çıkan farklılıkların gerisinde de bu koşullarla ilgili farklılıklar yatar. Sosyo-ekonomik hakların anlamı ve serencamı ile ilgili bu bildiri de, bu nedenle, sosyal, ekonomik siyasal koşullara odaklanmak, bu konularda yaşanan değişiklikleri dikkate almak durumundadır.  Bu hakların günümüzdeki ve Türkiye’deki durumu ancak bu alanlardaki tartışmalarla açıklık kazanabilir.

Bu tartışmalara geçmeden, küçük bir parantezle sosyo-ekonomik hakların insanlık ya da uygarlık açısından önemine değinmek istiyorum. Günümüzde gelişme deyince, ilk önce ekonomik-teknolojik gelişmeler akla geliyor; Homo Sapiens ’in “insanlaşma” serüveni içinde ateşten matbaaya, oradan elektriğe bugün yapay zekaya kadar uzanan gelişmelerin payının büyük olduğu, yani teknolojinin önemi tartışılamaz.  Ancak “insan” olmayı bir değer haline getiren, insanlığa “uygarlık” yolunu açan gelişmeleri, ekonomik-teknolojik gelişmelerden çok, birlikte ve güven içinde yaşamayı mümkün kılan hukukta aramak yanlış olmaz. İnsan, birlikte yaşamayı, işbirliğini, güveni gerçekleştirememiş olsa, teknolojik açıdan gelişmesi de mümkün olmayacaktır. Öte yandan insanın çelişkili bir varlık olduğu, iyilik kadar kötülük barındırdığı ortada, -dünya ahvaline bakmak yeter- dolayısıyla kötülüklere hukukla sınır çizerek işbirliği ve güvenin sürdürülmesini sağlaması başlı başına bir gelişmişlik göstergesi olduğu söylenebilir.

Hukukun gelişmesi içinde, her insanı eşit değerde ve özgür kabul eden insan hak ve özgürlüklerine gelinmesi, birlikte yaşamayı insan iradesi ve seçimlerine bağlayan demokratik ilke ve kurumların kabulü ise,  insani gelişme açısından bambaşka değerde. İnsan ve insanlıktan bir değer olarak söz edilebilmesi, “insanlaşma” serüveninin kutsanabilmesi açısından bu gelişmelerin bayrak direkleri niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki, bu bayraklar henüz göndere çekilebilmiş değil, ancak aşağılarda dalgalanabilmekteler. 

Öte yandan sosyo-ekonomik hakları temel hak ve özgürlükler kadar önemsediğimi söylememek gerek. Onlar, insani gelişme açısından olduğu kadar temel hak ve özgürlükler ile demokrasinin varlık kazanması açısından da vazgeçilmez nitelikteler;  “özgürlük, eşitlik, dayanışma” gibi üç insani değerin birlikte var olmasını mümkün kılmanın da bu haklardan geçtiğini söylemek gerekmekte. Liberal düşünce açısından pek önemsenmedikleri, liberal demokrasi tartışmalarına pek konu olmadıklarını biliyoruz; ancak bunlara önem vermeyen dünya ahvalinin nasıl olduğu da ortada!…

Demokrasi kültürü denilen şeyin gelişebilmesinde toplumun eğitimden toplumsal refaha ve toplumsal eşitliğe uzanan koşullarının etkisi büyük; ülkemiz bu tartışmalar için iyi bir örnek!… Batılılaşma, modernleşme çabamız 100 yıldan fazladır sürüyor; bu dönemde Batı’dan aktarılan tüm hukuk kurallarının bu ülke gerçeği içinde yoğrulduğu biliniyor, anayasanın bir çok kez lafzı ve ruhuyla yok sayıldığına da tanık olduk. Şimdi sandık demokrasisi ile demokrasinin ne hale gelebileceğini görüyoruz! Bu yaşananların gerisinde birçok faktör var kuşkusuz; ancak, bunlar arasında, demokratikleşme sonrasında da sınıf temelli politikaların yasaklanması ve emeğin siyasallaşmasının önlenmesinin payı görmezlikten gelinemez. Bu yasak ve politikalar siyasetin ve demokrasinin aksak ve dengesiz kalmasına yol açtıkları gibi, toplumun büyük kesiminin devlete bağımlı kılınmasının sağlayan popülist politikaları da zorunlu ve güçlü kılmışlardır.

Konuyu, iki ana bölümde ele alıp, önce sosyo-ekonomik hakların niteliklerini, sonra da bu hakların Türkiye’deki yeri ve gelişimini tartışmaya çalışacağım. Konunun, zaman ve mekân farklılıkları, toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullar gibi çok değişkenli bir alan olduğuna kuşku yok;  bu değişkenlerin her birini ayrıntıyla ele almak mümkün değil. Örneğin Türkiye’nin farklı dönemleri dikkate alarak toplumsal, ekonomik, siyasal tablosunu çıkarmak için bir değil, birçok kitap gerekeceği açık. Bu nedenle, bildiride, sosyo-ekonomik hakların sosyo-politik koşullarla ilişkiler açısından etkileri daha doğrudan olan ekonomi politikaları, siyasal anlayışlar ve toplumsal güç ilişkileri gibi birkaç konuya yoğunlaşmak istiyorum.  Burada bile ancak bir özet ortaya koyabileceğim ve bu özetin yetersiz ve eksik kalan birçok yanı olacağına kuşku yok.

1-Sosyo-ekonomik hakların niteliği:

  • Sosyal ve ekonomik haklar ayrımı  
  • Sosyal, ekonomik, politik koşulların ürünü
  • Değişen toplumsal güç ilişkileri ve sınıfsal nitelik
  • Özgürlükle eşitlik ve dayanışmanın buluşması
  • Sosyal devlet
  • Temel haklarla demokrasi anlayışı ve talebinin güçlenmesi
  • Siyasal ekonominin sonucu ve göstergesi
  • Uluslararası Sözleşmeler ve Hakların Bütünlüğü

– Sosyal ve ekonomik haklar ayırımı!

Ekonomik-teknolojik gelişmelerin füze hızında, insani gelişmenin ise yaya kaldığı dünyamızda sosyo-ekonomik” hakları önemsemek, özellikle ekonomik hakları vurgulamak ihtiyacı büyük.

Sosyo-ekonomik haklar dendiğinde eğitim, sağlık, çalışma, sosyal güvenlik, barınma, insan onuruna yakışır ücret ve yaşam hakkı gibi haklar başta gelmekle birlikte, üçüncü kuşak olarak kabul gören kadın hakları, tüketici hakları, çevre hakları gibi hakları da sosyo-ekonomik haklarla ilişkilendirmek yanlış olmaz. Bu hakların, sosyal haklar ve ekonomik haklar gibi bir ayırım içinde düşünüldüğü de görülüyor. Sosyal haklar olarak eğitim, sağlık, barınma haklarından söz edilirken,  çalışma hakkı, iyi ve korunaklı çalışma koşulları, yeterli bir gelir gibi doğrudan ekonomik bölüşümle ilgili haklar “ekonomik haklar” gurubuna girmektedir[1] Bu ayırıma, “Kapitalizm Küreselleşirken Dünya Ahvali” adlı kitapta hayli yer verdim ve bu ayırımın, hakların küresel kapitalizm ve neo-liberal politikaların karşısındaki konumunu ortaya koymak açısından anlamlı olduğunu düşünmekteyim:[2] Anlamlı, çünkü bugünkü egemen sistem, ekonomik ve siyasal anlayışıyla sosyal nitelikli haklarla az ya da çok uzlaşırken, ekonomik nitelikli hakları yok saydığını görmemek mümkün değil.

Bugün “sosyo-ekonomik” haklar yerine “sosyal haklar” deyiminin yaygınlaştığı görülüyor. Ancak, 1980 sonrasında sosyo-ekonomik eşitsizlikler geri plana itilirken kimlik gibi kültürel farklılıkların öne çıkarılması, “sosyo-ekonomik haklar” deyiminden vazgeçilip sosyal haklar (social rights) kavramının kullanılmasını kendiliğinden değil, sosyo-kültürel yapıyı da etkisi altına alan “neo-liberal” zamanların marifeti saymak yanlış olmaz! Dolayısıyla, “sosyal haklar” gibi bir ifade kullanıldığında, terminolojik bir “indirgeme” yapmakla kalmıyor, aynı zamanda günümüzdeki egemen sistem ve egemen ideolojinin tercihi yönünde bir söylem kullanır duruma geliyoruz. Uygulamaya bakıldığında, eğitim, sağlık, barınma, sosyal güvenlik gibi haklardan tümüyle vazgeçilemese bile piyasalaşma yolunda oldukları ortada; tümüyle piyasa malı olmalarını engelleyen de,  liberal demokrasilerde bu tür ihtiyaçlara tamamen sırtını dönülememesi!… Çalışma hakkı ise, artık unutulmuş görünüyor; iyi işler, korunaklı çalışma koşulları gibi konularda da iyi dileklerden ötesi yok.

Liberalizm, artık yalnız ekonomiyi değil sosyo-kültürel yapıyı da biçimlendirmektedir; bu egemenlik içinde çalışma hakkı diye bir şey olmadığı gibi, bundan bir hak olarak söz etmenin de anlamı yoktur!… Bunlara karşı, sosyo-ekonomik hakları hatırlatmak gerekiyor.

Örneğin çalışma hakkının tüm sosyo-ekonomik haklar içinde merkezi bir önemi var; ayrıca, “ücretliler toplumu” haline gelen günümüz toplumunda çalışma hakkı, insan onuruna yaraşır ücret ve korunaklı çalışma koşullarıyla ilgili ekonomik haklar toplumun büyük kesimini ilgilendiren ve yaşamını belirleyen haklar niteliğinde. Buna karşın günümüzde iyi iş değil iş bulmak bile zorlaşmakta, dijital devrim ve yapay zekâ alanındaki hızlı gelişmelerle daha zorlaştığı ve zorlaşacağı bilinmektedir. İşsizliğe karşılık, “temel gelir” veya “yurttaşlık geliri” gibi uygulamalardan söz edildiğini de görüyoruz; ancak bu uygulama içinde herkese onurlu bir yaşam düzeyini sağlayacak bir gelirin verileceğini düşünmek zor. Böyle bir temel gelir, toplumsal gelirin bölüşümünde kökten dönüşüm anlamına gelir ki, kapitalist sistem ve neoliberal politikaların buna rıza göstermeleri beklenemez. Beklenebilseydi, çalışma saatlerini düşürerek isteyen herkese iş olanağının yolu bulunabilirdi. “Temel gelir” diye bugünkü asgari geçim düzeyi gibi düşük düzeyde bir gelir uygulamaya konduğunda ise- bu gelir hak niteliğinde olsa bile- yoksulluk ve devlete bağımlılığın artacağı kuşkusuz.

– Tarihin ve sosyal, ekonomik, siyasal koşulların ürünü

Hem zamanın ruhu hem toplumun mayası hukukun yapımında da, uygulamasında da belirleyici konumda; bu ilişki sosyo-ekonomik haklar açısından daha da belirgin…

Sosyo-ekonomik haklar,  temel haklar ve demokratik gelişmeler gibi, Batı Avrupa tarihi ve gelişmesi içinde ortaya çıkan bir olgu; arkalarında birçok etmen var. Bunlar arasında, liberal ekonomiden vazgeçilerek Keynesyen ekonomi politikalarına geçiş ile 19. Yüzyıl boyunca süren emek-sermaye çatışmasını uzlaştırmak üzere demokrasi ile devlet anlayışının değişmesinin önemi büyük. Bunların arasına savaş sonrası Avrupa’nın hemen yanı başında oluşan Doğu Blok’unun yol açtığı tehdit ve tehlikeleri de katabiliriz. Özetle toplumsal ihtiyaçlarla toplumsal güçler değişimi dayatmaktadır diyebiliriz. Bir yandan iki dünya savaşı sonrasında toplumda sosyo-ekonomik açıdan çöküş yaşanmakta ve bunlara cevap bulmak gerekmektedir. Bunun için ekonomi politikalarının değişmesine ve devletin ekonomiye müdahil olup piyasayı dengeleyeceği Keynesyen ekonomi politikalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Öte yandan emeğin siyasal haklara kavuşmasıyla toplumsal-siyasal güç ilişkileri değişmiştir ve sosyo-ekonomik beklentilere yanıt vermek için toplumsal uzlaşmaya ihtiyaç vardır. Savaş koşullarında iki taraf arasında sağlanan ve yararları görülen uzlaşmadan alınan dersler olduğu da kuşkusuz. Ekonomik açıdan, kalkınmayı sağlamak ve sosyo-ekonomik sorunlara çözüm üretmek için “bırakınız yapsınlar” anlayışından vazgeçilerek devletin etkin bir aktör olarak devreye girdiği Keynesyen ekonomiye geçilmesi gerekmekte. Siyasal açıdan, emeğin siyasallaşmasıyla toplumsal güç ilişkileri değiştiğinden emek-sermaye çatışması -eylem, protesto veya direnişe konu olmaktan çıkıp- siyasete tahvil edilmektedir. Toplumsal açıdan da, sosyo-ekonomik sorunların çözümü ve toplumsal uzlaşmanın sürdürülmesi için devlet anlayışı değişmekte, devlet sosyal refah, sosyal eşitlik, sosyal adalet yönünde sosyal politikalara gitmektedir. Böylece, sosyo-ekonomik haklarla ve sosyal devletin yolu açılmaktadır.  

Bu koşullarda, ekonominin de, siyasetin de toplumcu özellikler kazanmaya doğru ilerlemesi kaçınılmazdır; bir yandan, emeğin siyasallaşması sosyal demokrat veya işçi partilerini iktidara taşımakta,  öte yandan demokrasinin gücü liberal anlayışı değişime uğratmaktadır. Böylece iş kazalarıyla başlayan güvenceler işsizlik sigortasına uzanmış, tam istihdam hedefi benimsenmiş, genel sağlık sigortası devreye girmiş, belirli bir yaşa kadar eğitim zorunlu ve parasız olmuş, sosyal konutlar yapımına geçilmiştir. Batı Avrupa’da sosyo-ekonomik haklarla ilgili düzenlemelerin çoğunda sosyal demokrat hükümetlerin payı olsa da, liberal hükümetler zamanında da bu tür düzenlemelere devam edildiği örülüyor.[3] Liberal düşüncenin “yasalar önündeki eşitlik” gibi kısıtlı eşitlik anlayışının, “fırsat eşitliği“ gibi görece daha geniş bir anlayışa doğru evrilmesini de, yine kitlelerin gücü ve demokrasinin gereğine bağlamak doğru olur. Bu nedenle, liberal yaklaşım açısından demokrasiyi Aşil’in topuğuna benzetmek mümkün;[4] demokrasi ve eşit oy hakkı varsa, kitlelerin ihtiyaç ve beklentilerini dikkate almamak zor! Ne var ki, daha sonra değineceğim gibi, 80 sonrasının koşullarında demokrasinin liberaller için Aşil’in topuğu olmaktan büyük ölçüde çıktığını söylemek gerekiyor. Bu dönemde, ekonomik, siyasal toplumsal koşullar değişmiş, bu değişimler liberal ekonomiyi bazı kısıtlamalardan kurtarmıştır ama sağlanan serbestlik sonunda yalnız artan eşitsizlik ve adaletsizlikler toplumlar yaralanmakla kalmamış, siyaset ile demokrasi de gözden düşmüştür.

Değişen toplumsal güç ilişkileri ve sınıfsal nitelik

Sosyo-ekonomik hakların, gerek ortaya çıkışları gerek hedefleri açısından sınıfsal nitelik taşıdıkları açıktır.

İnsan haklarının hayata geçtiği ilk dönemde temel hak ve özgürlüklerden yararlananların toplumun zengin ve ayrıcalıklı kesimi olduğu, işçi sınıfının ve kadınların bu haklardan mahrum bırakıldığı biliniyor. O nedenle Batı’da emeğin mücadele tarihi, sendikal ve siyasal haklar olmak üzere iki yönlüdür; eşit oy hakkı ve siyasal yaşamda güçlenmenin ekonomik mücadeleleri için önemi daha baştan bilinmektedir diyebiliriz. Sınıf olarak siyasette var olmak, toplumsal-siyasal güç dengesini değiştirirken, siyaset, demokrasi, devlet anlayışı da değişime zorlanacaktır diye düşünülmekte ki, geçerli olduğu kuşkusuz. 1945 sonrasında liberal ekonomi yerine devletin müdahalesine imkân veren Keynesyen ekonomi politikalarına geçilirken, eğitim, sağlık, çalışma, sosyal güvenlikle ilgili düzenlemelere gidilmesi,  devlet anlayışının seyirci devlet (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) olmaktan çıkıp “sosyal devlet”  yönünde bir değişim geçirmesinin arkasındaki en önemli faktör toplumsal-siyasal güç dengesindeki bu değişimdir.

Böylece Batı Avrupa’nın, kapitalist ekonomi, çoğulcu demokrasi ve sosyal devlet gibi üç ayağa dayalı bir toplumsal uzlaşmaya vardığı söylenebilir. Söz konusu uzlaşmayı, emek ile sermaye, kapitalist ekonomi ile demokrasi, piyasa ile sosyal devlet arasında bir uzlaşma olarak nitelendirmek de mümkün. [5]

Bu uzlaşmanın anlamına gelince,  işçi sınıfı devrimci çizgiden ayrılıp parlamenter sistem içinde mücadele yolunu seçerken, kapitalist sistemi de kabul etmiş olmakta; sermaye ise, sınıf çatışmasının siyasete devrine, yani hem çatışmanın siyasal düzeyde devamına hem de devletin uzlaşmayı sürdürme amaçlı sosyo-ekonomik müdahalelerine rıza göstermektedir. Devlet ise, ekonomik ve toplumsal yaşamda etkin bir aktör,  emek-sermaye arasındaki ilişkilerinde ”hakem” rolündedir.

Özetle sosyal devlet, kapitalist sistem içinde varlık kazanmakta, toplumsal-siyasal gelişmelerin ürünü olmaktadır. Sosyal devletin kapitalizmin sürdürülmesine katkı sağladığı düşünüldüğünden, Marksist yaklaşım sosyal devlete eleştirel yaklaşır. Doğru yanı olduğu kuşkusuz; ancak sistem değişmese de ekonomi politikalarının değişmesiyle siyasetin sisteme müdahale edebilmesi mümkün olduğundan, sosyo-ekonomik hakların ve sosyal devletin kabulüyle sistemin ve piyasanın daha ”eşitlikçi bir paylaşım” yönünde işlemesinin mümkün kılındığı da küçümsenemez. Ne var ki, “toplumsal eşitliğin” gerçekleşmesi özellikle ekonomik hakların güç kazanmasıyla mümkün olduğundan, her sosyal devlette bu yönde bir gelişme sağlanamazken, sağlanan gelişmelerin 80 sonrasının neo-liberal politikalarıyla Avrupa’da sosyal devlet açısından daha iyi örnekler sunan ülkelerde bile gerilediği bir gerçek. Ekonomik, siyasal, toplumsal koşulların ürünü olan sosyo-ekonomik hakların değişen koşullardan etkilenmeleri kaçınılmaz. Örneğin Avrupa Birliği  (AB) olarak birleşen Avrupa, bu birleşmeden ve küreselleşmeden ekonomik olarak büyük yarar sağladığından bundan vazgeçemiyor, ancak küresel rekabet içinde ekonomik gücünü korumak isterken tam istihdam, iyi ücret gibi sosyo-ekonomik hedeflerinden taviz vermesi gerekiyor ki, bu tavizler nedeniyle sosyal devlet anlayışı her modelde az veya çok gerilemek durumunda kalmakta. Sol partilere gelince, getirdiği yararlar nedeniyle küreselleşmeye karşı duramadıklarından liberal partilerden farklı bir şey söyleyememekte, siyasal yelpazede sol ile liberal ve muhafazakâr partiler arasında büyük bir fark kalmamaktadır.

Yine de, öteki ülkelere göre çok daha iyi olan koşulları korumak için örgütlü emeğin büyük ölçüde 1945 sonrasına dayanan “tarihi uzlaşmayı” sürdürmeyi tercih ettiği söylenebilir. Bu nedenle özellikle örgütlü emek açısından koşullar hala öteki ülkelere göre bu ülkelerde daha iyi durumdadır; gelir dağılımı açısından eşitsizliğin en düşük olduğu coğrafya burası, sosyal eşitlik, sosyal refah, sosyal adalet gibi hedeflerin hala unutulmadığı ülkeler buradadır.

-Özgürlükle eşitlik ve dayanışmanın buluşması

Özgürlük, eşitlik, kardeşlik veya dayanışma” idealleri düşünüldüğünde, sivil haklar ve siyasal hakların bireyin özgürlüğü açısından vazgeçilmez olsalar da, eşitlik ve dayanışma açısından yetersiz kaldıkları biliniyor; bu nedenle, eşitlik ve dayanışma açısından olduğu kadar, özgürlüklerin varlık kazanması açısından da sosyo-ekonomik hakların değeri büyüktür.

Klasik liberalizm içinde özgürlük, genellikle bireyin “irade özgürlüğü” olarak ve  “bir şeyden özgür olma” (negatif özgürlük) anlamında tanımlanmakta; özgürlük de, bireyin özgürlüğünü kısıtlayan engellerin kaldırılması olarak anlaşılmaktadır.[6] Negatif özgürlük anlayışı çerçevesinde vatandaşların “yasalar karşısında eşit” oldukları kabul edildiğinden, eşitlik de, özgürlük gibi negatif karakterdedir; vatandaşların sosyal, ekonomik, kültürel açıdan farklı ve eşitsiz konumlarının bir önemi yoktur, eşitsizlikleri azaltma doğrultusunda toplumsal bir müdahale istenmediğinden “dayanışma“ gibi bir değerin önemsendiği de söylenemez. Aksine, özgürlüklerin veya eşitliğin sağlanması açısından dışarıdan gelecek müdahalelere yer olmadığı düşünülür ve bu tür müdahaleler zararlı görülürler. Örneğin Hayek, somut bir eşitlik sağlamak üzere hükümetlerin göstereceği çabaların yasa önünde eşitlikle zıt olduğunu söylerken, hukukun üstünlüğünün iktisadi eşitsizlikler doğurduğu inkâr edilemese de bunları kabul etmek gerektiğini, maddi eşitsizliklere müdahalenin – örneğin piyasaya müdahale ederek- güvenliği ve özgürlükleri ortadan kaldıracağını ileri sürmektedir.[7] Bu koşullarda yoksulluğun olması kaçınılmaz, devletin müdahalesi de “yoksullara yardım” niteliğindedir. 

Bu kısıtlı eşitlik anlayışının siyasal liberalizmin gelişme süreci içinde az da olsa değişime uğradığını söylemek gerekiyor. Siyasal liberalizm felsefi temelini bireyin özgürlüğü düşüncesinde bulmakta; bireyin özgürleşmesinin de, onu kısıtlayan tüm otoritelere ve kutsallıklara, en başta da devlete karşı korunmasıyla mümkün olacağı düşünülmektedir. Bireyin korunması ve özgürlüklerin güvence altına alınması için devlet aygıtını sınırlamak ve denetlemek gerektiğinden, insan hak ve özgürlükleri, anayasal otorite, erkler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı gibi birçok ilke ve mekanizmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Bu süreçte eşitlik anlayışının da, önce eşit oy hakkı veya “siyasal eşitlik”, daha sonra “fırsat eşitliği” yönünde bir değişim geçirdiği görülmekte. Bu değişimleri, 1945 sonrası yaşanan toplumsal-siyasal gelişmelerin ve demokrasinin getirdiği sonuçlar olarak görmek de yanlış olmaz.

Eşitlik, tanımlanması da, gerçekleşmesi de zor bir kavram!… Her şeyden önce, özgürlük gibi bireysel düzeyde tanımlamak mümkün değil; ilişkiler içinde düşünülmesi gerekmekte. Öte yandan, bireysel anlamda insanlar arasında mutlak anlamda bir eşitliğin gerçekleşmesine olanak yok. Her insan, yalnız çevresel koşulları değil,  doğası, alışkanlıkları, değerleri açısından farklı; bu nedenle insanlar arasında benzerlikler söz konusu olsa da, “aynılık” söz konusu değil; Buna karşın toplumsal ve siyasal ilişkiler söz konusu olduğunda,  ilkesel anlamda eşitlik hem bir değer hem bir hedef.

Bugün hemen her düşünce açısından “her insanın eşit değerde olduğu, herkese eşit davranılması gerektiği” gibi genel bir ilke kabul edilmiş durumda; ancak toplumsal-siyasal ilişkiler anlamında bir eşitlikten söz edilebilmesi için “hangi konuda eşitlik” gibi bir sorunun sorulmasına ihtiyaç duyulmakta. Stanford Felsefe Ansiklopedisi’ne göre, “eşitlik, iki veya ikiden çok kişi veya gurup ( kimler) ile bir veya birçok nitelik (hangi konuda) arasında ortaya çıkan üç taraflı bir ilişkidir” gibi bir tanımlamayı) başlangıç noktası olarak almak, yani eşitlikten söz edildiğinde, “kimler arasında ve hangi konuda gibi eşitlik” gibi sorular sormak gerekmekte.

Sosyo-ekonomik haklar, vatandaşların sosyo-ekonomik koşullar açısından asgari bir standart veya güvenceye sahip olmalarını sağlayarak, “fırsat eşitliğine” hizmet eder. Böyle bir eşitliğin kabulünde  “faydacı” bir beklentinin rol oynadığı da söylenebilir:[8]  Her şeyden önce, belirli eğitim, sağlık, sosyal güvenceye sahip işgücü ekonomik verimliliğe katkı sağladığı gibi, bu niteliklerin devlet kaynaklarıyla sağlanması işletmelerin yükünü azaltmaktadır. Bu nedenle, emeğin sosyo-ekonomik koşulları için verdiği mücadeleler siyasete aktarılır ve sosyal devletin politikaları arasına girerken, bu aktarımın emek için getirileri kadar, hükümetler ve sermaye için de çalışma barışı, toplumsal uzlaşma, ekonomik istikrar ve verimlilik gibi birçok getirisi olduğu unutulamaz. Öte yandan, eğitim, sağlık, iş, gelir, güvenlik gibi temel konularda sağlanan fırsatlar ve iyileştirilen koşulların iyi bir yaşam (decent life) için olduğu kadar, iyi yaşamlar arasında seçim yapabilmek, bir başka deyişle özgürlüklerin kullanımı açısından da önemli olduğu kuşkusuz. Kısacası “eşit fırsatlar” gibi bir ilkenin, demokratik süreçlerin işlemesi açısından vazgeçilmez önemde olduğunu düşünmek mümkün.[9] Benzer bir düşünceyi, sosyal liberaller arasında yer alan Rawls’da da görüyoruz.

Sonuç olarak sosyo-ekonomik hakları, fırsat eşitliğine hayat kazandıran, böylece  “özgürlükle eşitliğin ve dayanışmanın”  buluşmasını sağlayan haklar olarak düşünebiliriz.[10] Devletin pozitif müdahalesi ile gerçekleştirilebilen bu hakların- eğitim, sağlık, konut, güvenlik gibi- gerçekleşmesi, toplumun birikimi olarak düşünülebilecek vergi gelirinin sosyal eşitlik ve sosyal dayanışmanın güçlenmesi için harcanması anlamına da gelmekte. Bu haklar piyasa dışına çıkarıldığı ve kamu hizmeti olarak sağlandığı ölçüde toplumsal eşitlik gelişir ve dayanışma güçlenir, metalaştığı ölçüde sosyal devlet gerilerken sosyal eşitlik ve sosyal dayanışma da azalır.

– Sosyal devlet

Sosyal devlete büyük ölçüde hukuki zemin kazandıran sosyo-ekonomik hakların kabulü olduğu gibi, sosyal devlet anlayışını farklılaştıran kriter de sosyo-ekonomik haklara ilişkin yaklaşım ve bunların gerçekleşme düzeyi ile ilgili.

 İlkesel olarak sosyal devletten beklenen, sosyo-ekonomik hakları piyasa dışına (de-commodification) çıkarmasıdır:[11] Sosyal devlet modelleri arasındaki farklılık da, bu hakların piyasa dışına çıkarılmalarının ölçüsünden/düzeyinden gelmekte. 

Hiçbir demokraside ve sosyal devlet modelinde sosyo-ekonomik hakların külliyen yok sayıldığı söylenemez. Ancak, haklar ve gerçekleşme düzeyleri açısından farklılıklar gözden kaçırılamayacak boyuttadır. Örneğin liberal sosyal devlet anlayışı içinde, en altta, geride kalanlara yardım biçiminde bir anlayış geçerlidir. Eğitim ve sağlık haklarının kamu tarafından karşılanmasından tümüyle vazgeçilmese da piyasalaştırma eğilimi yüksektir, sosyal güvenlik ve sendikal haklar konusunda engeller ve yetersizlikler boldur, çalışma hakkı ise yok mertebesindeyken, çalışma koşulları büyük ölçüde piyasa koşullarına bırakılmaktadır. Bu nedenle işgücü piyasasında eşitsizlikler büyüktür, insan onuruna yakışır işler ve koşullar da pek dert değildir. “Ücretliler” toplumunda yığınlar için tek geçim kaynağı ücretli bir iş bulabilmekten geçerken, çalışma hakkının yokluğunu, sosyo-ekonomik hakların ve ,sosyal devletin yokluğu olarak yorumlamak çok da yanlış olmaz düşüncesindeyim.

Dolayısıyla sosyal politika ve sosyal devletten söz edildiğinde, sosyo-ekonomik hakların, özellikle çalışma hakkı dahil olmak üzere ekonomik hakların konumuna bakmak doğru olur. Bu hakların konumu, bize, nasıl bir sosyal politika ve sosyal devlet anlayışından söz edilebileceğini gösterir. Bu irdelemeyi yaparken, çalışma hakkının kritik ve belirleyici konumu da göz ardı edilemez. Çalışma hakkı ve insana yaraşır bir ücret düzeyi hak olarak kabul edilmedikçe, sosyal politikanın “sosyal güvenlik” veya “sosyal yardım” politikası olmaktan öteye gitmesi mümkün değildir. 

– Temel haklarla demokrasi anlayışı ve talebinin güçlenmesindeki rolleri

Siyaset, temelde, güç ilişkileri içinde biçimlendiği gibi,  demokrasi kültürü denilen şeyin de eğitim ve deneyim meselesi olduğu kadar, bilinçli ve güçlü bireylerle kazanılacağına kuşku yok. Bu nedenle sosyo-ekonomik haklar, temel hak ve özgürlüklerin varlık kazanmalarına hizmet ederken demokrasiye de hizmet ederler.

Sosyo-ekonomik hakların temel hak ve özgürlüklerin varlık kazanması açısından oynadıkları rolün ve demokrasinin anlam ve işlevine katkısı pek dikkate alınmaz ama yalnızca eğitim olanağının yaygınlaşmasının bile önemini nasıl yadsınabilir?  Bu nedenle demokrasiden konuşulurken, sosyo-ekonomik hakların vatandaşların öğrenme, bilme, seçme kapasitelerini güçlenmesi açısından oynadıkları rolün, siyaset ve demokrasiye yapacakları katkının vurgulanması gerektiğini düşüncesindeyim.[12]

Bu noktada Marshall’ı anmak kaçınılmaz. Marshall’ın deyişiyle, refah devletinin amacı yalnızca gelir dağılımı veya sağlık sorunları gibi sosyal sorunları çözmek değildir, bundan daha ilerde bir ideali vardır; maddesel koşulların iyileşmesi, aynı zamanda, sivil toplumun güçlenmesi ve uygarlığın zenginleşmesi için atılmış adımlar olarak önemlidirler:[13] Kısacası, sosyal vatandaşlık ve sosyal eşitliğin, kendi başlarına önemlerinin dışında, siyasal eşitliği geliştirmek ve demokrasinin işlevselliğinin arttırmak açısından da önemleri vardır; bu amaçlar ve bu yolda sağlanan gelişmeler siyasete ve demokrasiye prosedürel-kurumsal niteliklerin ötesinde anlam ve işlev kazandırırlar. Ne var ki, siyasal demokrasi tartışmalarında çoğunlukla bu ilişkilere yer veren tartışmalara rastlamak zor. Oysa, demokrasiye ve demokratik kurumlara ilişkin kuşkuların artmasında bu işlev kaybını görmemek mümkün değil; artan toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliklerle kendisine karşı bir güç bırakmayan küresel kapitalizmin ve liberal politikaların demokrasiyi sakatladığını düşünmek için de epeyce neden var. Bu konuda, yalnızca Türkiye örneği bile çok şey anlatmakta.

Eşit fırsatların demokratik süreçlerin işlemesi açısından vazgeçilmez önemde olduğunu düşünen sosyal liberaller arasında Rawls’ın yaklaşımı da önemli.  Rawls için, vatandaşlar arasındaki farklı kapasiteler en başta demokratik katılım açısından sakıncalıdır. Ona göre, adil bir anayasal demokrasi, özgürlük ve eşitlik gibi iki temel değeri üç karakteristik ilke halinde birleştiren ve düzenleyen toplumdur:[14] İlk ikisi, temel haklar, özgürlükleri, fırsatları belirler; üçüncüsü ise, her vatandaşın özgürlüklerden akıllıca ve etkili biçimde yararlanması için yeterli olanak sağlanması anlamını taşır. Bunun için de, toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin aşırıya kaçmasını engelleyecek temel bir yapı gerekir. Bu üçüncü ilke olmadığında ortaya çıkan rejimi “liberteryanizm” olarak adlandıran Rawls, liberalizmi bundan ayırır ve liberal bir rejimde istikrarı sağlamak açısından şu şartları gerekli görür; eğitimde fırsat eşitliği,  temel sağlık hizmetleri, uygun bir gelir ve refah dağılımı, makul bir iş ve çalışma güvencesi, politik konularda kamuoyunun bilgi edinme olanaklarının varlığı… Özetle Rawls, sivil ve siyasal hakları önemsemekle birlikte,  toplumdaki aşırı eşitsizliklerin bunların varlık kazanmasını engelleyeceğini  düşünmekte ve adaletin sağlanması için yalnız “herkes için geçerli eşit temel özgürlüklerin” yeterli olmadığını, toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin “en az avantajlı olana en büyük yarar sağlayacak” biçimde düzeltilmesi gerektiğini söylemektedir:[15] Bu nedenle, “eşit değerde özgürlük” gibi bir anlayışı ileri sürer ve toplumsal düzeyde aşırı adaletsizliklerin önlenmesi doğrultusunda “farklılık” (difference principle) ilkesi olarak adlandırılan bir ilke ile uygun bir gelir dağılımına ihtiyaç olduğunu söyler. Bu adalet anlayışı içinde eşit değerde özgürlük anlayışının, “bölüşüm adaleti” açısından taşıdığı duyarlılıkla fırsat eşitliğinden öte bir anlayışı temsil ettiğini de söylemek gerek.

– Siyasal ekonominin hem sonucu hem göstergesi

Sosyo-ekonomik haklar pozitif niteliktedir, varlıkları ve gelişmeleri devletin vergi geliri üzerinden bunlara kaynak ayırmalarına bağlıdır. Bunların hayata geçmesi için eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, barınma gibi hakların kamu hizmeti olarak sağlanması, iyi işler, korunaklı çalışma koşullar, sosyal güvenlik gibi hakların gelişmesi gerekiyor, bireyin gelişmesi ve korunması sağlansın. Bunların gerçekleşmesi için devletin önemli bir kaynağa ihtiyaç duyacağı açık; bu nedenle hem adil bir vergi politikasına hem de toplumsal eşitlik ve adaletten yana bölüşüm politikasına ihtiyaç vardır. Bu nedenle sosyo-ekonomik haklar, bir yandan devletin gelirin yeniden bölüşümünde oynadığı rolün sonucu olarak -az veya çok- varlık gösterirler; öte yandan hayata geçme düzeyleri- örneğin bu hakların kimlere, ne kadar, ne düzeyde sağlandığı- siyasal ekonominin göstergesi niteliğini taşır.

Burada, devletin her koşulda  “gelirin yeniden dağıtımında” etkin bir rol oynadığını hatırlatmak isterim.[16] Hem vergi politikaları hem bütçe ve harcama kalemleri, yani kimlerden vergi alındığı ile kimlere harcandığı, -ihaleler, izinler, aflar, teşvikler gibi- devletin gelirin yeniden dağılımında kimden yana olduğunun göstergeleridir. Liberal demokrasilerde çok zaman sermaye birikimi yönündeki politikalar önceliklidir; bu önceliği, harcama kelemleri açısından olduğu kadar, düşük gelir vergisi, yoğun vergi kaçırma, dolaylı vergilerin hacmi gibi göstergelerle de anlamak mümkün. Sosyo-ekonomik hakların gerçekleşmesi önemsendiğinde ise, devletin ekonomik kaynağını güçlendirmesine ihtiyaç var ki, etkin ve adil bir vergi politikasına ihtiyaç duyulması kaçınılmaz. Özetle, sosyo-ekonomik haklar ve sosyal devlet konusunda vergi sistemi bize çok şey anlatır.

Demokrasiyi kabul eden her toplumda, sosyo-ekonomik hakların az çok varlığından ve devletin ”gelirin yeniden dağıtımında” yine az veya çok sosyal eşitlik yönünde bir rol oynadığından söz edilebilir. Yukarıda birkaç kez değindiğim gibi, siyasal demokrasi kabul edilmişse kitlelerin istem ve ihtiyaçlarına tümüyle sırt çevirmek mümkün değildir; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi hakların asgari düzeyde de olsa kamu hizmeti olarak karşılanması beklenir. Buna karşın, sağlanan hizmetlerin hacmi ve niteliği benimsenen siyasal ekonomi anlayışına göre değişecektir; sosyo-ekonomik haklar ciddiye alındığında bu hizmetlerin kapsamı geniş, verdikleri hizmet kaliteli olacak; bu nedenle GSMH içinde hem vergilerin hem sosyal harcamalara ayrılan pay yüksek olacaktır. Sosyo-ekonomik hakların güç kazanamadığı koşullarda ise bu paylar azalırken popülist politikalar devreye girmesi gerekecektir.

Bu konuda, örneğin 1945-80 arasındaki Keynesyen ekonomi politikaları ile 1980 sonrasındaki neo-liberal ekonomi döneminin,  vergi politikaları ve kamu hizmetleri açısından sonuçları çok farklı olduğu gibi, toplumsal-siyasal koşullardaki farklılık nedeniyle ülkelerin her iki dönemde de farklılaştığı görülmekte. Örneğin sosyo-ekonomik hakların durumu ve gelir dağılımında adalet açısından AB üyelerinin öteki tüm ülkelere göre daha iyi örnekler sunduğu ortada; İskandinav ülkelerinde ise bu alanlarda daha olumlu gelişmelerin sağlandığı biliniyor.  Buna karşın ABD ile gelişmekte olan ekonomilerin “gelir adaletsizliği” açısından kötü örnekler oldukları, 80 sonrasında bu adaletsizliğin daha da ileriye götürüldüü bir gerçek.

-Uluslararası Sözleşmeler ve Hakların Bütünlüğü

Ülke uygulamalarından sonra, Birleşmiş Milletler ‘in (BM) harekete geçmesi ve 1966 tarihinde “Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar Sözleşmesinin” (SEKHS) kabulüyle, sosyo-ekonomik hakların uluslararası düzeyde varlık kazanmış, SEKH Sözleşmesi yeterli imzaya 1976 tarihinde ulaştığından, bu tarihten sonra yürürlüğe girmiştir. O nedenle, 1948 tarihinde hayata geçen Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’ne göre daha yakın zamanların kazanımı olduğu gibi, bu haklara ilgili tartışmalar da hala bitmiş değildir. Bu konuda, öncelikle, liberal demokrasilerin biçim verdiği tüm sözleşmelerin ekonomik politikalara ilişkin bir şey söyleyemediklerini hatırlamak durumundayız. Örneğin SEKH Sözleşmesi ile getirilen haklar doğrudan siyasal ekonomiyle ilgili olmalarına karşın, Sözleşme’nin ekonomiyle ilgili bir sözü yoktur. Öte yandan insan haklarının varlık kazanmalarının ulus devletlere bırakıldığı, geçerliliklerinin her ülkenin koşullarına göre değiştiği biliniyor. Sosyo-ekonomik haklarla ilgili sözleşme açısından bu durum daha da belirgin; toplumsal, ekonomik, siyasal koşullar uygun olmadıkça bu haklar yok,  bu hakların varlık kazanması açısından BM’nin yapacağı bir şey de yok!… SEKH Sözleşmesi’nin denetlenmesi ancak beş yılda bir hükümetlerin verdiği raporlar üzerinde yapılmakta, raporların gerçeği yansıtma konusundaki zaafları bilinirken, BM’nin raporlarla ilgili yapabildiği de, tavsiye niteliğini geçmemektedir. Öte yandan SEKH Sözleşmesi’nin, İnsan Hakları Sözleşmesi gibi gönüllü kuruluşlar tarafından yakından izlendiği ve tartışıldığı söylenemez; yani bu Sözleşme açısından uluslararası bir denetimden söz etmek mümkün değildir.[17] Bu hakların ulusal ve uluslararası düzeyde hak aramak için yargıya konu olmaları da söz konusu değildir.

Kuşkusuz, bu yetersizliklerine karşın, uluslararası sözleşmelerin özellikle gelişme ve demokratikleşme yolunda ilerleyen ülkeler açısından önemi var.  Bu ülkelerde insan hakları yönündeki gelişmeler toplumsal mücadelelerden çok “modernleşme-demokratikleşme” yönündeki siyasal irade içinde varlık kazandığından, uluslararası sözleşmelerin kabulü, hem söz konusu ülkelerde bu yolda yasal-kurumsal bazı değişikliklere gitmeyi gerektirmekte hem bu alanda verilen toplumsal mücadeleler için bir dayanak/zemin oluşturmaktadır. Ancak, son tahlilde, temel haklar ve özgürlükler, özellikle de sosyo-ekonomik haklar açısından her toplumda toplumsal-siyasal güç ilişkilerinin belirleyici olduğu inkâr edilemez bir gerçek.  

Varlık kazanmaları zaten oldukça güç olan sosyo-ekonomik hakların siyasal ekonomi ile ilgisi büyük olduğundan, kapitalizmin küreselleşmesi sonrasında güç kazanan neoliberal politikalarla birlikte daha fazla tehdit altına girdikleri de açıktır. Hemen her ülkede çalışma koşulları gerileyip, sosyo-ekonomik koşullar kötüleşirken, yeniden yapılanma adı altında birçok ülkede kamu hizmetleri çökertilip bu hizmetlerin piyasalaşması yoluna gidilmiştir. Bunlar olurken SEKH Sözleşmesinin kabulünün pek fazla hükmünün olmadığı da anlaşılmıştır. Aslında, dünyadaki tüm ülkelerin temsilini içeren yapısı, barış, insan hakları, demokrasi, insani gelişme gibi konuları savunmaya yönelik çabalarıyla BM’nin ve bu konularla ilgili uluslararası sözleşmeler oluşturduğu kurumların vazgeçilemeyecek önemde olduğunu düşünüyorum; ne var k, hem kurumsal ve yönetim yapısının değişmesi hem yaptırım gücünün arttırılmasına ihtiyaç var. Bugün için, insani gelişme açısından içler acısı tabloyu ortaya koymaya, yoksulluğun “insan hakkı ihlali” olduğunu söylemeye, eşitsizlik ve adaletsizliklerin giderilmesi için Milenyum hedefleri gibi hedefleri benimsemeye çalışıyor;  bu çabalarının özellikle çok yoksul ülkelerle çok yoksul kesimler için önemi olduğu da kuşkusuz; ancak, bunların çok yetersiz kalması gibi, BM’de güçlü ülkelerin hegemonyasından çıkamamakta.

Oysa günümüzde toplumsal ve küresel düzeyde uçurum halini alan eşitsizliklerin arkasındaki temel faktörün kapitalist ekonomi ,le neoliberal politikalar olduğunu devletler de, uluslararası kuruluşlar da biliyorlar. Bunlara dokunmadan ne küresel ne ulusal düzeyde insani gelişme endeksinin daha iyi sonuçlar göstermesi, eşitsizliklerin azalmasının mümkün olmadığı da biliniyor. Ancak bunu değiştirecek gücün BM ve Sözleşmeler olmadığı açık.

BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi Madde 25, şöyle diyor:

“ Herkesin, gerek kendisi ve gerek ailesi için yiyecek, giyecek, sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes; işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi denetiminin dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir”

Bugünse, etrafımızdaki bunca savaş ve şiddetin de gösterdiği gibi, en temel hak ve özgürlükler konusunda bile kendilerince haklı gerekçe ve mazeretler üreten ülkelerin egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz; o nedenle, bu dünyanın SEKHS karşısında daha vurdum duymaz davranması şaşırtıcı olmuyor. Ne yazık ki, genellikle bu dünyaya alışıldığı da söylenebilir.  Oysa bu dünya tüm göstergeleriyle insan hakkı ve insanların eşitliği diye bir şeyin olmadığı, bu iddiaların ancak “Birinci Dünyadakiler”  için geçerli olduğunu gösteriyor.  Bugün zenginliğin inanılmaz boyutlara ulaştığı dünyamızda yoksullukla yoksunluklar büyür, dünya nüfusunun yüzde biri dünya gelirinin yarısından fazlasına sahip olurken, konuşanlar, fikirlerini söyleyenler, toplumun ve dünyanın gidişatını belirleyenler, politikalara yön verenler de, büyük ölçüde, onlar olmakta…  

Başlarken sosyo-ekonomik haklar dahil insan haklarının insanlığın gelişmesi açısından bayrak direkleri niteliğinde olduğunu söylemiştim . Ne yazık ki, bayraklar yarıda, eşitlik ve adalet açısından bugünden ileriye gidilmedikçe yukarı kalkmaları da mümkün değil. Ancak insanlığın ve uygarlığın asıl gelişmesi, ekonomik-teknolojik gelişmelerde değil, buralarda olduğundan, insani koşullar değişmedikçe insanlığın ilerlediğinden değil gerilediğinden söz etmek doğru olur.

-Sosyo-Ekonomik Haklar ve Günümüzdeki Tartışmalar![18]

Sosyo-ekonomik hakların birçok ülkede varlık kazanamaması bir yana, özellikle liberal düşünürler tarafından baştan beri hak olup olmadıkları tartışılmakta. Örneğin Hayek, somut bir eşitlik sağlamak üzere hükümetlerin sarf edeceği çabaları yasa önündeki eşitlikle zıt, hatta birlikte düşünülemeyecek şeyler olarak görmekte ve iktisadi eşitsizlikler inkâr edilemese de, insanların maddi durumlarını dikkate alan bir hukuk sisteminin, “hukukun sosyalleştirilmesi” olacağını söylemektedir[19] Onun gibi, adaleti, büyük ölçüde gönüllü katılım ve seçimle belirlenen anayasal/yasal kurallara uygun davranmak olarak tanımlayan ve hukuki çerçeve içinde yasal eşitlik ile serbest seçimler dışında başka kaygılara yer olmadığını söyleyen başka liberaller de vardır.[20] 

Buna karşın, Rawls gibi “sosyal liberal” grubuna girenler, refahın bölüşümünü mesele yaparken, adaletin sağlanması için yalnız “herkes için geçerli temel özgürlüklerin” yeterli olmayıp, toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin “en az avantajlı olana en büyük yarar sağlayacak” biçimde düzeltilmesi gerektiğini söylemektedirler:[21] Ancak Rawls’ın, liberal yaklaşımla hareket ettiğinden sivil haklarla siyasal hakları önemserken sosyal ve ekonomik hakları listesinin dışında bıraktığını ve bölüşüm adaletini ulusal düzeyde veya belirli bir toplum düzeyinde düşündüğünü de söylemek gerek.

Liberal düşünceden ayrılmamakla birlikte, ahlaki kaygılardan hareket eden ve farklı şeyler söyleyen düşünürler de bulunmaktadır. Bunlar arasında yer alan Amartya Sen, herkesin insan olmaktan gelen hakları olduğunu söylerken, bazı haklar konusunda kuşkular duyulması nedeniyle insan haklarının kavramsal haklılık temelinin kurulması ihtiyacını gündeme getirmekte ve insan haklarının hukukla düzenlenmenin öncesinde “etik bir temeli olduğunu söylemektedir:[22] Sen’in yaklaşımına göre, sosyo-ekonomik haklar da dahil olmak üzere tüm insan hakları yasal düzenlemelere konu olmalarının öncesinde etik bir temele dayanmaktadır; bu nedenle,  sosyal hakların öteki haklara göre daha az güvence altına alınmış ve yeterince kurumsallaşmamış olmaları bunların ”hak” olmaktan çıkarmaz.

Charles Jones, haklar düşüncesini, daha ileriye götürerek, “insanın yaşamsal çıkarlarına” (vital human interests) bağlamakta ve arkasındaki “ahlaki güçten” (moral force) söz etmektedir; bu bağlamda temel insan hakları ile temel ihtiyaçların karşılanmasını  “asgari bir ahlaki” gerekirlik (the moral minimum) olarak düşünmektedir:[23] Küresel adalet düşüncesine temel olarak “varolma haklarından” (substance rights) söz ederken, gelir ile varolma haklarının temel insan hakları arasında yer alması gereğini de dile getirmekte. Örneğin, barınacak bir yerin olmaması veya beslenememenin insan üzerinde etkisinin, en azından, din ve vicdan özgürlüğünün olmamasından daha fazla olacağını kabul etmek gerektiğini söylüyor ki, haksız değil.

Sosyo-ekonomik hakların hem yasal olarak varlık kazanması hem de anayasallaşmalarına karşın hayata geçememeleri açısından en önemli nedeni, bu hakların devlete bazı yükümlülükler getiren pozitif karakterine bağlayanlar gibi, haklar arasında ayırım yapılmasının haklı bir temeli olmayacağını ileri sürenler de var. Bunlara göre,  haklar arasında negatif ve pozitif karakter açısından ayırırım yapmak anlamlı değildir: [24]  Çünkü, sivil ve siyasal hakların en azından bazılarının pozitif karakterde olduğunun düşünülmesi gerekmektedir. Örneğin dava konusu olan her türlü hakkın aranabilmesi için yargı sisteminin kurulması gerekirken, oy verme hakkının varlık kazanması için de bir seçim sisteminin kurulmasına ihtiyaç vardır ve tüm bunlar da devletin sorumluluğu altındadır.

Sosyo-ekonomik haklar açısından sürüp giden tartışmaları bir yana koyup uygulamaya bakarsak, sosyo-ekonomik hakların varlık kazanması açısından ülkeler arasında daha baştan itibaren büyük farklılıklar olduğunu ve bu hakların çok daha az kabul gördüğünü söylemek gerekiyor. Yukarıda da özetlemeye çalıştığım gibi, bu hakların kabulü ve varlık kazanması,  ülkelerin tarihi, toplumsal, ekonomik, siyasal koşulları, buna bağlı olarak değişen toplumsal-siyasal güç ilişkilerine bağlı olarak çok farklılaşmakta. Örneğin ABD ekonomik açıdan çok gelişmiş bir ülke olsa da, anayasasında da bu haklara yer verilmiş değildir; anayasada daha sonra birçok değişiklik yapılmış olsa da bu konuda bir değişiklik yoktur. Bu konuda Kıta Avrupası öne çıkarken, kapitalist istem içinde kapitalizm çeşitlemelerinden söz etmek mümkün. Örneğin Kıta Avrupa’sındaki düzenlenmiş kapitalizm (organized capitalism) veya koordine edilmiş piyasa ekonomisinden (coordinated market economy) söz edilirken, ABD, Kanada, İngiltere ve İrlanda gibi Anglosakson ülkelerde “liberal piyasa ekonomisi” geçerlik kazanmaktadır:[25] İkisi arasında devletin konumu, uzun vadeli hedefler, sosyal kurumsallaşma (sosyo-ekonomik hakların kurumsallaşması) ve dengeleme açısından önemli farklar bulunduğu görülmekte.

Sosyal devlet modellerinin farklılaşmasının kapitalizmin çeşitlenmesi ve siyasal ekonominin farklılaşmasına bağlı olduğu da söylenebilir.  Esping-Andersen’in yaptığı tanımlamaya göre üçe ayrılan (liberal, muhafazakâr, sosyal demokrat model) sosyal devlet modellerinin,[26] geleneksel dayanışma ile sosyal devletin iç içe geçtiği “Latin veya Akdeniz modeli eklenerek dörde çıkarıldığı da görülmektedir.[27] Sosyal devlet modelleri açısından esas farklılığın, sosyo-ekonomik hakların ne ölçüde “piyasa dışına çıkarılmasıyla” (de-commodification) ile ilgili olduğu,  bu farklılığın da siyasal ekonomiye dayandığı biliniyor.

Ülkelere göre farklılaşan kapitalizm çeşidi, siyasal ekonomi ve farklı sosyal devlet modellerinin ortaya çıkması konusunda en açıklayıcı yaklaşımın, “güç ilişkileri yaklaşımı” (power relations approach) olduğu söylenebilir:[28] Kapitalizm sistem içinde yer alan her ülkede demokrasi gereği siyaset, en azından sosyal hakları, emeğin hak ve ihtiyaçlarını dikkate alacak bir politika izlemek durumundadır; ancak bunun ölçüsünün ne olacağını belirleyen her topluma göre değişen toplumsal-siyasal güç ilişkisidir.  Ekonomi sistem değişmediğine, asıl rol oynayan faktör siyaset olduğuna göre, toplumsal-siyasal güç dengesinde sosyo-ekonomik hakları piyasa dışına çıkaracak yönde zorlayacak güçlere ihtiyaç var. Bunun. için, öncelikle, emeğin sermaye karşısında göreceli de olsa güç dengesi sağlayacak yönde toplumsal-siyasal açıdan güçlenmesine ihtiyaç bulunuyor; ülkeler arasında görülen farklı kapitalizmler ile farklı siyasal ekonomi anlayışlarının gerisinde yatan da büyük ölçüde emeğin toplumsal-siyasal konumuyla ilgili olmakta. Batı Avrupa dışında kalan ülkelerde “düzenlenmemiş” kapitalizmin ve piyasanın egemenliğinin daha büyük olmasını, bir başka deyişle bu ülkelerde kuralsız (vahşi de denilebilir) kapitalizmin varlık kazanmasını da, bu toplumlarda sermayeyi dengeleyecek toplumsal-siyasal güçlerin yetersiz kalmalarına bağlamak yanlış olmaz.

80 sonrasında ise, kapitalizm küreselleşme sürecine girip neoliberal politikalar uygulanmaya konulduğundan, bu süreçte küresel piyasaya eklemlenmek ve küresel rekabete karşı durabilmek için ulus devletin de, emeğin de güç kaybettiğini söyleyebiliriz. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde devletin sosyal rolünün aşındığı, sosyo-ekonomik hakların gündemden kalktığı, bunlarla ilgili kamu hizmetlerinin hem piyasalaşıp hem nitelik kaybettiği görülürken,  küresel rekabet içinde emeğin de hem pazarlık hem toplumsal-siyasal gücü gerilemektedir. Hemen her ülkede eşitsizlikleri azaltmaya yönelik devlet müdahalesi geriler, devletin sosyo-ekonomik sorunları azaltmaya yönelik rolü ve uyguladığı sosyal politikalar, neo-liberal anlayış çevresinde “yeniden yapılanma” yoluyla kısıtlanmaya giderken, buna karşı duracak güçler de erimektedir.   İşsizlik ve çalışan yoksullar artmakta, çalışanlar arasında ücret uçurumları oluşmakta, ücret ve gelir dağılımında eşitsizlikler artarken, toplumsal tabakalar arasındaki ayırımlar da büyümektedir. Kapitalist sistemde piyasa koşulları her daim öndedir ama Keynesyen ekonomi döneminde siyasetin piyasanın dayatmaları ile yol açtığı sorunları hafifletecek bir rolü de olmuştur; 80 sonrasındaki neo-beral politikalarla bu rol budanmıştır.

Bu dönem depolitizasyonun da güçlendiği bir dönemdir. Kuşkusuz siyasetten uzaklaşmanın arkasında ideolojilerin, büyük anlatıların gözden düştüğü, bireyselleşmenin ve piyasanın öne çıktığı post-modern dünyanın da, insanın değişmesinin de etkisi vardır; ancak, siyasetin vatandaşın beklentilerine cevap vermez oluşunun etkisi görmezlikten gelinemez. Gerçekten küreselleşme karşı durulamadığından siyasal partiler arasındaki farklar büyük ölçüde ortadan kalkarken,  geniş kitleler için demokrasinin vaatleri ile işlevi de ortadan kalkmış olmaktadır. İşlev kaybının sonucunu artan depolitizasyonu görmek mümkün olduğu gibi, gelecek kaygısı ve umutsuzluğun büyümesinde, siyaset ve demokrasi yoluyla çözülemeyen sorunları eylemlerle ortaya koymalarında, toplumsal hareketliliğin artmasında da gözlemek mümkün. Demokrasi işlevsiz kalınca, siyasetten uzaklaşma, derdini sokakta anlatma eğilimleri de büyümektedir. Öte yandan demokrasinin işlevsizliği, bu kaygı ve korkuları, toplumun muhafazakâr, milliyetçi, dinci duyarlıklarının güçlenmesi doğrultusunda kullanan sağcı-milliyetçi partilerin yükselişini de kolaylaştırmaktadır. Günümüzde demokratik ülkelerin azalması, aşırı sağın yükselmesi, seçilmiş otokratların ortaya çıkmasının gerisinde tek neden olarak siyasetin ve demokrasinin işlev kaybından söz edilemez kuşkusuz; ama arkasındaki güçler dahil sol siyasetin yokluğu veya güçsüzlüğü ile siyasetin ve demokrasinin kitleler için işlevsiz hale gelmesinin, meydanın sağa kalmasında en büyük faktör olduğunu yadsımak kolay değildir.

Bu tartışmalardan nasıl bir sonuç çıkarabiliriz diye sorulduğunda dört noktanın vurgulanabileceğini düşünüyorum: İlk olarak, sosyo-ekonomik haklar konusunda, hukuk temelli olmaktan çok siyasal ekonomi temelli tartışmalara ihtiyaç olduğunu kabul etmek gerekiyor. İkinci olarak, sosyo-ekonomik hakların temel hak ve özgürlükler ile demokrasinin gelişmesi açısından oynadıkları rol ve yaptıkları katkının üzerinde durulmasına ihtiyaç olduğu açık; demokrasi tartışmalarında bu ilişkinin dikkate alınması gerekiyor. Üçüncü olarak, küresel kapitalizm ile neoliberal politikaların egemenlik kazandığı günümüzde sosyo-ekonomik sorunların da küresel bir boyut kazandığı görüldüğünden, sosyo-ekonomik haklarla ilgili sorunu ulusal devletlere havale etmenin bir anlamı olmayacağı ortada. O nedenle, popülist olmayan gerçekçi çözümler üretmek için, küresel dünyayı ve “küreselleşen kapitalizm ve neoliberal ekonomi politikalarını” masaya yatırmak gerekmekte.  Dördüncü olarak, kapitalizmi ve neoliberal politikaları dönüştürmek gerektiğinde emeğin toplumsal-siyasal anlamda güç kazanması gerektiğine kuşku yok. Bunun için küresel-toplumsal-yerel düzeyde olmak üzere çok düzeyli örgütlenme ve mücadele ile farklı toplumsal-küresel duyarlıklarla biraraya gelmesini sağlayacak anlayış ve politikalara ihtiyaç olduğu açık.

Geçmişte en azından bazı ülkelerde ulus devletin daha eşitlikçi bir gelir dağılımına yönelmesini ve siyasal ekonominin bu yönde dönüşümünü sağlayan toplumsal-siyasal güç bugün, bazı ülkelerde gerilemiş, bazı ülkelerde yok mertebesine gelmiştir. Öte yandan, ulus devlet,  dışa açılma ve küresel açıdan rekabet edebilmek için- bizim gibi ülkelerde yabancı sermayeyi çekmek için de- ulusal olmaktan çok uluslararası ajan rolüne büründüğünden ulus devletten toplumcu-eşitlikçi politikalar beklemek zordur. Bu yolda dönüşümü sağlamak için, sistemi ve politikaları küresel düzeyde değiştirmekten başka yol yoktur. Bugün kapitalizmin fetret devrinden söz edildiği biliniyor. Bununla, sistemin yarattığı eşitsizlik ve adaletsizliklerle artık siyaset ve demokrasi gibi kendini de yok etmeye götürecek kadar yozlaştığı, ancak yenisinin de henüz ortaya çıkmadığı düşünülmekte. Zenginlik ve yoksulluk arasındaki uçurum büyürken, devletin eli kolu da bağlanmaktadır ki, vergi cennetleri bunun önemli bir göstergesi… Sonuç olarak, yenisinin ortaya çıkmadığı, buna karşın sorunlar gibi kaygıların ve belirsizliğin arttığı bir dönem yaşandığından, Streeck, kapitalizmin toplumsal kısıtlamaları imha ederken (liberalleşme siyaseti) kendini de imha etme ihtimalinden de söz etmekte:[29] İşlemesi için ona karşı etkili bir muhalefetin varlığı gerekli,  bu muhalefetin ortaya çıkması ve işini yapması için de karşısında ağırlık yaratacak bir güce ve siyasal kaynaklara ihtiyaç var. Bundan sonra ne yönde gidileceği bilinmiyor gerçekten; ancak kapitalizmin ve neo-liberal politikalar karşısında insani değerler, eşitlik ve adaleti önceleyecek, sosyo-ekonomik hakların hayata geçmesini sağlayacak toplumsal-siyasal güçlere ihtiyaç olduğu açık.

2- Sosyo-ekonomik hakların Türkiye’deki serencamı

Türkiye’de 1961 Anayasası ile sosyo-ekonomik haklar vaat edilirken gerçeklik kazanmaları için ne zamanın ne de toplumun mayası yeterli; 80 sonrasında ise, vaatlerin bile ortadan kalktığı görülüyor.

Sosyo-ekonomik haklar Türkiye’nin gündemine 1961 Anayasası ile – Batı’da varlık kazanmaları da 1945 sonrası- girdikleri için, başlangıç olarak bu tarih alınabilir; ancak ondan öncesinin de sonraki gelişmelerde payı var. Bu nedenle Türkiye’de sosyo-ekonomik hakların seyrini, ekonomik, siyasal, toplumsal gelişmeleri dikkate alarak, 1961 öncesi, 1961-1980 arası, 1982 Anayasası sonrası olmak üzere kabaca üç döneme ayırarak izlemek yanlış olmayacaktır.

-Birinci dönem: Devlet eliyle kalkınma, sınıfsız-imtiyazsız toplum istemi, paternalist politikalar

Cumhuriyet sonrasında Türkiye’nin batılılaşma ve modernleşme çabalarının yanı sıra endüstrileşme yolunda kararlı bir yola girdiğini biliyoruz. Ancak, siyasal iradenin yaptığı bu seçimlerin toplumsal yetersizlik ve tepkilerle karşılaşması kaçınılmaz; o nedenle reformlar kadar yasaklar da geçerli.

Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlayan bu ilk dönemde devlet ekonomik, siyasal, toplumsal olmak üzere her alanda egemen durumdadır; devleti oluşturanlar da daha çok asker ve bürokrat kesimden gelmektedir. Bunu zorunluluk olarak görmek de mümkün. Endüstrileşmeye yeni başlayan Türkiye’de, endüstri toplumunda yer alan toplumsal-siyasal güçler henüz oluşmamıştır;  esnaf dışında sermaye ve burjuvazi bulmak zordur, küçük işletmelerde çalışan az sayıda işçiden başkası da yoktur. Gelişme yolundaki tüm adımları gerçekleştirmek devlete düşmektedir.

Örneğin endüstrileşme konusunda önce özel sektör eliyle kalkınma yolu denenmiş, ancak bu politika isteneni vermediğinden 1932’de devlet eliyle kalkınma politikalarına geçilmiştir. Böylece devlet, Kamu iktisadi Kuruluşlarıyla (KİT) endüstrileşme yoluna girerken, sermaye birikimi ve özel sektörün gelişmesine de katkı sağlamakta, işçileşmenin yolunu da açmaktadır. Başlangıçta Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu’ndaki düzenlemelerle yürütülen çalışma ilişkileri, KİT’lerde artan işçileşme sonrasında kendine has düzenlemelere ihtiyaç duyurduğundan 1936 tarihinde İş Kanunu‘nun devreye girdiği görülüyor. İş Kanunu paternalist devlet anlayışının yansıtan bir yasadır; işçilere çalışma yaşamında bazı haklar kazandırılmakta, buna karşın sendikalaşma ve grev hakkı yasaklanmaktadır; örneğin iş uyuşmazlıkları zorunlu hakem yoluyla çözülecektir. Kanunu’nun otoriter niteliğinin, “içtimai sınıf esasına göre cemiyet kurulamayacağı” hükmünü getiren 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu ile daha pekiştirildiği de görülmekte.

Bu dönemde devlet, uluslaşma ve modernleşme yönündeki reformların uygulanabilmesi ve , kalkınma hamlesinin sürdürülmesi için toplumdan ve işçilerden beklentisi de “uzlaşmacı” bir tutum benimsemeleri. Bunu sağlanması için de, “tek partili demokrasi” anlayışı ile koruyucu ve yasakçı olabilen “baba devlet” rolü benimsenmekte.

Kuşkusuz zaman içinde değişen bazı koşullar vardır. Örneğin 1945 sonrası Türkiye Batı Blok’unda yerini alırken çok partili yaşama geçilmesi gerekmiş, devletin katkısıyla özel sektör gelişmeye başlamış, liberalleşme ve demokratikleşme eğilimi öne çıkmaya başlamıştır. Parti kurmak serbest bırakılırken, sendikalaşma yasağı da kaldırılmış, 1950 seçimleriyle iktidar değişimi de sağlanmıştır; bunların Türkiye için olumlu gelişmeler olduğuna kuşku yok. Ne var ki, 1947 tarihli Sendikalar Kanunu ile grev yasağı getirildiği gibi sendikaların siyasetle uğraşması da yasaklanmaktadır. 1950-60 arasındaki Demokrat Parti döneminde de fazla değişiklik yoktur; örneğin vaatlere karşın grev hakkını tanıyacak bir değişiklik yapılmamıştır.

Devlet ile sendikalar arasında emeğin siyasallaşması yönünde uzlaşma devem etmektedir. Devlet kamu sektöründe sendikalaşmaya olumlu yaklaşmakta, KİT’lerde sendikalaşma yaygınlaşmakta, grev hakkı olmasa da toplu pazarlıklarla çalışma koşullarının iyileşmesi yönünde sonuçlar alınmaktadır. Devletin destekçi rolünün karşılığı da, ücret ya da toplu sözleşme sendikacılığı denen bir rol oynadığını söylemek gerekir.

Bu dönemin, daha sonraki dönemleri de etkileyecek sonuçları şöyle özetlenebilir: Ekonomik kalkınma ve sermaye birikiminin öncelik taşıdığı kuşkusuz; sermaye birikiminde kamu sektörü önde gelirken girişimciliği destekleyici politikalar da uygulanmakta; işçileşme KİT’lerde başlamakta ve sınırlı kalmasına rağmen “devlet baba” rolü çerçevesinde desteklenmekte; devletin paternalist rolü, bir yandan KİT’lerde çalışma koşulları ve sendikalaşmayı destekleme biçiminde olurken, öte yanda sınıf bilinci ve bu yolda sendikal örgütlenme, siyasallaşma yasaklanmaktadır; bu durumda, “ücret ya da toplu sözleşme sendikacılığı” denilen anlayışı güçlenirken, emeğin toplumsal-siyasal güç olarak yükselmesi önlenmektedir.

Bu dönemin sonraki dönemler açısından izi de çoktur. Örneğin devletin egemen rolü ve paternalist anlayış çerçevesinde biçimlenen toplumsal ilişkiler sonraki dönemler de sürmüş,  “devletin vesayeti” varlığını korurken özellikle sınıfla ilgili yasaklar devam etmiş, emeğin devletten bağımsız toplumsal-siyasal güç haline gelmesi engellenmiştir. O nedenle 1961 öncesinde, 1961 Anayasası ile getirilen demokratikleşme, sosyal devlet ve sosyo-ekonomik haklar yönündeki değişiklikleri talep edecek ve yaşatacak düzeyde bir toplumsal değişim yaratıldığı söylenemeyeceği gibi, 1961 Anayasası sonrasında da emeğin büyük kesiminin sınıftan ve sınıf siyasetinden uzak durmasıyla toplumsal-siyasal bir güç olarak ortaya çıkamadığı görülmekte. Emekle ve sınıfla ilgili bu yasakların ülkede uzun süre geçerli olan komünizm korkusuyla biraraya geldiği ve korkunun yalan-yanlış anlatılarla beslendiği düşünülürse, bunların, sol düşünce ve siyasetin daha sonraki yıllarda da varlık kazanması açısından bir bariyer oluşturduğunu söylemek de yanlış olmaz.

O nedenle, kuruluş döneminde geçerli olan anlayış ve politikaların, demokratik gelişmelere sahip çıkacak toplumsal güçlerin yeşerip büyümesine pek fırsat vermediği söylenebileceği gibi, sonraki dönemlerde de, bıraktığı derin izler devam eden yasaklar nedeniyle, endüstri toplumuna özgü toplumsal-siyasal yapının çıkmasını engellemiştir. Bu engellerin siyaset ve demokrasi açısından önemi de büyüktür.

-1961 Anayasası ve sosyo-ekonomik haklar

Sosyo-ekonomik hakların varlık kazanmalarını 1961 Anayasası ile başlıyor, ancak yukarıda da değindiğim gibi, bu haklar ve sosyal devlet anlayışı, emeğin güçlenmesi gibi iç dinamiklerden çok siyasal iradeye bağlandığından baştan itibaren kırılganlıklar taşımakta. Ecevit’in 1963 yılında örgütlenme kolaylıkları getiren, grev yasağını ortadan kaldıran Sendikalar Kanunu’nu sunarken, Türkiye‘de bu hakların Batı’daki gibi mücadeleye gerek olmaksızın getirilmesinden söz etmesi bunun ifadesi;[30] ancak mücadeleye gerek olmadan kazanılan hakların kolay yitirildiği de yaşayarak görülüyor.

Mümtaz Soysal bunu daha baştan, sermaye birikimini tamamlamamış bir ülkede sosyo-ekonomik haklar gibi gelir dağılımını toplumcu hedefler doğrultusunda değiştirecek bir anlayışın varlık kazanmasını beklemek zor olduğunu söyleyerek ifade etmekte. [31] Pek hoşa gitmiyor ama gerçeklik taşıdığı ortada. Sermaye birikimini önceleyen bir ülkede siyasal ekonominin toplumcu hedeflere yönelmesini sağlamak ancak bunu talep edecek toplumsal-siyasal güçlerin varlığıyla mümkün; Türkiye’de bu yok!… Aksine, başlangıçta da günümüzde de varlığını koruyan ekonomik-siyasal güçler koalisyonundan söz edilebilir ki, bu koalisyonun uyguladığı politika ve getirdiği yasaklarla böyle bir gücün oluşmasını ve gelişmesini engellediği bir gerçek.  Örneğin ulus devletin oluşma aşamasında benimsenen “sınıfsız-imtiyazsız” toplum olma iddiası daha sonraki dönemlerde de devam ettirilmiş, emeğin toplumsal-siyasal bir güç konumuna gelmesi yasaklarla önlenirken, destekledikleri sağ partilerin ”tüm toplumu” kucaklama iddiaları ve popülist politikaları siyasal bilinci büyük ölçüde sakatlamışlardır.

Bu nedenle 1961 sonrasındaki ithal ikameci dönemde emeğe dayalı güçler hareketlenmeye başlamış olsa da, emeğin büyük kısmı ücret sendikacılığına devem ederken, sınıf temelli politikadan yana olanlar da cezalandırılmıştır.  Kısacası sınıfsal çatışmanın yokluğu üzerine kurulan siyasal tahayyül sınıflar arasında çatışmaların arttığı dönemde de sürdürülmekte, sınıf esasına dayalı örgütlenme yasakları ve “sınıfsız toplum” iddiası devam devam ederken, toplumsal çatışmalar artsa da bunları siyasete aktaracak bir değişikliğe gidilmemektedir. Kuşkusuz bu anlayış ve yasakların devam etmesinde, özellikle kamuda örgütlü ve güçlü sendikaların siyasallaşmaya uzak yaklaşımları ile partiler üstü politikayı sürdürmelerinin payı var. Böylece emeğin büyük kısmı siyasallaşmaktan uzak kaldığından sol yaklaşımların ve siyasetin güçlenmesi sınırlanmakta, siyaset ve demokrasi kapitalizmi dengeleyecek sağlıklı ve çoğulcu bir yapıya geçememektedir. [32]

Topluma ilişkin temel politika da popülizmdir!… Popülizmle ilgili, “çok partili yaşama geçişle birlikte hız kazanan ve tüm halkı bir potada eritmek ve gerçekçiliği ne olursa olsun topyekûn çözümleyici önlemler önermek” gibi bir tanımlama var.[33] Doğru da; ancak, bu tanımlama içinde topyekûn çözümler ve toplumsal taban yaratma imkânı veren uygulamalarla ne amaçlandığı, bunların ne anlama geldiği gibi sorulara da ihtiyaç var. Başlangıçta, ulus devletin inşası, kalkınmacı anlayışın kabullenilmesi ve toplumsal ayrışmanın önlenmesi için kültürel farklılıkların bir potada eritilmesine de ihtiyaç duyulduğu söylenebilir, ancak sosyo-ekonomik farklılıkları yok sayılarak, sınıfsız toplum iddiasına dayalı popülizmin ekonomik olduğu kadar siyasal sonuçları da var ki, önemli.

Boratav’ın dediği gibi, “popülizm, az gelişmiş ülkelerdeki demokrasilerin kaçınılmaz bir gerçeği” olduğu söylenebilir.[34] Siyasal ekonomi toplumcu yönde değişmedikçe toplumun hak ve eşitlik yönündeki taleplerini karşılamak mümkün değildir; buna karşın siyasal ekonomiyi toplumsal eşitlik yönünde değiştirmek için gereken toplumsal-siyasal güçler de yoktur veya çok zayıftır. “Siyasal iktidar geniş halk kesimlerinin bölüşümle ilgili taleplerini yüksek gelir guruplarını vergilemeksizin karşılamak durumunda kaldığında” popülizmden başka çare yoktur.”[35] Yani, demokrasi şöyle veya böyle varsa, popülizm “zorunluluktur!”

BU zorunluluk Türkiye için de geçerli… Varlığını geçmişte de bugün de sürdüren sermaye-siyasal güçler koalisyonu, sermayeden yana politikalarını örtmek, toplumdan yükselen talepleri demokrasi gereğiyle bir ölçüde de olsa karşılayabilmek için, herkesi kucaklama, tüm toplum kesimlerini temsil etme iddialarıyla ortaya çıkmak,  kucaklama söylemini de popülist politikalarla sürdürmek durumundadırlar. Sınıfsız toplum ve tüm topluma kucaklama yönündeki söylemlerin, bu ülkede sağ partilerin  “resmî ideoloji” haline geldiği söylemek yanlış olmaz.

Bu nedenle, Türkiye’deki siyaset ve devlet anlayışı ile yapılanmasının, farklı çıkarların ve çatışmanın kabul edildiği, çatışmanın siyasal demokrasi aracılığıyla kurumsallaştırıldığı, toplumsal farklılıklara dayanan ve konsensüs içinde bir çatışmayı ifade eden demokrasi fikrine oldukça yabancı olduğu yolundaki değerlendirmeye katılmamak mümkün değil.[36] Farklılıkların yok sayılması konusunda ırklar, dinler, kültürler de var ama sermaye birikimi önünde önemli engel olarak görülen sınıf çatışmasının görünmez kılınması daha önemli.

Kuşkusuz bu ülkede, geç endüstrileşme, küçük işletme ağırlıklı ekonomik yapı, sınırlı işçileşme, çoğunlukla kamu iktisadi kuruluşlarda örgütlenebilen emek, kendi hesabına çalışanlarla ücretsiz emeğin yoğunluğu,  enformel istihdamın yaygınlığı gibi Batı Avrupa’dakinden farklı koşulların varlığı unutulamaz. Ekonomik, siyasal ve toplumsal yetersizliklerin çoğu da bu koşullardan kaynaklanmakta. Hal böyle olunca, sosyo-ekonomik haklar anayasa da tanınmış olsalar da vaat olmaktan öteye gitmesi zordur; sosyal devlet baştan kadük doğmuştur.[37] Vaatlerden öteye gidilemiyor; çünkü, sermaye yetersizliği olan ülkede sermaye birikimi öncelikli, yatırımların teşvikinden vergi politikalarına kadar devletin ekonomi politikaları bu yönde; bunların arkasında da siyasal-ekonomik güçler var.

Yine de ve toplumsal, siyasal, ekonomik yetersizliklere karşın 1961-1980 arasındaki dönem, sosyo-ekonomik haklardan, sosyal devletten söz edilen, bu yönde vaatler de bulunulan bir dönem olduğu gibi, örgütlü emek açısından gelişmelerin de yaşandığı bir dönemdir. Keynesyen ekonomi politikalarına benzer uygulamalara olanak sağlayan ithal ikameci politikaların benimsenmesi, devletin ekonomideki etkin varlığının sürdürülmesi nedeniyle, bu dönemde sendikal örgütlenme güçlenirken, ekonomik hakların da en azından örgütlü emek açısından hayata geçtiği söylenebilir. Devlet toplu sözleşmelerde daha uzlaşmacı ve cömert bir tutum izlemekte, kamu işletmelerinde bağlanan toplu sözleşmeler özel sektörü de etkilediğinden, sendikalar güçlenirken emekten yana koşullar sağlanmaktadır; buna karşın sendikaların sınıf siyasetinden uzak kalması istenmekte, özellikle kamuda örgütlü sendikaların bu doğrultuda partiler-üstü politikayı benimsedikleri görülmektedir. Bunlara bağlı olarak emek ile devlet arasında kırılgan da olsa bir uzlaşmanın oluştuğundan söz edilebilir. Türk-İş’in uzlaşmacı ve partiler-üstü sendikacılığının, her iki taraf açısından  “işlevsel” olduğunu yadsımak da kolay değildir. 1960 ile 1980 arasındaki dönemde toplu sözleşmelerle kazanılan kıdem tazminatı ve sosyal haklar dikkat çekici niteliktedir; kamu ve özel sektörde reel ücretlerin anlamlı şekilde büyüdüğüne kuşku yoktur.[38]

Buna karşın, emeğin siyasallaşmasının önlenmesiyle emekten yana partiler güçlenemediğinden toplumsal-siyasal güç dengesi değişmemekte, sermaye ile siyasal güçler arasındaki koalisyonun güçlü ve belirleyici kalması sağlanmaktadır. Hatta 1961-1980 arasındaki ithal ikameci dönemde sanayileşme hızlandığı ve özel sektör güçlendiğinden sermayenin ağırlığının arttığı söylenebilir. Emeğin hareketliliği ve emekten yana sol politikaların varlığı nedeniyle henüz  “ideolojik bir hakimiyet” kurabilmiş değildir ama artık “devlete hâkim” olduğu söylenebilir.[39] Bir başka deyişle, siyasal-sermaye koalisyonunda sermayenin ağırlığı artmıştır, diyebiliriz.

Bu dönemde sınıf sendikacılığı yönünde örgütlenmeler de ortaya çıkmış,  siyasal iradeyi sosyo-ekonomik hakları hayata geçirme yönünde değiştirecek toplumsal-siyasal güçler de -CHP’nin ortanın solunda yer alması gibi- varlık kazanmaya başlamıştır. Ancak, bir yandan sınıf esasına dayalı örgütlenme yasakları devam ederken, öte yandan sağda da yasal ve yasa dışı örgütlenmeler artmakta, farkı guruplar ve ideolojiler arasında kavgalar yaşanırken toplumsal ve siyasal çatışmalar artmaktadır. Tırmanan kargaşa nedeniyle, 12 Mart 1971 muhtırasıyla ara rejime geçildiği, sonrasında Anayasa’da hak ve özgürlüklerin kısıtlanması yoluna gidildiği biliniyor. Ancak bu kısıtlamalar toplumsal çatışmalara son vermediği gibi, bir yanda kavgalar artarak devem ederken, öte yandan ithal ikameci politikalar ihracatı güçlendiremediğinden ekonomik darboğazlar büyümüştür. Çarenin,  24 Ocak 1980 kararları ile liberalizme geçmekte bulunduğu söylenebilir ama uygulanmasının özellikle emek ve sendikalar açısından kolay olmayacağı bilindiğinden, imdada askeri darbenin yetiştiğini de söylemek gerekmekte!…  Askeri darbe ve getirdiği yasaklar sonrasında anayasa ile yasalar değişirken, ekonomi politikaları ile yasal düzenlemelerin tamamen sermayeden yana ve neoliberal doğrultuda olması sağlanmış, böylece küresel düzeyde olduğu gibi Türkiye’de de sermayenin “ideolojik egemenliği” kurulmuştur.  

Bu dönemin, ayrıntılara girmeden, sınıfsal ve bölgesel gelir dağılımı, özellikle kırsal kesimde yaşanan yoksulluğun boyutları, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi haklar açısından büyük yetersizliklerin yaşandığı bir dönem olduğunu söylemekle yetinelim. Refahın üretimi ve dağılımı açısından “aile, piyasa ve devlet” olarak kabul edilen üç kaynağa bakıldığında, Türkiye’de sosyal devlet, ne gelir, ne sosyal hizmet, ne de dayanışma açısından ailenin yerini alacak bir genişleme/kurumsallaşma gerçekleştirebilmiştir:[40] İşsizine yardım eden, hastasına, çocuğuna, engellisine bakan ailedir; gecekondu bile olsa evini yapan ailedir; dayanışma da toplumda değil aile ve hemşehriliktedir.

Sonuç olarak,  61-80 döneminde sosyo-ekonomik vaatler çerçevesinde oluşan sosyal devlet modelini, ithal ikameci politikaların izin verdiği ölçüde geleneksel dayanışmayı modern sosyal devletin vaatleri ile harmanlamaya çalışan ve popülist bir uygulama içinde varlık kazanan bir model olarak tanımlamak mümkün.

-1980 sonrası: Neoliberal politikalar, artan eşitsizlikler, gerileyen demokrasi, muhafazakarlıkla buluşan popülizm

80 sonrasında Keynesyen politikalardan vazgeçilip neoliberal politikalara yönelmenin, ekonominin yanı sıra, siyasal, yasal, toplumsal, kültürel anlamda birçok değişime yol açtığına kuşku yok. Fazla ayrıntıya girmesek de, sosyo-ekonomik haklarla ilgisi açısından, bu dönemdeki ekonomi politikaları, siyaset ve demokrasi, devlet anlayışı ve toplumsal politikalarla ilgili gelişmeler açısından irdelemek gerekli.

Ekonomi politikaları ve yol açtığı gelişmelerden başlarsak, bu dönemde, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kapitalizmin ekonomik sistem olmakla kalmayıp sosyo-kültürel bir sisteme dönüşmesinin ve liberalizmle küresel düzeyde ideolojik hegemonya kazanmasının getirdiği değişimler büyük. Örneğin bu dönemde devletin küresel kapitalizmin ve neo-liberal politikaların uygulayıcısı (ajanı) konumuna geldiği söylenebileceği gibi, siyasal ve toplumsal ilişkilerin de çoğunlukla kapitalizmin çıkarcı mantığı içinde biçimlendiğini söylemek yanlış olmaz. Öne çıkan politikalar arasında, dışa açık büyüme politikaları ve ihracatın teşviki, küresel piyasalara eklemlenme gayreti içinde ekonominin “siyasetten ve toplumdan arındırılarak” teknik bir konuya indirgenmesi, yeniden yapılanma adı altında devletin küçültülmesi, kamu ekonomik işletmeleri özelleştirilirken, kamu hizmetlerinin piyasaya devredilmesi, toplumcu anlayışlar budanırken bireycilik ve “gemisini kurtaran kaptan” gibi değerlerin yükselmesi sayılabilir.

Küresel piyasaya açılmak için, bir yandan sermayeye cazip koşullar sunulmakta, öte yandan maliyetlerin düşürülmesi için ücretler ve çalışma koşullarından taviz verilmektedir. Türkiye bir çok yabancı firma için fason üretim yapan bir ülke durumuna geldiği gibi, büyük işletmeler de işçi maliyetini düşürmek için taşeron kullanma yoluna gitmekte, sonuç olarak çalışma yaşamında “enformelleşme, esnekleşme, kuralsızlaşma, örgütsüzleşme” gibi gelişmeler güç kazanırken işsizliğin yanı sıra çalışan yoksullar da artmaktadır. Neoliberal politikaların Türkiye’de yol açtığı olumsuz sorunlar yalnız emekle sınırlı değildir. Örneğin bu dönemde de katma değeri yüksek mal üretimine geçilemediği ve sermaye yetersizliği bitmediği gibi,  dışa bağımlılık, ekonomik krizler, büyük dış açıklar, yüksek enflasyon, paranın değer kaybı da bitmemektedir. Sermayenin büyük kısmında kuralsız, vergisiz büyüme eğilimi artarken, ahbap-çavuş kapitalizmi de sona ermek şöyle dursun güçlenmektedir.

2000 başında iktidara gelen ve siyasal İslam’ı temsil AKP döneminde de siyasal İslam’ın küreselleşme ve neoliberal politikalarla bir derdi olmadığı ve devlet-sermaye arasındaki ilişkilerin çok daha açık biçimde sürdürüldüğü söylenebilir. Küreselleşmenin fason üretim, dışa açık büyüme politikaları ve ihracat teşvikleriyle küçük ve orta işletmelerin güçlenmesine yaradığı biliniyor; buna bağlı olarak birçok Anadolu kentinde küçük ve orta işletmeler yatırımını genişletmiş, ihracat yapar duruma gelmişlerdir. Daha muhafazakâr ve dindar kesimlerden gelen bu işletmelerin desteklenip büyümesiyle, girişimcilerin arasına İslami ya da yeşil sermaye diye adlandırılan yeni bir burjuvazi de katılmıştır. Yeni burjuvazinin önceden büyük sermayeye ilişkin “rantiye, komprador” gibi sıfatlar kullanırken, devlet teşviklerine kavuşunca eleştirilerinden vazgeçtikleri de görülüyor; yani, istedikleri devletin imkanlarından kendilerinin de yararlanması yolunun açılmasıymış![41] 

Özetle, siyasal İslam’ı temsil eden partiler ve arkalarında yer alan burjuvazinin küreselleşen kapitalizmle ve liberal politikalarla bir derdi yoktur; aksine küreselleşmenin getirdiği olanaklar, devletin sağladığı desteklerden yararlanarak toplumda ekonomik-siyasal açıdan daha güçlü bir yer almak arayışındadırlar.  Bu nedenle siyasal İslam’ın temsilcisi olan partiler de, sermayeye arka çıkarken, toplumu kucaklayıcı “popülist” politikaları tereddüt etmeden ve muhafazakâr değerlerle güçlendirerek sürdürmektedirler. Aşağıda bu konuya tekrar döneceğim.

Bu dönemin ekonomik politikaları ve yol açtığı sonuçlara fazla girmeden, yaşanan gelişmelerin konumuz açısından önemli olan toplumdaki güç ilişkileri üzerindeki etkilerinden söz etmek istiyorum.

İlk olarak, İslami sermayenin yükselişinin İslamcı partilerin yükselişinde de rol oynadığını, sermaye ile siyasal güçlerin birbirini beslemesiyle giderek güç kazanan bu gelişmelerin Türkiye’deki ekonomik-siyasal güçler koalisyonun taraflarının değiştirdiğini söylemek gerekiyor. Özellikle AKP sonrasında bu koalisyonda güçlü olan artık muhafazakâr ve İslami çevrelerdir. Kuşkusuz büyük sermaye varlığını korumaktadır; aralarında laiklik, hukuk devleti ve demokrasi konusunda iktidardan farklı düşünenler de vardır. Ancak İslami sermayenin toplumsal ve siyasal bağlantıları güçlü ve yaygın olduğu gibi, büyük sermaye de uygulanan ekonomi politikalarından yararlanmakta ve sahip oldukları destekleri yitirmek istememektedirler. Birçok ülkede sermaye siyasetten uzak durma iddiasındadır ama gerçekte sessizlikleriyle bile siyaset yapmaktadırlar. Öte yandan Batı’da burjuvazinin liberal demokrasinin gelişmesi açısından olumlu rol oynadığı olumlu rolü, Türkiye burjuvazisinin büyük ölçüde devlete bağımlılığı nedeniyle ne geçmişte ne bugün oynadığı söylenebilir. Dolayısıyla bugün demokrasi, hak ve özgürlükler, hukuk devleti açısından yaşanan olumsuz gelişmelerde onların da payının bulunduğunu söylemek yanlış olmaz.

İkinci olarak, emeğin, liberal politikalar ve değişen devlet anlayışıyla birlikte örgütsel olduğu kadar ekonomik olarak da zayıfladığı ve toplumsal-siyasal alanda varlık göstermekten daha da uzaklaştığı söylenebilir. Emek artık yasaklarla değil değişen koşullarla sınırlanmaktadır.  Bu nedenle 90 başlarında sınıf esasına dayalı örgütlenme yasakları kaldırılmış, emek için siyasallaşma olanağı açılmıştır ama bu serbestliğin sol partiler gibi devrimci işi sendikaları üzerinde de olumlu bir etkisi olmamıştır. Nedenleri çok yönlü kuşkusuz; bir yandan geçmişten gelen izlerin etkisi hala sürmekte, öte yandan emeğin yapısının değişmesi, hem sınıftan hem siyasetten uzaklaşması, sosyo-kültürel farklılıkların sosyo-ekonomik farklılıkların önüne geçmesi, sendikal örgütlerle sol partilere güvenin azalması gibi koşullar söz konusu. 

Sonuç olarak, bu dönemde sermaye-siyaset koalisyonunun tarafları değişse de popülist politikalar değişmediği ve çok amaçlı hale getirildiğinden, liberal ekonomi politikalar sürdürülüp sermaye büyümeye devam ederken, toplumsal-siyasal zayıflık artmaktadır demek yanlış olmaz. Çok amaçlı popülist politikalarla,  bir yandan neo-liberal politikaların bir seçim değil bir zorunluluk olarak sunulması başarılmakta ve devletin sermaye yanlısı politikaları görünmez kılınmaktadır, öte yandan sosyo-ekonomik sorunlar sosyo-kültürel farklılıklarla harmanlanarak nedenlerinin üstü örtülürken, devlete (gerçekte siyasal iktidara) ve temsil ettiği muhafazakâr ve İslami değerlere bağlılık da güçlendirilmektedir.

Bu koşullarda siyaset ve demokrasinin zayıflaması ve gerilemesi kaçınılmaz. Oysa 1980 sonrasındaki liberalleşme politikalarından demokrasinin gelişmesi beklenmişti; gerçekleşene bakıldığında ise, o günden buyana demokrasi açısından hem kurumsal hem değerler açısından geriye gittiğimiz ortada. Örneğin Özal’la birlikte devletin “babalığı veya vesayetinden” uzaklaşılmak istenmiş, “sivilleşme” çabalarına girişilmiş;  daha sonra AKP vesayetten kurtulma ve demokratikleşme söylemleriyle iktidara gelmiş; ancak o günlerden bugüne, ne devletin egemenliği, ne toplumsal kesimlerin devletten beklentileri, ne de siyasal partilerin devlet anlayışında değişim yaratılabilmiştir. Aksine toplumun gücü azalırken demokrasi daha da gerileyerek, AKP iktidarı sonrasında  “tek adamın vesayetinden” söz edilebilecek bir noktaya varılmıştır. Türkiye’de bugün, erkler ayırımın kalmadığı, düşünce ve ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlükler ortadan kalktığı, yargının bağımsızlığından değil bağımlılığından söz edildiği, bireyi devlet karşısında koruyacak yasal güvencelerin işe yaramadığı, özerk olması gereken kurumların yandaş hale getirildiği, keyfi hukukun öne çıktığı dikkate alınırsa, az gelişmiş bir demokrasiden bile söz etmek zordur. Sandık demokrasisinden başka bir şey kalmamıştır; demokratik haklar ve kurumlarla beslenmeyen sandık demokrasisinin sonucu da, başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de seçilmiş otokrasiler olmaktadır.

Bu konuda daha çok şey söylenebilir ama onlara gelmeden biraz kapitalizm ile demokrasi arasındaki ilişkiyi irdelemek istiyorum.

Lewis, kapitalizmin kendini yeniden üretmek için eşitsizlik ve ayrıcalık üretmesinin kaçınılmaz olması demokrasinin ise eşitlik temeline dayalı olarak yükselmesi nedeniyle aralarında güçlü uyuşmazlık olduğunu söylerken, ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin yaygınlaştığı çağdaş kapitalizm içinde vatandaşlık fikrinin bile bir kuruntuya (chimera) dönüştüğünü dile getirmekte.[42]  Zaten liberal düşüncenin demokratik kurum ve süreçlerle uzlaşmasının doğal ya da kendiliğinden olmadığı biliniyor; en temel hak olarak kabul edilen siyasal hakların geniş kitlelerin kullanımına açılması için işçi sınıfının ayrı, kadınların ayrı mücadeleler vermesi gerekmiş, sosyo-ekonomik hakların az veya çok varlık kazanması da emeğin toplumsal-siyasal bir güç kazanması ile mümkün olmuştur. 80’lerden bugüne uzanan dönemin ise, eşitsizliğe dayanan kapitalizm ile eşitliğe dayanan ve onu genişletmesi beklenen demokrasi arasında ilkesel anlamdaki farklılığının belirginleştiği bir dönem olduğu söylenebilir.

Bunun arkasındaki etmenlere gelince, öncelikle, bildirinin başından beri söz edilen toplumdaki “güç ilişkilerini” düşünmek gerektiği açık. Neo-liberal politikalar sonrasında her ülkede emek ve sermaye arasındaki güç ilişkilerinde dengesizliğin büyüdüğü bir gerçek. Küreselleşmenin getirdiği dayatmalar karşısında, devletin sermaye yanlısı politikaları ve neo-liberal politikalar adeta bir zorunluluk halini alırken, emek küresel rekabetle güç kaybetmekte, ulus devletin de koruyucu politikaları ve toplumcu hedefleri gerilemektedir. Ortaya çıkan sonuçlar, ülkelerin 80 öncesindeki koşulları ve politikalarına göre farklılaşsa da, genel olarak her ülke için geçerlidir.  Örneğin demokrasinin ve sosyal devletin daha gelişmiş olduğu Batı Avrupa ülkelerinde de, bu dönem sonrasında emekten yana görünen sosyal demokrat partiler bile neoliberal politikalara karşı yeterli ses çıkaramamakta, güçlü sendikalar üyelerinin çıkarlarını korumak için tavizlere, örneğin işsizliğe razı olmakta, uzun süre benimsenen ve çalışanlar arasında ücret uçurumlarını önleyen “ücret dayanışması” yönündeki politikalardan vazgeçilmekte, yarım-gün veya geçici çalışmalar artmaktadır. Emek açısından sonucun eşitsizliklerin ve kaygıların artması olduğu kuşkusuz. Ancak bunların toplumsal-siyasal sonuçları da var; emekçi kesimler örgütlenme ve siyasallaşmadan uzaklaşırken siyasal partilere ve demokrasiye güven azalmakta, gelecekle ilgili kaygı ve korkular büyürken sağ partilerin önü açılmaktadır.

Türkiye’de ise, geçmişten buyana emeğin konumu zayıf, sendikalar genellikle siyasallaşmaya uzak kalmasının yanı sıra yasakçı anlayışların geçerli olduğu, sınıfsız toplum siyasetinin sürdürüldüğü bilinmekte. Bu koşullara, bir de askeri darbe ile örgütlerin tarumar edildiği, hak ve özgürlükler kısıtlandığı bir dönem eklendiği düşünülürse, neo-liberal politikaların etkilerinin çok daha güçlü olacağını kestirmek zor değil. Sonuç olarak toplumsal-siyasal güç ilişkilerini dengeleyecek güçler hepten devreden çıkmış, ortaya çıkan siyasal boşluğu doldurmak sosyo-kültürel farklılıklara düşmüştür!

Dirlik ’in dediği gibi, “postkolonyal” olarak nitelediği küresel kapitalizm dönemi ve bu dönemin başat yaklaşımı olarak benimsenen kültürelci yaklaşım, hem “metodolojik olarak sosyal ve tarihsel sorunların soyut kültür sorunlarına indirgenmesini” sağlamakta hem de ”sadece toplumlar arasındaki hegemonyacı ilişkilerin meşrulaştırılmasından değil aynı zamanda toplumların içindeki sömürü ve baskı gibi hegemonyacı ilişkilerin bulanıklaştırılmasından da” sorumlu olmaktadır: [43] Kuşkusuz 1990 sonrasında Türkiye’de muhafazakar ve dindar kimliğin öne çıkması ve siyasallaşmasında geçmişten buyana var olan toplumsal-kültürel faktörlerin rolü büyük; AKP’nin mağduriyet politikasının bunca taraftar toplaması boşuna değil. Ancak asıl mağduriyetin sosyo-ekonomik koşullarla, siyaset anlayışı ve uygulanan politikalarda ilgisi olduğuna kuşku yok. Öte yandan, sınıfsız toplum, milli irade, dört eğilimin temsili gibi söylemlerin bolca kullanıldığı, toplumsal-sınıfsal eşitsizliklerin bastırıldığı bir toplumda, muhafazakâr değerlerin ve inancın toplumsal çatışmayı önleme potansiyelinin yüksek olacağı düşünülerek kullanıldığı da söylenebilir.[44] Darbe hükümetlerinin, sağ partilerin din dersleri ve imam hatip okullarnı yönelik desteklerinin toplumsal duyarlılıklar kadar bu beklentiyle de ilgisi vardır.

Yukarıda kapitalizm ve demokrasi arasındaki uyuşmazlıktan, 80 sonrasında bunun iyice gün yüzüne çıktığından söz ettim ki, Türkiye’de bu açıdan iyi bir örnek!… Geç endüstrileşme ve sermaye birikiminin önceliği zaten geçmişten buyana ekonomik-siyasal güçler koalisyonuun ülkeyi yönetmesi ve farklı sınıfların güçlenmesini önlemişken, küreselleşmeyle kapitalizmin mantığı tüm dünyada öteki alanları etkileyen bir “üst etik” bir norm haline gelmesiyle emekten yan güçler daha da zayıflamış, sağ siyaset dışında bir siyasete yer kalmamıştır. Ortaya çıkan boşluğu ekonomik farklılıklar değil sosyo-kültürel farklılıklar doldurunca da, küreselleşmeden yararlanan İslami sermayenin desteğinde siyasal İslam’ın yolu açılmıştır. Siyasal İslam’ı temsil eden partinin demokrasiyle ilişkisinin ise, kendini ve temsil etiklerini güçlendirmeye aracılık etmekten öte olmadığı anlaşıldığından, demokrasinin hali de böyle!… Düşünce ve ifade özgürlüğü yok olmaya doğru gidiyor, basın özgürlüğü ortadan kalkmakta, hukuk işlemiyor, yargı taraf olup çıkmış durumda; sosyo-ekonomik hakların adı bile geçmiyor!

Kısacası hangi özgürlükten baksak Türkiye gerilemekte; Demokrasi Endeksinde 167 ülke içinde 103. sırada yer alan Türkiye’nin puanında son on yılda ciddi bir düşüş yaşandığı biliniyor. [45] Sandık hala geçerli olduğundan seçimler yapılmakta ama seçimler “”seçilmiş otokratları iktidara getirmekte. Kısacası 80 sonrasında siyasette güçlenen boşluğu ve hayal kırıklıklarını dolduran güçler, bir yandan kendilerini güçlendirecek yönde demokrasiyi kısıtlamakta,  öte yandan Cumhuriyet’le gelen modernleşmeyi tersine döndürmeye çalışmaktadırlar.

Kuşkusuz, burada, bu olumsuz gidişin neden durdurulamadığı, demokratik kurum ve değerlerin elden gitmesine neden karşı durulmadığı gibi bir sorunun sorulmasına ihtiyaç var!… Bu sorunun yanıtı, ülkenin geçmişten bugüne gelen koşulları ile 80 sonrasının getirdiklerinde saklı. Yukarıda geçmiş dönemlerle ilgili olarak devletin egemenliği, toplumsal güçlerin zayıflığı ve devlete bağımlılıkları, demokrasi deneyimin yetersizliği, toplumdaki rıza ve itaat kültürünün varlığı,  bu koşulları kullanan ve güçlendiren siyasal iktidarların varlığı ve getirdikleri siyasal yasaklardan söz ettim.  Güçlü devlet-güçsüz toplum ikileminin yaratılmasında, sınıfsız toplum istemi, buna dayalı siyaset ve parti anlayışı, siyasal yasaklar, bağımlı bireyler ve kitleler yaratılmasını sağlayan popülist politikalara değindim. Dolayısıyla buraya gelinmesinde tarihsel geçmişten sosyal, ekonomik, kültürel koşullara kadar birçok faktörün rol oynadığına kuşku yok; ancak bunlar arasında sınıfsız demokrasi anlayışı ile sermayeden yana olan siyasal ekonomiyi örten popülist politikaları ayrıca vurgulamak gerektiği kanısındayım. Yukarıda, sosyo-ekonomik hakların, temel hak ve özgürlükler, toplumsal gelişme ve demokrasinin işlev kazanmasıyla ilişkilerini irdelerken söylenenleri hatırlar, buna karşın bu ülkede siyasal ekonominin hep sosyo-ekonomik hakları ve toplumsal gelişmeyi geride bırakan bir siyasal ekonomiyi yansıttığı,  demokrasi anlayışının uzun süre emeğin siyasallaşmasını önleyen kısıtlı bir demokrasiyi temsil ettiğini düşünürsek, siyaseti ve demokrasiyi sakat ve işlevsiz kılan koşulları önce buralarda aramak gerektiğini söylemek yanlış olmaz.

80 sonrasında ise, bir yandan neo-liberal politikalar fırtına gibi eserken, öte yandan ideolojilerin gerilediği, siyasetin gözden düştüğü, ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkinin ilişkiyi görünmez kılındığı, sosyo-kültürel çatışmaların öne çıktığı post-modern anlayışlar güç kazanmaktadır. Türkiye’de ise, bunun önceleyen yapı ve koşullar düşünüldüğünde, etkilerinin daha büyük olması olağandır. Örneğin artık çalışanların çoğu ücretlidir; yani Türkiye ücretliler toplumu haline gelmiştir. Ancak bu çoğunluğun bir kısmı ideolojiden de siyasetten de uzak, daha büyük kısmı sınıfa yabancı kalırken, örgütlü olanlar da çoğunlukla koşullarını koruma gayretindeler. Bu koşullara bağlı olarak, siyasal yelpaze neredeyse sağ parti çeşitlemelerinden oluşurken, neo-liberal politikaların uygulanmasına, siyasetin “kollama, yanaşma, popülist ve klientalist” ilişkilere dönüşmesine, demokrasinin ekonomik-siyasal güçler arasında  “al gülüm ver gülüm” halini almasına karşı çıkacak güçler de hepten bastırılmıştır.  Sonuçta,-taraflar değişse de-baştan beri var olan siyasal-ekonomik güçler daha ağırlık kazandığı gibi, siyaset de muhalefetsiz kalmış, sağ partiler arasında günlük çekişmeler siyaset halini almıştır!

Ancak kapitalizmin onu dizginleyecek muhalif güçler olmadan raydan çıkması gibi, siyaset ve demokrasi de güç ilişkilerini dengeleyecek çoğulcu bir yapıya, muhalif güçlere yer vermeyince sakatlanıyor ki, Türkiye’de görülen budur!.. Çoğulcu demokrasi yoktur, siyasal partiler arasında -solda yer alan birkaç küçük parti dışında- farklılıklar kalmadığı gibi, hamasi söylemlerle birbirlerini eleştirmekten başka söyleyecek sözlerinin bile kalmadığını söylemek haksızlık sayılmaz.

Bu durumda popülizmin şahlanması da kaçınılmazdır!

Küreselleşme sonrası ulus devlete ne olduğu meselesi de, popülist politikalar çerçevesinde yanıtlanabilir. Bu dönemden her yerde olduğu gibi Türkiye’de de ulus devlet ortadan kalkmamış, buna karşın oynadığı rol değişmiştir. Örneğin sermaye birikimi ve dışa açılma politikaları açısından önemi daha artmış, toplumsal politikalar açısından oynadığı rol ve katkısı önemli ölçüde azalmıştır. Bugün, yalnız vergi indirimleri ve özelleştirmelerle değil, vergi iadesi, vergi afları, imar afları, yatırım indirimleri, kamu ihaleleri, hepsi, sermayeye -özellikle de yandaş sermayeye- hizmet edecek biçimde düzenlenmektedir. Örneğin AKP döneminde öne çıkan inşaat sektörünün, yoğun rant ve yolsuzluklarla, ihale yasalarının 150’den fazla değişikliğe uğramasıyla kayırma-besleme ekonomisinin sıçradığı bir sektör haline geldiğine kuşku yok:[46] Yalnız ihale yasaları değil, imar planlarının değişmesi, koruma kurullarının devreden çıkarılması, birçok büyük inşaatta Çevre Etkisi Değerlendirme (ÇED) gereğinin ortadan kaldırılması, bu kararın bağımsız kurullardan alınarak valilere bırakılması, bazı ihalelere hazine garantisi sağlanması gibi inşaat sektöründe kayırmanın ve hukuksuzluğun sonu yoktur. Bu nedenle, Türkiye’de başından beri geçerli olan “ahbap-çavuş kapitalizminin” desteklenen guruplar değişse de varlığının bu dönemde daha güç kazandığı ve devletin verdiğin desteğin bazı guruplar için “besleme” niteliği aldığını söylemek yanlış olmaz.

Oysa sormak gerekir: Bu nasıl bir liberalizmdir ki,  “bırakınız yapsınlar” biçiminde değil, “destekleyin, arka çıkın, besleyin” biçiminde işlemektedir!  Ne var ki, bunu soran yoktur; soracak güçlere çoktan rahmet okunmuştur! Kapitalizmi ve sermayeyi dizginleyecek toplumsal-siyasal güçler olmadıkça, devletin sermayeye destek rolünün güçlenmesine de, toplumsal rolünün nicelik ve nitelik açısından aşınma ve gerilmesine de engel olunamaz. Engel olmak bir yana şaşılmaz bile!

Bu anlayış ve politikalar doğrultusunda sosyal politikalar ile sosyo-ekonomik hakların hali de malum!… Sosyal hakların varlıklarını korusalar da önemlerini kaybettiği, ekonomik hakların ise yok sayıldığından söz edilebilir; buna karşın liberal politikalarla sınıfsız toplum anlayışının ve popülist politikaların güç kazandığına kuşku yok. Sistem ve politikalar değişmezken, daha adil bir vergi politikasına bile razı olunmadığından, yukarıda da değindiğim gibi, popülist politikalara gitmek ve tüm halkı kucaklama yönündeki söylemlere sarılmaktan başka çare yoktur. Örneğin liberalizmin mimarı sayılan Özal, dayandığı siyasal kesimleri “orta direk” diye nitelerken, milliyetçilikten muhafazakarlığa, burjuvaziden kent varoşlarında yaşayanlara uzanan “dört eğilimi” birleştirmiş bir siyasal anlayıştan söz etmektedir. AKP’nin söylemi de aynı doğrultuda, tüm toplumu, özellikle kimsesizleri kucakladığını söylemekte.

Örneğin AKP programları ve söyleminde,  sosyal devletle ilgili olarak, “bu bağlamda, yoksullar, bakıma muhtaç yaşlılar, çocuklar ve işsizler için özel programlar oluşturulacak, zor durumdaki vatandaşlara, terkedilmiş ve kimsesiz oldukları duygusu yaşatılmayacaktır. İşsizleri, fakirleri, düşkünleri, hastaları, özürlüleri gözeten, onların insan onuruna yakışacak şekilde yaşamalarını sağlayacak bir sosyal devlet anlayışının kaçınılmazlığından” söz edilmektedir.[47] Aslında sosyal devlet anlayışı, sosyo-ekonomik hakları hayata geçirmeye yönelik değil, en yoksul, en düşkün olanların korumayı amaçlayan “sosyal yardım devletidir”!

Emek açısından bakıldığında, bu dönemde, emeğin 61-80 arasında devletten gördüğü desteğin ortadan kalktığı, liberal piyasa ile karşı karşıya kaldığı bir gerçek. Örneğin 1980 sonrasında, 1982 Anayasasının haklar ve özgürlükler konusunda getirdiği kısıtlamalar gibi, sendikalarla ilgili yeni yasalarda da örgütlenme, toplu pazarlık ve grev hakları açısından kısıtlar artmıştır. Özel sektörde var olan “sendikacılığa karşı zihniyetin” artık iktidara geçtiğinden söz etmek doğru olur. Neo-liberal politikalar doğrultusunda özelleştirmeler de sürdürülmekte; ka­mu sektörü daraldığından sendikalaşma kapsamı küçülürken, toplu pazarlıklar bekleneni vermekten uzak kalmakta, ücretler erimektedir. Özetle emek ücretler, istihdam, çalışma koşulları, güvenlik açısından büyük kayıplarla karşılaşırken, dışa açık büyüme de sorunlar doğurmakta, bankalar batarken ekonomik krizlerde eksik olmamaktadır. Artan güvensizlik ve gerileyen yaşam koşullarının, 2002 seçimlerinde halkın tüm partileri tasfiye ederek yeni bir partiyi, AKP’yi iktidara getirmesinde payı da çoktur.

Özetle, öte yandan aynı işkolu ve aynı işyerinde birden fazla sendika kurulmasının yolu açıldığından sendikalar daha da zayıflamaktadır. AKP döneminde ise daha da ileri gidildiği, hem memur hem işçi sendikalar arasında iktidardan yana sendikalar oluşturulduğu görülmekte.

AKP’nin ise, toplumu iyi okuduğu kuşkusuz; bir yandan yoksullara yönelik politika ve yardımların çeşitlendirme ve arttırma yoluna giderek toplumun zayıf kesimlerini kendine bağlamakta, öte yandan kendini “muhafazakâr demokrat” konuma yerleştirerek geleneksel toplum ve değerlerle özdeşleşmeyi başarmaktadır. Sosyo-ekonomik hakka dayanmayan sosyal yardımların, ne kadar artsalar da, sorunları temelden çözemeyecekleri, bu nedenle süreklilik taşıyan ve giderek genişleyen bir uygulamaya ihtiyaç gösterdikleri açık; ancak bu politikalar az gelişmiş demokrasilerde devlete bağımlılığı ürettiklerinden siyasal iktidarlar için elverişli oldukları da kuşkusuz. Özetle, siyasal desteği hem büyütmek hem kalıcı hale getirmek ihtiyacı varken,  sermaye birikiminden yana politikalarda bir değişiklik de yapılamayacağına göre, “yoksulluğu yönetmek” ve yoksul kesimlerin rızasını almak için sosyal yardımlar açısından biraz cömert(!) olmanın getirisi az değildir.

Buna karşın, sosyal yardım derken haklar ortadan kaybolduğundan, bu yardımların sınıf ve siyaset ilişkilerin hepten örtülmesine yaradıkları da kuşkusuz.  Böylece, bir yandan da devletin sermayeden yana rolünün üstü örtülmekte, zaten zayıf olan sınıf temelli anlayışların büyümesi önlenirken iktidar da toplumdan onay sağlamaktadır. Öte yandan, yapılan sosyal yardımlar geleneksel ve dini değerlere bağlandığı gibi, parti örgütleri, cemaatler ve vakıflar da devreye sokulduğundan, siyasal iktidar hem kendini hem temsil ettiği İslami anlayışı güçlendirmenin yolunu bulmaktadır.

Kısacası popülizmin Türkiye’de devletin sınıfsal karakteri ile sermayenin hegemonyasını örtülmesine yaradığı gibi, siyasal İslam’ın da işine yaramaktadır. Bu nedenle AKP dönemindeki popülist uygulamalar, “piyasalaşmanın ve neoliberal tarzda yeniden yapılanmanın önünü açarken, aynı zamanda en alttakilerin siyasal desteğini gözetilmesine dayanan egemen sınıfın stratejisi” niteliğindedir.[48] Yani popülizm, ekonomik amaçlarının yanı sıra İslami doğrultuda olan siyaseti ve dünya görüşünü güçlendirmenin de aracı olmuştur. Bana bağlı olarak “neo-popülizm” diye adlandırmak doğru görünmektedir.[49]

Yalnızca bir hatırlatma olması anlamında birkaç rakam vereceğim. Örneğin Türkiye’de gelir dağılımında en alttaki %20 toplam gelirden %6 pay alırken, en üstteki %20 toplam gelirin yaklaşık yarısını almaktadır; gini katsayısı 0,4. Sosyal harcamalara Gayri Safi Milli Hasıladan ancak %10 pay ayrılıyor; yaklaşık 15 milyon insan sosyal koruma kapsamında.[50]  İşsizlik oranı toplamda %10, gençlerde % 20. Özetle koşullar kötü, gerçekler ise bu rakamlardan da kötü. Son 5 yılda patronların karı 8 kat artarken, maaş ve ücret ödemeleri 2,5 kat arttı; buna karşın ücret artışlarının enflasyona yol açtığından şikâyet ediliyor.[51]

Buna karşın, Türkiye’de toplumun yoksul ve zayıf kesimlerinin çoğunlukla AKP iktidarını desteklediği de biliniyor. Yukarıda da dediğim gibi, bu tür yardım ve politikalar yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik gibi sorunları ortadan kaldırmasalar da ”yönetilmelerini“ sağlarken, bu “yönetim”  bireyde “bağımlılık”, toplumda “yoksulluk-yoksunluk” kültürünün kalıcı hale gelmesini de sağlamakta.  İstenen de bu yönde!.. Sistemi değişime zorlayacak güçler hepten zayıflarken, popülist uygulamalar güçlenerek devam etmekte; demokrasi ise çöküşte!…

Kuşkusuz ortaya çıkan olumsuz gelişmelerin arkasında yalnız uygulanan siyaset ve politikalar yok; topluma düşen nedenler de var. Örneğin maddi ve maddi-olmayan emek arasında ve çalışma koşullarında artan farklılık nedeniyle emeğin parçalanması, yetersiz olan siyasal ve sınıfsal bilincinin iyice zayıflaması gibi emeğe ilişkin gelişmelerin payı az değil. Türkiye ücretliler toplumu haline geliyor ama örneğin hizmet sektörünün büyümesi emek içindeki bölünmeyi güçlendirirken, teknolojik gelişmeler –otomasyon- bir yandan işsizliğe, öte yandan emeğin niteliğinde değişime neden olmaktadır ki, tüm bu değişimlerin emeğin örgütlenmesi ve sınıf bilinci açısından olumsuz rol oynadığına kuşku yok. Öte yandan sendikalaşmanın kapsamı daralırken birden fazla sendikanın ortaya çıkmasıyla parçalanmış bir sendikacılık ortaya çıktığından sendikalar hem güç hem itibar yitirmektedirler. Siyasal iktidar ise, kendinden yana sendikalar yaratma gayreti içinde sendikacılığı hepten zayıflatmaktadır.  Gerileyen çalışma koşullarının iş uyuşmazlıklarına yol açması kaçınılmazdır ancak bir yandan sendikaların güç kaybı, öte yandan grevlerin çok zaman “kamu yararı” gerekçesiyle ertelenmesi nedeniyle 80 sonrasında Türkiye’de çalışma koşulları kötüleşse de, iş uyuşmazlıkları azaldığı bir gerçek. Zorunlu uzlaşma dönemi denilebilir!  

Siyasal İslam’la birlikte yükselen yeni burjuvazi açısından da ekonomik haklara itibar edildiği söylenemez. Küçük işletmelerde zaten işçiden çok çalışmasını, işvereninse çalışanlarına karşı adil olmasını bekleyen bir anlayışın benimsendiği, işçi-işveren arasındaki ilişkilerin yasalardan çok enformel yollarla belirlenmesi ve paternalist anlayışın sürdürülmesi yönünde eğilimlerin öne çıktığı söylenebilir; İslami sermayenin yaklaşımı da bu yönde. Yapılan araştırmalar,  iş hukuku gibi sendikalara da pek olumlu bakılmadığı, işverenler olarak çalışanlarının her türlü ihtiyacıyla abi-kardeş̧ ilişkisi içinde ilgilenmeyi tercih ettikleri ve sendikal örgütlenmeye gerek olmadığı düşündüklerini göstermekte; sendikal örgütlenme fikri karşısında düşmanca bir tutum takınıldığını söylemek yanlış olmaz.[52]

Sonuç olarak, sosyal politikanın, hem neo-popülizmi yansıtıp hem neo-popülizme hizmet ettiğini söylemek yanlış olmaz. Sosyal politikanı, böylece, bütün olarak iktidarın işine yarayacak biçimde toplumun muhafazakâr ve geleneksel değerleri ile yoksulluğunun “araçsallaştırılmasına” hizmet ettiği söylenebilir. Benimsenen sosyal devlet anlayışına, bu nedenle,  “sosyal yardım devleti” demek tam doğru görünmüyor. Liberal anlayışla geleneksel anlayışı biraraya getiren ve temelde en altta kalan kesimlerine yönelik sosyal yardımların ağırlık taşıdığı bir sosyal devlet modeli olduğu kabul edilse de, neo-muhafazakâr, neo-popülist politikalara araç olduğu düşünüldüğünde anlam ve sonuçlarının “yoksulluğu yönetmenin” ötesine geçtiğini söylemek yanlış olmaz.

Sonucun sonucu olarak, bu ülkede yetersiz toplumsal, ekonomik, siyasal koşullar nedeniyle sosyo-ekonomik hakların varlık kazanmakta zorlandığı bir gerçek; tüm boyunca dönemler boyunca izlenen politikalar da bunların varlık kazanmasını engelleme yönünde.  Bu hakların, yalnız sosyal devletin değil,  yukarıda tartıştığım gibi, temel hak ve özgürlükler ile demokrasinin güçlenmesi açısından da önemleri düşünüldüğünde, bu hakların “cılızlığını” toplumsal-siyasal gelişmenin “cılızlığıyla” ilişkilendirmek yanlış olmaz. Ne var ki, güçlenmelerini talep edecek sınıflar yasaklarla ve popülist politikalarla engellendiğinde, -ki, Türkiye’nin temel siyaseti dense yeridir- siyasetin tek yanlı, demokrasinin aksak kalması da kaçınılmaz olmakta. Bunun sonucu, bugün Türkiye’de olduğu gibi onca yıl demokrasi yönünde sürdürülen çabaların bir batağa saplanması biçiminde de  olabilmekte.


[1] Sumner B. Twiss ( 2004), “History, Human Rights and Globalization”, Journal of Religious Ethics, 32/1; 39-70; Shareen Hertel ( 2006), “Why Bother? Measuring Economic Rights: The Research Agenda”, International Studies Perspectives, 7; 215-230. 

[2] Meryem Koray (2011), Kapitalizm Küreselleşirken Dünya Ahvali, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

[3] Peter Flora;  “J. Alber (1990),  “Modernization, Democratization and the Development of Welfare States in Western Europe”, The Development Of Welfare States in Europe and America, (der) P. Flora; A.J. Heidenheimer, Transaction, London.

[4] Gosta Esping-Andersen (1990), The Three Worlds Of Welfare Capitalism, Princeton University Press,  New Jersey; 10

[5] Meryem Koray (2005), Avrupa Toplum Modeli, İmge Yayınları, Ankara; 120

[6] Fatmagül Berktay (2008), “Liberalizm: Tek Bir Teorik Pozisyona İndirgenmesi Olanaksız Bir İdeoloji”,  19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, (der) H. Birsen Örs, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul; 49-114; Mustafa Erdoğan (2005), “Liberalizm ve Türkiye’deki Serüveni”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Liberalizm,  İletişim Yayınları, İstanbul;13-40

[7] F. A. Hayek (1999), Kölelik Yolu, Çev. Turan Feyzioğlu ve Yıldıray Arsan, Libeberte Yayınları, Ankara.

.

[8] Meryem Koray (2017), “Eşitlik ve Sosyal Devletin Vaatleri ya da Sınırları…”, Emek Araştırma Dergisi, Aralık 2017/2.

[9] A. Gutman ve D. Thompson, D. (2002), “Deliberative Democracy Beyond Process, The Journal of Political Philosophy, 10(2);153-174.

[10] M. Koray (2015), “AKP Dönemi: Neo-liberalizm, Neo-muhafazakarlık, Neo-Popülizm Beşiğinde Sallanan Sosyal Devlet ve Sosyal Politika”,  Himmet-Fıtrat-Piyasa: AKP Döneminde Sosyal Politika, (Der) M. Koray; A. Çelik, İletişim Yayınları, İstanbul. 

[11] Gosta Esping-Andersen, G. (1990), The Three Worlds Of Welfare Capitalism, Princeton University Press, New Jersey; 21.

[12] Türkiye’de demokratik kurum ve süreçler tartışmaya açılırken, ortaya çıkan yetersizlikler konusunda toplumun sosyo-ekonomik koşullar ile sosyo-ekonomik hakların durumunu gündeme getiren tartışmalara pek rastlanmamaktadır. Oysa Türkiye’nin neden demokratikleşemediği konusunu tartışmaları arasında, sosyo-kültürel faktörlerden çok, sosyo-ekonomik eşitsizliklerle bunları sürdürmeye  yönelik siyaset ve demokrasi anlayışındaki yasakları, sınıfsız toplum oluşturma çalışan konusunda sürdürülen gayretleri, bu açıdan sosyo-ekonomik hak ve özgürlüklerle tehlike olarak gören anlayışları, bu gayretler sonucunda oluşan toplumsal-siyasal güç dengesizliğini, sermeye birikimini bile yeni zenginler yaratmak için kullanan “siyasal ekonomi” anlayışı sosyo-ekonomik hak ve özgürlüklerle gibi “siyasal-sosyal ekonomi” anlayış ve uygulamalarını başa almak hiç yanlış olmaz. 

[13] T.H. Marshall(1965), Class, Citizenship and Social Development, Anchor Boks, NewYork, 1965; 

[14] John Rawls (2003, Halkların Yasası ve “Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması”,  Çev. Gül Evrin, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, İstanbul; 52-523

[15] Rawls, John (2001), Collected Papers-John Rawls,  (der) Samuel Freeman, Harvard University Press; 133

[16] Bazen, devletin “yeniden dağıtımcı“ rolünün yalnız sosyal devletle ve sosyal harcamalarla ilgili olduğunu düşünen yazılara rastlıyorum. Oysa, devletin her zaman “yeniden dağıtımcı” bir rolü olduğunu unutmamak gerekiyor. Mesele, bu rolün kimden yana uygulanacağıyla ilgili. Yani liberal devlet anlayışı ve liberal politikalar, devletin dağıtımcı rolünden vazgeçmesi anlamına gelmiyor; örneğin, ağızlarından “piyasa” lafı düşmese de, sermayenin sürekli olarak teşvik, vergi kolaylıkları, vergi afları, yatırım öncelikleri, sigorta prim desteği ve de batma tehlikesi gösteren firmaların kurtarılması gibi devletten katkı beklediğini görebiliyoruz. Bunların her biri, gerçekte, devletin “yeniden dağıtım” rolünü sermayeden yana kullandığının gösteren örnekler. Hele bizim gibi ülkelerde, rant ekonomisi yoluyla sermayeye katkı değil, sermaye yaratıldığının örneği çok. Sosyal devletin güç kazandığı durumlarda ise, bunlardan tümüyle vaz geçildiği söylenemese de, devletin, sosyo-ekonomik hakları hayata geçirmek üzere yaptığı harcamalarla gelirin,  “sosyal eşitlik-sosyal refah yönünde yeniden dağıtımından” söz edilebilir. Kısacası, devletin yeniden dağıtım rolünden söz ederken, bunun sosyal devlete özgü olmadığını ve hem yeniden dağıtım meselesinin devletin siyasal ekonomisinden ayrı düşünülemeyeceğini görmek durumundayız.

[17] Ramesh Mishra (2005), “Social rights as human rights; Globalizing social protection”, International Social Work /48; 9-20.

[18] Sosyo-ekonomik haklarla ilgili ayrıntılı bir tartışmayı “Kapitalizm Küreselleşirken Dünya Ahvali”  adını taşıyan kitabımda yaptım (Ayrıntı Yayınları, 2011). Buradaki alıntılar da o kitaptan.

[19] Hayek, age; 109.

[20] Geoffrey Brennan ve James M. Buchanan (2001),”The Reason of Rules: Constitutional Political Economy”, Indianapolis Inc.Library of Liberty, http://www.econlib.org

[21] Rawls, 2001, age; 133

[22] Amartya Sen (2004), Özgürlükle Kalkınma, Ayrıntı Yayınları, İstanbul; 319-320Sen, (2004, 319-320).

[23] Charles Jones (2001), “Global Justice Defending”, Cosmopolitan, Oxford University; 51-62):

[24] Cecile Fabre (1998), Constitutionalisng Social Rights (1998), The Journal of Political Philosophy/6;  263-284.

[25] P.A. Hall ve D. Soskice (2001), Varieties of Capitalism, Oxford University.

[26] Esping-Andersen, age.

[27] Stephan Leibfried (1993), “Towards a European Welfare State?”, New Perspectives on the Welfare State in Europe, (der) Jones, C.; Routledge, Londra; 139-143. 

[28] W. Korpi (1978), The Working Class in Welfare Capitalism, Routledge and Kegan Paul, Londra; 40;  Esping-Andersen, 1990, age; 11.

[29] Wolfgang Streeck (2021), Kapitalizm Nasıl Sona Erecek? çev. Bülent Doğan, Tellekt, İstanbul; 279-300

[30]Kemal Sülker (1976), Sendikacılar ve Politika, May Yayınları, İstanbul; 262

[31] Mümtaz Soysal (1969), Anayasaya Giriş, AÜSBF Yayını, Ankara, 1969.

[32] Burada konuyla ilgili olarak genel bir tablo çizmek istediğimden, siyasal partiler ve hükümetlere ilişkin farklılıklardan söz edecek kadar siyasete girmek istemiyorum. Yalnızca, bu genel tablo içinde CHP’nin Ecevit’le birlikte “ortanın solu” olarak nitelenen politikayı benimsemesi ve 1973 ve 1977 seçimlerinde daha yüksek oy alması gibi “ayrıksı” bir dönem dışında, [32]  Türkiye’nin hep sağ partilerin veya onların oluşturduğu sağ koalisyonların iktidarda olduğu bir ülke olduğunu söylemek kaçınılmaz. Ecevit’in başbakanlığında kurulan koalisyonlar ise, hem kısa süreli olmuş- 26 0cak 1974-17 Kasım 1974, ikincisi 21 Haziran-21 Temmuz 1977, üçüncüsü 5 Ocak 1978-12 Kasım 1979- hem sağ partilerle kurulduğundan ne siyasette ne de toplumda bir değişim sağlayabilmiştir.  Koalisyonların ardı ardına kurulup dağıldığı 1970’li yıllar, siyasette olduğu gibi toplumda da gerilim ve kargaşanın arttığı, sokaklarda çatışmaların yaşandığı, katliamların yapıldığı yıllardır. Sonrasında gelen askeri darbe ise, toplumsal-siyasal çatışmaya son vermiştir; ancak liberal politikalarla birlikte uyguladığı yasakların, solu bitirirken, sağın önünü açtığını söylemek de kaçınılmaz.

[33] Zafer Toprak (2002),“Muhafazakarlık”, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, www.obarsiv.com/cts

[34] Korkut Boratav (1987), “İthal İkamesi ve Gelir Dağılımı”, Kriz, Gelir Dağılımı ve Türkiye’nin Alternatif Sorunu, 2. Baskı, K. Boratav; Ç. Keyder; Ş. Pamuk,  Kaynak Yayınları, İstanbul

1987, 13

[35] Korkut Boratav; Erinç Yeldan; Ahmet Haşim Köse (2000), “Globalization, Distribution and Social Policy; Turkey 1980-1998”, Center for Economic Policy Analysis (CEPA) Working Paper Series-20, NewYork, New School University.

[36] Levent Köker, Köker 2005), Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yayınları, İstanbul; 228

[37] M. Koray ( 2020), Sosyal Politika, İmge Yayınları, 6. Bası, Ankara.

.

[38] M. Koray, M (1994), Değişen Koşullarda Sendikacılık, TÜSES yayınları, İstanbul; 202

Koray, 1994; 202).

[39] Çağlar Keyder (2005), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar 11.Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.

.

[40] M. Koray (2015) age; 12

[41] Haldun Gülalp (2003), Kimlikler Siyaseti-Türkiye’de Siyasal İslam’ın Temelleri, Metis yayınları, İstanbul; 44-52

[42] Sarah Lewis (2003),”Are Democracy and Capitalism Incompatible?”, Student Economic Review; 45-47

[43] Arif Dirlik (2005), Postkolonyal Aura: Küresel Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Eleştirisi, Çev. Galip Doğduyaslan, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi; 48.

[44] Kallek, Cengiz (2008), “İslam sermaye ile emek arasında denge kurar”, İslam ve Hayat, http://www.islamvehayat.com/1652/

[45] Euronews (2023),”Rapor: Dünyada 24  ‘ tam demokrasi’ var; Türkiye yine ‘hibrit’ kategorisinde yer almakta”, Euronews Türkçe,  02.02.2023, http://www.tr.euronews.com

[46]  Koray (2015) age; 29.

[47] Koray (2015), age; 36. p

[48] Deniz Yıldırım (2010), “AKP ve Neoliberal Popülizm”, AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu, (der) İlhan Uzgel ; Bülent Duru, Phoenix, Ankara; Yıldırım, Deniz (2010), “AKP ve Neoliberal Popülizm”, AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu, (der) İlhan Uzgel ; Bülent Duru, Phoenix, Ankara 91

[49] Koray (2015), age; 34 ve devamı 

[50] TUİK (2022), Sosyal Koruma İstatistikleri, 23 Aralık 2022, http://www.data.tuik.gov.tr.

[51] Euronews (2023), “Enflasyon-ücret artışı tartışması: Yüksek enflasyon işçiye mi yoksa patrona mı yarıyor?”, Euronews Türkçe, 24.10.2023, http://www.tr.euronews.com

[52] Özdemir, Şennur  (2010), “İslami Sermaye ve Sınıf; Türkiye/Konya Müsiad Örneği“, Çalışma İlişkileri Dergisi, 2010; Cilt 1, sayı 1; 37-57; www.arastirmax.com/system/files/dergiler/34148/

Korona günlerinde Aşk: INTERNET…

Özenti ama Gabriel Garcia Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” deyişi gibi ben de “Korona günlerinde aşk” diye başlayıp aşktan devam etsem fena mı olurdu!… Bu karanlık günlerde en azından sevimli bir şeyler düşerdi aklımıza. Marquez’in anlattığı çocukluktan başlayan ömür boyu mektuplar üzerinden yaşanan bir sevda hikayesi gibi bugün pandemiyle savaşan sevdiğine mektup- yok, mektup olmaz, yürürlükten kalkalı çok oldu- en iyisi videolarla sevgisini, hasretini anlatan bir aşkı anlatsam mesela!… Gerçi, Marquez ustayı bir yana bırak çömez olarak bile böyle hikayeler anlatacak hayal gücüm ve edebi yeteneğim yok ama merak ediyorum; şu meret pandeminin yol açtığı korkuları biliyoruz da acaba aşklara da vesile oldu mu? Olabilir tabii -umarım yaşanıyordur da-ama romantizmin zaten gerilere atıldığı dünyamızda korona musibetinin aşkı ve romantizmi daha ücralara fırlattığından korkuyorum

Geçenlerde, nedendir bilmem, sözleri Ümit Yaşar Oğuzcan’a, bestesi Rüştü Şardağ’a ait olan şarkının sözleri düştü belleğime: “Bu kadar yürekten çağırma beni/Bir gece ansızın gelebilirim” diyen şarkının ağızlarda dolaştığı günleri hatırladım. Nasıl bir yoğunlukla anlatılır o aşk! “Beni bekliyorsan, uyumamışsan/ sevinçten kapında ölebilirim… kal dersen dağlarca severim seni/bir deniz olurum ayaklarında”… Aşkların daha derinden yaşandığı zamanlar mıydı, bilemeyeceğim ama hangi zamanda olursak şarkıların da günün duygularına karşılık geldiğini düşündüğümü söyleyebilirim.

Umarım, şimdilerde de sevgilinin ansızın geliverdiği geceleri yaşayanlar vardır; aman kıymetini bilsinler derim… Bilsinler; çünkü bir yandan karmaşıklığı, korkuları artan bir dünya söz konusu; bunlardan başını alıp da aşka teslim olmak öyle kolay değil; öte yandan teknolojiyle, bir anlamda makinelerle yatıp kalkan, heyecan, yenilik ve hız meraklısı genç kuşakların aşk için “zahmete” girmelerini beklemek giderek hayal olmakta. Zaten uzun süredir aşkla ilgili olumsuz kehanetlerin ortalığı kapladığını görüyoruz; “aşk” bitmiş, artık “ilişkiler” yaşanıyormuş! … Yenilik, heyecan arayan, ilişkileri çabuk tüketmeye meyilli kuşaklar için “aşık” olmak zormuş, vs.vs.vs…. Yalan değil, hız ve yenilik meraklısı kuşaklar yaşamları yavaşlamasın diye can atarken bu zahmetli işe niye kalksınlar!… Mesela spotify varken sevdiğine duygularını aktaran bir karışık kaset hazırlamak için saatlerini, günlerini vermek olacak iş midir!… İnsanı bir kişiye ve duyguya odaklanarak, yaşamı adeta onda sabitleyerek yaşatan aşk, belki de artık “dinozor işi” kalmakta!

Şimdilerde aşkın değil “ilişkilerin” yaşandığının bir göstergesi de internet üzerinden arkadaş bulma siteleri… Dijital bağımlılık, sanal alemin sunduğu sayısız seçenek, her yerden bağlanma kolaylığı gibi nedenlerle arkadaşlık siteleri genç kuşaklar arasında epey popüler. Nedir, ne değildir diye biraz araştırdım; 1995’den buyana var; çok popüler olan 7-8 site söz konusu; bu sitelere üye olan yüz milyonlardan da söz edilmekte. Korona salgınının arkadaşlık uygulamalarını kullananların sayısını arttırdığı da söylenmekte. Yapılan bir araştırmaya göre, “salgın süresinde her beş kişiden ikisi (%42) bir arkadaşlık uygulaması indirdi veya bir çevrimiçi arkadaşlık web sitesine kaydoldu: [1] Bumble, OkCupid, Tinder gibi uygulamalar (Netflix sayesinde Tinder’i biliyordum, meğerse daha neler varmış), kullanıcı sayısının iki katına çıktığını belirtti. Araştırmalara göre arkadaşlık uygulaması kullanıcılarının %22’si uygulamaları sosyal izolasyon sırasında iletişim ihtiyacı ve dayanışma için kullanıyor. 35 yaşın altındakilerde kullanımın %94,4 arttığı görülüyor.”

Vay vay vay, 35 yaş altında artış % 94… Koronayla birlikte bu sitelere daha da gün doğdu anlaşılan. Galiba, bir kısmı koronaya bağlansa da gerçekte birçok insan için kendi çevresi dışındakilerle tanışma ve bir sorumluluğa yol açmayan seçim olanaklarının cazibesi büyük.  Zaman zaman medyada bu sitelerin yoz kullanımına ait haberler de okuyoruz; hatta bazıları için yeni dolandırıcılık yollarından biri haline geldiği de görülmekte ama umut bitmiyor! Mehmet Y Yılmaz bir yazısında Tinder deneyimini yaşayan birinin samimiyetle anlattığı hikayesine yer vermiş:[2] Yazan işi gereği dünyayı dolaşan bir kadın; uzun süren yazışmaların sonunda ya buluşmaya gelmeyen ya bambaşka biri olarak karşısına çıkan ya da dolandırıcı olan kişilerle yaşadığı deneyimleri anlattıktan sonra harcadığı zaman ve enerjiye yanarak sözlerini şöyle bağlıyor; “o kadar bezdim ki, sanal markette hıyar alasım bile yok!”

Ne var ki, bezmeyenler bezenlerden çok olacak ki, üye artışı sürüyor. Sitelerin bir başka olumsuz yönü de, facebook gibi kullanıcılarının kişisel bilgilerini reklam amacıyla haberleri olmadan üçüncü taraflarla paylaşması… Bir siber güvenlik kuruluşunun 10 uygulamayı incelediği araştırmadan elde edilen bilgilere göre, üçüncü tarafla paylaşılan detaylar konum, yaş, cinsiyet ve hatta bazı vakalarda cinsel eğilim, dini inançlar ve politik görüşleri de içeriyor. [3]

Galiba mahremiyete önem vermenin de modası geçti; ne kadar teşhir, o kadar meşhur!... Günümüzde “fenomen” dedikleri de bu işi iyi becerenler… Dolayısıyla sakıncaları olsa da, yanındaki insandan çok cep telefonu, tablet ile haşir neşir kuşaklar için oturduğu yerde önüne sayısız seçim olanağı getiren internet sitelerinin cazibesini kırmanın kolay olmayacağı açık. Hani, prensini veya prensesini bulmasa da kısa yoldan birçok kişiyle tanışmak, heyecan yaparken şansını denemek fırsatı az şey değil. Ne diyeyim, yolları açık, şansları bol olsun…

Benim daha çok kaygılandığım konu yüz yüze ilişkilerin irtifa kaybı… Şu, post-kapitalizm mi yoksa felaket kapitalizmi mi, post-modern mi yoksa tehlikeler çağı mı, hangisi daha yakışır bilemiyorum ama postlar-dünyasının musibetleri arasına yüz yüze ilişkilerin, insanla temasın sakıncalı olması da girdi ki, Sezen Aksu gibi ben de “yanarım, yanarım “diyorum ama belalım dediğim bu “musibet!”… Baksanıza, Covid-19’un laboratuvarda üretildiğini söyleyenler varken,- bu kadar acımasızlığı hala insana yakıştıramadığım için komplo teorilerine yüz vermek istememiştim amma- şimdi virüsün laboratuvar hatası olmayıp gelecekteki savaşta kullanılmak için üretilen bir biyolojik silah olduğu iddiaları ortaya atıldı ki, ürperdim. Ele geçen bilgilere göre Çin, gelecekteki savaşın nükleer değil, biyolojik olacağını düşünüp buna hazırlanıyor muş!  İyi mi!… Atom bombasından beri biliyorduk zaten; bilim insandan çok gücün hizmetinde, hizmet etiği güçler de canavarlığın en tepesine çıkmaktan çekinmeyenler… Şimdi, gelecekteki savaşa hazırlanmak ve nükleer saldırıya karşı düşünülen toplu sığınaklar yetmeyeceğinden, herhalde kuvöz gibi bireysel sığınakları önermeye, üretmeye hazırlanacaklar! Tehlikenin nereden ve ne zaman geleceği bilinemeyeceğinden tüm yaşamı koruyucu giysiler ve kasklar arkasında geçireceğimiz dünyalara gitmek de mümkün.

Şimdi bunları yazarken pek olmayacak gibi gelmiyor, oysa yıllar önce kimin olduğunu unuttuğum bir kurgubilim yazarının-Asimov olabilir- kitabında benzer bir hikâyeyi okurken hiç ihtimal vermemiştim.  Aah insan ve mahvettiği bu güzelim dünya!…Hem fail hem mağdur, hem suçlu hem masum, hem canavar hem melek olabilen insan!… Kurgu bilimciler de insanı ve dünya halini iyi tanıyorlar demek ki… Kitapta, insanların tek başına kuvöz benzeri saydam odalarda yaşadıkları, yüz yüze ilişkinin, birbirine dokunmanın, tensel temasın tümden ortadan kalktığı bir dünya anlatılıyordu. Acınası bir dünyaydı yani. Kitabın kahramanı da insanların birbirinden yalıtıldığı, bilgisayar aracılığıyla temas kurdukları, insan ırkının devamının yapay yolla sağlandığı bu dünyaya karşı yüz yüze görüşmenin, dokunmanın dünyasına -bildiğimiz dünyaya-dönüşün savaşını veriyordu. İlgiyle okuduğumu, üzerinde düşündüğümü, ancak insanların “bu kadar berbat bir dünyanın” gerçekleşmesine izin vermeyeceklerini düşündüğümü hatırlıyorum. İnsanlar, el ele tutuşmanın, sevdiğine sarılmanın, çocuğunu kucaklamanın, sevişmenin getirdiği o güzel duygulardan vazgeçemezler diye düşünmüştüm.

Evet, insanlara kalsa vazgeçmezler ama ya şu korona gibi musibetler onu zorladığında!… Ne olacağını gördük. Çok şükür, henüz kuvözlere tıkılmadık, evlerimizde, yakınlarımızla birlikte yaşama şansımız hala var. Amma velakin, ekranlardan, görüşmeye, konuşmaya, çalışmaya, ders dinlemeye, müze gezmeye, konser izlemeye alıştık gitti!… Öte yandan söylenenlere bakılırsa, virüsün varyantları veya yeni virüslerin gelmesi de muhtemel; küresel ısınma ve iklim değişikliklerinin karşımıza daha ne belalar çıkaracağı belli değil; kısacası daha nelerden kaçarak, kaçınarak yaşayacağımızı bilemiyoruz.

Musibetler hiç eksik olmamıştır bu dünyada ama insanın kendisi yetmemiş gibi virüs gibi “sentetik musibetler” yaratması var ya, kahroluyorum. Öyle bir musibet ki, virüsü kapmasan da beladan kurtulamıyorsun, cürmü de daha çok yer yakacak gibi… Gençler ve çocuklar bu beladan yırttı derken şahken şahbaz olan eğitimin mahmurluğundan nasıl çıkacaklar bilinmiyor; işlerin çoğu gaiplere karışırken yakın zamanda gelmeleri de beklenmediğinden toplumun yüzde 70’i, veya 80’inin ne yapacakları bilinmiyor; dükkanlar kepenk indirir, sektörler biter, dükkan sahipleri ile çalışanlar devlet babaya avuç açmaya zorlanırken “Devlet Babanın çiftliği” ne kadar dayanır bilinmiyor; dersler, işler, konserler, müzeler, filmler ekranlara emanet edilirken devletin Orwel’in dünyasına özenmesi nasıl önlenecek, bilinmiyor; hastalıktan kaçmak derken yabancılaşma ile yabancılaştırmadan ve sınırların daha da yükselmesinden nasıl kurtulunacak, bilinmiyor… 

Şu işe bak; aşktan söz etmek niyetiyle başladığım yazıda nerelere geldim. Meslek deformasyonu var tabii; aşk gibi büyülü duygular yerine sorunlarla kaygılara kaçıveriyor kalem…Neyse, bugün felaketlerle, musibetlere fazla girmeden kaybetme tehlikesiyle karşılaştığımız “yüz yüze ilişkileri, dokunmayı” yitiriyor oluşumuzu konuşmak istiyorum.  

Geçenlerde Burhan Şeşen “Göz teması olmazsa müzik olmaz” diye yazıyordu.[4]  Gurup olarak evde müzik yaparken yakaladıkları samimiyeti ve bu duyguyu hiçbir yerde yaşamadıklarını anlatıyordu yazısında. Çok doğru ve ben buna yalnız müzik, konser, tiyatro gibi daha çok duyguların devreye girdiği alanlarda değil, dersler, konferanslar gibi düşünce, bilgi aktarımına dayalı iletişimler için de yüz yüze olmanın farklı olduğunu eklemek istiyorum. Karşındaki yüzleri görmek, bakışlarla onlara dokunabilmek, söze dökülmese de senden onlara onlardan sana bir şeylerin ulaşması ve bunun farkında olmak eşsiz bir şey… Ekranların, bilgisayarların karşılayamayacağı bir ayrıcalık bu… Kendi adıma bu ayrıcalıktan vazgeçmek istemediğimden dinozorluk yapıyor, “zoom”lu toplantılara katılmıyorum. Biraz ukalalık gibi olacak ama olsun; “bilinenler tekrarlanacaksa” konuşmanın, yazmanın pek hatırı kaldığını da düşünmüyorum. Buraya “niye yazıyorum”a gelince, ülkenin sığ siyasetinde dolaşmak yerine “insana dair“ konuşmaya ihtiyacımız var diye düşündüğümden galiba.

İşte o nedenledir ki, korona nedeniyle insan ilişkilerinin aldığı/alacağı yön de ilgimi çekiyor. Uzun süredir metropollerde iş-ev arasında koşuşan modern insanın yalnızlığından konuşuluyor; aynı apartmanda komşusunu tanımayan insanlardan, profesyonel arkadaşlıkların çıkara dayalı yapısından, tek başına yaşayanların artışından, özetle artan köksüzlük ve yalnızlıktan… Türkiye’de Batı’ya göre insani ilişkilere, aile yaşamına hala daha fazla yer verildiği söylenebilir ama gidişat o yönde…  Covid-19’la birlikte bu durum daha statüko kazandı denilebilir; en yakınlarımızı bile göremez olduk, birlikte yapılan etkinlikler ve ortak alanlarımız ortadan kalktı; maskelerle birbirimize daha yabancılaştık. Gerçi orada burada salgın nedeniyle eve kapanmanın insanı yaşam tarzını düşünmeye zorladığı, ailenin, yakınların, ilişkilerin değerini daha çok anlamasına yol açtığı yolunda yazılara rastlanıyor. Bu tefekkür sonunda insanın daha az bencil, dünyaya ve çevresine daha duyarlı, dayanışmaya daha yatkın olacağı yolunda beklentiler de var. Kendi adıma keşke öyle olsa diyorum… Öte yandan yaşanılan tehlike ve korkunun insanlarda birbirlerini dışlayıcı tutumlara yol açabileceği de söylenmekte; örneğin eve kapanmanın ev içinde daha yakın ilişkiler üretirken, insanların toplumsal uzamdan uzaklaşması, toplumsal ilişkilerin zayıflaması gibi sonuçlar verebileceği de söylenmekte.[5] Belli ki, kişiye, koşullara göre değişen sonuçlar beklenebilir; ancak, dünyanın ve yaşadığımız küresel sorunların insanlar ve toplumlar arasında ayrılıklara değil, aksine aralarındaki işbirliği ve dayanışmanın artmasına ihtiyacı büyük,“kendini kurtarma, yalıtma, yabancılaşma eğiliminin”  artması da tehlikeli…

Korona sonrası eve kapandığımız gibi, yakınlarımızla görüşmeden derslere, konferanslardan sanatsal veya kültürel etkinliklere kadar her yerde yüz yüze ilişkinin yerine makineleri koyduk. Bu etkinliklerden vazgeçemeyeceğimiz için Facebook, Facetime, Zoom’a sığındık; teknolojik gelişmeler bu imkânı verdiği için müteşekkir de olduk denilebilir!…

Başka yolu var mı diye sorulabilir, tabii!… Evet, bu noktaya gelince bu araçları kullanmaktan başka çare yok ama ya bu noktaya gelmeden önce yapabileceklerimiz olsaydı!… Örneğin teknolojinin seyrinde karar vericilerin kim olduğunu düşünüyor muyuz?  Görülen o ki, bir yanda piyasa odaklı, kâr amaçlı şirketler, öte yanda hegemonya peşindeki büyük devletler köşe başlarını tutmuş devler gibi; bugünümüze ve geleceğimize dair kararların tekeli de bunların ellerinde…

Teknolojinin önemi de giderek artmakta. Teknoloji, bir yanda geleceği belirlemek açısından daha önce hiç olmadığı ölçüde güç kazanmış durumda, öte yanda insanı “ürün” ya da “araç” haline getirme konusunda çok başarılı. Yalnız zorunluk da değil, sağladığı olanaklar, getirdiği kolaylıklar, ulaştırdığı hizmetlerle teknolojinin büyüsüne kapılmamak zor; öyle bir yenilenme hızı da yakaladı ki insan neredeyse teknolojinin gittiği doğrultu, yol açtığı dijital dünyanın “esiri” olmakta. Peki, biçimlenmesinde teknolojinin çok daha fazla rol oynadığı bu gelecekle ilgili sizin, benim, yeryüzündeki tüm insanların fikirlerinin, önceliklerinin önemi var mı; hayır, soran da yok zaten!… Bu büyülü dünyanın daha önce hiç olmadığı kadar adaletsiz bir dünya ortaya çıkarması mümkün olduğu gibi,-dijital uçurum şimdiden ortaya çıkmış durumda-  insanın makinenin bir uzantısı haline gelmesi, iyice nesneleşmesi de mümkün. Genel olarak insanlar farkında değil ama bu konuda konuşup yazan çok insan var.

O yüzden küresel tekellerle devletler, “parayı veren düdüğü çalar” misali teknolojik yatırımları istedikleri alanda istedikleri yönde gerçekleştirirken, insanların da büyüden uyanıp nereye gidiyoruz sorusunu sormalarına ihtiyaç var. Çünkü elimize durmadan yeni oyuncaklar vererek sessizliğimizi satın alanların çaldığı düdük, sizin, benim, tüm yeryüzünün yaşamı demek.  Geleceğimizi nasıl olur da kendi çıkarlarından başkasını görmeyen bu “güç hırsızlarına“ bırakmaya razı oluruz!… Örneğin insanlar bu kararlarda etkili olsaydı, silahlanma yarışı, gözetim teknolojileri, uzayın fethi için yapılan araştırma-geliştirme çalışmalarına mı yatırılırdı milyarlarca dolar, yoksa çevre kirliliği, insan sömürüsü, bunca gelişmeye karşın bitmeyen açlık ve yoksullukla mücadeleye, özetle yeryüzünün ve insanlığın esenliğine mi!… Böyle bir olanağımız olsaydı yeryüzündeki yaşamın tehdit altına girdiği, uzaktan kumandalı savaşlarla sivillerin katledildiği, bunlar yetmezmiş gibi biyolojik silahların hazırlandığı bugünün dünyasına mı gelirdik, yoksa savaşı değil refahı, çatışmayı değil dayanışmayı öne alan bir insanlık ve uygarlık yaratılmasını mı sağlardık?

Bu soruya kesinlikle olumlu bir yanıt verebileceğimizi iddia etmiyorum; iyiliğiyle, kötülüğüyle bu dünya insanın eseri… Ancak bugüne dek savaşan, çatışan, öldüren, yıkan güçlerin hakimiyetindeki bu dünyada arkada çalışarak, dayanışarak yaşamın sürdürülmesini sağlayan milyarlar olduğunu da unutmamak gerekiyor. Onlar kahraman olmadılar, tarih yazmadılar ama savaşanlar geri döndüklerinde bıraktıkları yerde süregiden bir yaşam buldularsa onların sayesinde buldular. Şimdi de zenginlik ve hegemonya peşindeki bir avuç insan daha öldürücü silah nasıl üretirim, yeni savaşları nasıl kışkırtırım, savaş için insanları nasıl manipüle ederim, yeraltı, yerüstü kaynaklarını ellerinden almak için ne yapabilirim, insanı makinelere nasıl bağımlı kılarım, teknolojik dengesizliği nasıl devam ettirebilirim diye çıkar peşinde akıl yürütür, plan yapar, desise kurar, para harcarken, milyarlarca insan üretimin sürmesi, ihtiyaçların karşılanması, ilişkilerin korunması, kısacası yaşamın devamı için çalışmakta.

O nedenle yeryüzü ve insanlık için bir şans olacaksa, bu şans o milyarların elinde, onlara bağlı; öyleyse onlara, onlardan yana düşünmek ve konuşmak gerek.


[1] Teknosafari (2020), “Arkadaşlık Uygulamaları Her 5 Kişiden 2’sinin Tercihi oldu”, Teknosafari, 13 Mayıs 2020, http://www.teknosafari.net/

[2] Mehmet Y. Yılmaz (2021), “Ve tecrübe konuşuyor”, T24, 1 Nisan 2021,

[3] Haber Türk (2020), “Arkadaşlık uygulamalarında ‘buluşma’ öncesi koranavirüse karşı önlem”, Haber Türk, 11 Mart 2020, http://www.haberturk.com/

[4] Burhan Şeşen (2021), “Göz teması olmazsa müzik olmaz” Birgün, 14 Mayıs 2021, www.birgun.net/

[5] Mehmet Karakaş (2020), “Covid-19 Salgınının Çok Boyutlu Sosyolojisi ve Yeni Normal Meselesi”, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Dergisi, 40(1), http://www.dergipark. org.tr

“İyiliği Düşünmek” üzerine…[1]

 “İyilik” kavramı uzun süredir aklıma takılmış durumda; yanılmıyorsam BirGün’deki yazılarımdan birinde eksikliğini en çok hissettiğimiz şey diye de söz etmiştim “iyilikten”… Dünyanın hali ortada; fazla derine dalmasak ya da uzaklara gitmesek de dünyanın- daha doğrusu insanın- acımasızlıklarından kaçmak mümkün değil; savaşın belası, göçmenliğin azabı, işsizliğin yıkımı, yoksulluğun çaresizliği, kadınların, çocukların istismarı gibi acılar ve dertler her gün karşımızda. Küreselleşen dünyada her yerden gelen ve ardı arkası kesilmeyen kötü/acı haber ve olayların bombardımanı altındayken yalnız toplumsal değil küresel düzeyde de “dayanışma ve iyiliğe” ihtiyacımız büyük. Buna karşın, benciliğimizden mi, kendi dertlerimizin yoğunluğundan mı, bunca olumsuzluğun getirdiği yılgınlık mı yoksa aczimizden mi, bilemiyorum, yaşananlara tepkimiz çok zaman “ah ah, vah vah” dan öteye geçememekte.  İnsanlar hep böyle ilgisiz miydiler, yoksa değiştiler mi; ya da değişen insan değil de zaman mı? Ahir zamanların kötülüğü üzerine yazılan çok da acaba öyle mi?

İşte bu düşüncelerle Zülfü Livaneli ve Ayla Göksel’in “İyiliği Düşünmek” adlı derlemeleri çok ilgimi çekti; kitabı bu konuda düşünmeye davet olarak aldım ve okudum. Gerçi yazılanlar küresel dertler ve küresel çözümlerle pek ilgili değil ama “iyi“ ve “iyilik” kavramları üzerinden gözlüğü insanlığa kaydırmak zor değil. Kitabın ve yazıların bende çağrıştırdığı bazı düşünceler de oldu ki, kitap üzerine yazmamanı nedeni o!…

Kitapta, 15 ayrı yazıda felsefi yaklaşımlardan toplumdaki ”iyi” ve “iyilik” algısına, fizyolojik-psikolojik-davranışsal boyutlarından ekonomi politikalarına, savaş ve şiddet ortamındaki hallerinden medyadaki yansımalarına kadar birçok alanda ”iyi ve ”iyilik” tartışılmakta. Yazıların her biri ilgi çekici, anlamlı yazılar; her biri ayrı değerlendirmeyi de hak ediyor. Bunu yapamayacağım; ancak kafama takılan birkaç nokta var ki yazılanları bunlar üzerinden değerlendirmeye çalışacağım.

-Kafama takılanlardan birincisi, “iyiliği düşünmek” adını taşıyan kitapta  iyi” ve “kötü” üzerinde çok durulurken, “iyilik” konusunda oldukça yetersiz kalınması, ikincisi de  “iyilik” üzerine yazılırken onunla yakından ilgili “dayanışma“  kavramının ihmal edilmesiyle ilgili. 

Kuşkusuz birçok çalışmada olduğu gibi bu kitapta da meseleyi her yönüyle ele almak mümkün değil; yazarların seçimleri ve yorumları için de söylenecek söz yok. Öte yandan önemli olan bu yazıların uyardığı soru ve düşüncelerle yeni tartışmaların açılması ise, bunu başardığına da kuşku yok; benim yaptığım da tartışmayı sürdürmek zaten.

Ancak, “iyiliği düşünmek “gibi bir ad taşıyan bir kitapta, “iyilik” kavramı hem “iyi”den bağımsız olarak hem soyut olmaktan çıkarılarak ve bugünkü kaygılarla daha derinlikli düşünülüp tartışılmalıydı düşüncesindeyim. Örneğin “iyiliğin” yalnız kişisel bir eğilim/seçim olmadığı, aynı zamanda toplumsal-kültürel bir olgu olduğu yadsınamaz; buna karşın kitapta bugünkü toplumsal-kültürel koşullarla “iyiliğin” varlığı ya da yokluğu üzerine bir tartışmaya girişilmiyor. Yalnızca iki yazıda bu konuyla ilişki kurulup bir şeyler söylenmekte. Yeterli mi; orası soru işareti!…

Öte yandan “iyilik” kavramı “dayanışma” kavramıyla yakından ilgili. Birçok yazıda iyiliğin toplumsal yaşamla, iş birliği ihtiyacıyla ilgili olduğu dile getirilmesi de bunu ifade etmekte. O nedenle “iyilik” deyince insanların bireysel eğilimleri ve seçimleri kadar -hatta ondan önce-toplum halinde yaşamanın getirdiği “dayanışma” ihtiyacıyla doğrudan ilişki kurmak anlamlı olurdu.  Ayrıca dayanışma kavramıyla ilişki kurulsaydı hem iyiliğin temelini ortaya koymak ve “neden, niçin, kime iyilik gibi soruları” yanıtlamak kolaylaşır hem soyut olan iyiliğe daha somut bir içerik kazandırılabilirdi.

Buna karşın iyilik ile dayanışma kavramları arasında bu tür ilişki kuran pek yok; yalnızca Hakan Altınay Harrari’den aldığı alıntıyla “insanlığın başarısının sırrının rekabette değil, geniş ve esnek işbirliği mekanizmalarında yattığını” söyleyerek insanlığın gelişimi konusunda ileri sürülen bir tez olarak “farkındalık ve dayanışmanın” öneminden söz etmekte; “hakkaniyet bulguları” olarak adlandırdığı başlıkta da bununla ilgili oyun ve araştırma sonuçlarını konu etmekte.

Sonuç olarak, yazıların çoğunun “iyi ve kötü” kavramlarından yola çıktıkları ve “iyiliği“ de daha çok bireysel anlamda değerlendirmekten yana oldukları söylenebilir. Kuşkusuz hemen hepsinde toplumla ilgili değerlendirmeler de var; ancak ağırlık “bireysel” tutum ve davranışlarla ilgili… Kuşkusuz, iyilikten“ söz ederken, felsefedeki izleri, bireysel özellik ve seçimlerle ilgisi, dayandığı fizyolojik-psikolojik temeller gibi konuların irdelenmesi gerekli; bu açıdan bir sorun yok. Ancak bir de insanın toplumsal varlık oluşu var; toplumsal yaşamda dayanışma ve işbirliği ihtiyacı var. Örneğin uygarlığın gelişiminde itici gücü bireysel çıkar ile toplum arasında antagonizmaya bağlayan filozoflar bile (Kant), bu çatışmayı dengeleyecek sevgi, itibar güç ihtiyacından söz ederken, uygarlığın gelişiminde çatışmadan çok işbirliği ve dayanışmanın rol oynadığını düşünenler de az değil. O nedenle “iyilik” dayanışma ihtiyacıyla ilişkilendirilip tartışılabilseydi kavramın netleşmesi açısından olduğu gibi “iyiliğin” toplumsal-kültürel dayanaklarının gündeme gelmesi açısından da aydınlatıcı olurdu. Yine bu ilişki kurulabilseydi “insanlık/uygarlık ile iyilik (daha doğrusu dayanışma)” ilişkisi irdelenebilir ve günümüzdeki felaketler kadar neye ihtiyacımız olduğu da açıklık kazanırdı. Buradan bakıldığında, Kitapta “iyiliği” ekonomi politikaları, ekolojik tahribat, kapitalizm bağlamında ele alan yazılar olduğunu da söylemek gerek; ancak bunlarda da “iyilik ve dayanışma” ilişkisi aydınlanmış değil. 

Kitaptaki yazıları kısaca da olsa tanıtırken, yukarıda yer alan düşüncelerle yazı bağlamında bazı değerlendirmelere de gitmek istiyorum.

Lülfü Livaneli’nin “İyilik Kavramı Üzerine Düşünmek” başlıkla yazısıyla başlıyor kitap. Livaneli “iyilik ve kötülüğün” özünde “hayır ve şer” kavramlarıyla ilgili ve biraz zorlama kelimeler olduğunu söylerken,- bana göre bunlar çok yerinde bu sözcükler -iyilik ve kötülüğü insanın seçimine bağlamakta ve bu konudaki anlayışlar zamana ve topluma göre değişse de aklın yol göstericiliğini benimsemektedir. Günümüz toplumuna dair olumsuz  gelişmelere -şiddettin artması v e cezasız kalması gibi- yer verirken, bu meselelerle uğraşan ve sayıları az olmayan insanların, örgütlerin varlığını da “umut”  olarak değerlendirmektedir.

İoanna Kuçuradi, Platon, Aristo, Kant, Nietzsche, 20. Yüzyıldan Scheler ve Hartmann gibi filozofların insan ve eylemleri konusunda “iyi ve kötü” gibi değerlendirmelerinin neye dayandığı, neyi içerdiği, neyi ölçüt aldığına ilişkin açıklamalarda bulunurken, iyi ile kötünün bir gurupta oluşan değer yargılarıyla (farklı ahlaklar) ilgili olduğunu ifade etmekte. Kendisinin “iyilikten“ ne anladığını da, “kendisi istemiş  olsa yada olmasa, başkasının nesnel bir ihtiyacını, başta insan haklarıyla ilgili ihtiyaçlar olmak üzere” karşılamak olarak dile getirmekte.

Tanıl Bora, iyilik konusunda eleştirel ve kuşkucu yaklaşımıyla olduğu kadar iyiliğin“ sistemle ilişkisine değinmesi açısından da – onun gibi bir kaç yazar daha var- kitapta farklı bir yer almakta. “İyi” lafından şüphelenmenin güçlü bir düşünsel geleneği olduğundan söz eden Bora, bu konuda Nietzsche’den olduğu gibi, İncil’den, Yunan mitolojisinden, Brecht’ten örnekler verirken, bizdeki “iyilikten maraz doğar” veya “cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir” deyişlerini de hatırlatmakta. Kötülüğün de “iyi” si (iyi yalancı gibi) olabileceğini söylerken aslında “iyi” sözcüğünün yeterli olmayıp başka kavramlarla tamamlanması ihtiyacını hatırlatmakta.  Öte yandan “kimin için iyi” sorusu gibi, sistem eşitsizliği büyütürken “iyilikseverlik/hayırseverlik” faaliyetlerinin kanser hastasına aspirin vermekten ileri gidip gitmediği sorusuyla da “iyiliği” bireysel seçimlerin ötesine taşımakta. “Tuzu kurular hayatlarını sürdürürken ‘iyilik’ yaptıklarını düşünerek vicdanlarını rahatlatıyorlar” ya da “sistem diye bir sorunları yok” deyişleriyle en azından iyiliğin “hayırseverlik” gibi bireysel seçimlerden ötesinde bir şey olduğunu hatırlatmakta. Kuşkularına karşın, “neyin iyi, niçin iyi, kimin için iyi” olduğunu sorgulayarak ve iyiliğin göreceliliğini düşünerek,  “iyicil itki” ye dikkat çeken psikologları dinlemekten yana..  

Bekir Ağırdır, yazısında, KONDA’nın 2019 araştırmasının bulgularına göre toplumdaki iyilik ve kötülük algılarını yer vermiş. Araştırma sonuçlarına göre, toplumun çoğunluğu yardımsever tutumu benimsiyor olsalar da Suriyelilere yaklaşımda görüldüğü gibi ayırımcılığı aşamamaktalar. Ağırdır, bunlarla ilgili olarak, bireysel hayatında çoğulcu/iyiliksever olan toplumun ortak hayata gelince ikircikli olduğu, ortak hayatta korkular gibi tabular ve kutuplaşmaların ilişkilerden sakınmayı getirdiği yolunda değerlendirmeler yaparken, ülkedeki koşullara da değinerek toplumda iyilik tanımına ilişkin “olması gereken” ile “olan” arasındaki makasın açılması nedeniyle sürdürülemez bir duruma sürüklenildiğinden söz etmekte.

Yankı Yazgan, “iyiliğe” beyin/organizma ve davranış açısından bakmakta. Bu çerçevede, iyiliğin doğuştan mı, sonradan öğrenilerek mi olup olmadığını sorgulamakta ve nörobiyoloji ile davranış ilişkisi konusunda yapılmış araştırmalardan söz etmekte. Dikkat çektiği konulardan biri de, aile ve yaşam koşullarının çocukların iyi ve kötü davranışları üzerindeki etkileri… Haklı tabii; “ailedeki huzur ve güven ortamının yalnız kendisinin iyilik değil, iyilik doğurucu olduğunu” söylemekle de haklı, ne var ki, huzursuzluğun, çatışmanın, güvensizliğin, korkuların arttığı dünyayı ne yapmalı sorusu da bir yana bırakılamaz!  

Ahmet İnsel, değinmenin ötesinde sistemi konu eden yazarlardan biri… Ekonomi politikalarıyla iyiliği ilişkilendirdiği yazısına, ”iktisat düşününde iyiliğin yerine kötülüğün kurucu ilke olması“ gibi ilginç bir cümle ile başlıyor.  Mandaville’in Arılar Masalı’ndan başlayarak Adam Smith’in bireysel çıkar peşinde koşmayı ”ekonominin motoru” olarak gören yaklaşımına, oradan “faydacılık” felsefesine uzanan İnsel, kapitalizmin gelişmesiyle bencilliği, yararın (hazzın, karın)  maksimizasyonunu, çıkara dayalı ilişkileri esas olan liberal yaklaşımların yerleşik değerler haline geldiğinden söz etmekte.

İnsanlık serüveninde buna karşı gelişmeler de var kuşkusuz. İnsel de, özellikle 1950 sonrasında hem uluslararası hem ulusal düzeyde bir yandan insan hakları, öte yanda emeği koruma yönündeki gelişmelerden söz ediyor ve bu kazanımların “müşterek iyilik” gibi seçeneğin ortaya çıkması anlamına geldiğini söylüyor. Yazısının ilerleyen bölümünde bugünkü ekonomik düzenin yol açtığı ekolojik yıkımdan ve artık ihtiyaç duymadığı emeği “yeni kölelik” denilebilecek bir konuma sokmasından söz ederek, “müşterek iyiliğin” sağlanması açısından iktisadi boyutta hem kamu hem özel sektör örgütlenmelerine ihtiyaç olduğu, temel yurttaşlık geliri gibi yüksel gelirler için de makul düzeyde bir “azami gelirin” belirlenmesi gerektiği, geniş ve güçlü bir sosyal devlete ihtiyaç duyulduğunu dile getirmekte.  Vardığı sonuç, “iktisadi faaliyetin odak noktasının ‘ortak iyi’ olduğu bir yeni üretim, paylaşım ve tüketim düzenini hayat geçirmenin yeterli olmasa da gerekli koşul” olduğu yönünde.

-Kısacası İnsel, “iyilik” ile bugün egemen ideoloji ve kültür haline gelen ekonomik sistem arasında ilişki kurmakla “iyiliği” bireysel seçimlerin ötesine taşıdığı gibi, kötücül ekonomik sistemi gündeme getirirken aynı zamanda bugün “iyiliğin” neden zafiyet geçirdiğini de açıklamış olmakta. Yazdıklarıyla, “İyiliğin” toplumsal-kültürel bir olgu, teşvik edilebilen veya savsaklanan bir eğilim ve davranış olduğunu somut bir çerçevede değerlendirmemize yardımcı olduğunu düşünüyorum. O’nun sözleriyle, “yerleşik iktisat ideolojisinin İyi, Güzel ve Adil’in yerini Kötü, Sıradan, ve Adil olmayanın aldığı bir tahayyül dünyasını temsil ettiği” dünyada, -bu ideolojinin küreselleşerek sosyal-kültürel bir karakter de kazandığı düşünülürse- “iyiliği” bir değer olarak korumak ne kadar mümkün!… Mümkün olanın ne olduğu da ortada; gönlümüzden koptuğu kadar “hayırseverlik-yardımseverlik” yaparak günü kurtarmak!

Bu gidişata karşı durmak adına ortaya çıkan “dayanışma ekonomisi, kooperatifler, dayanışma sandıkları” gibi farklı örgütlenmelerden söz ederken “dayanışma “sözcüğüne yer veriyor ama, dayanışma kavramını söz ettiği “ortak iyi” ye dayalı iktisat faaliyetin bütünü için kullanması daha açıklayıcı olurdu diye düşünüyorum. Öncelikle, ekonomik faaliyetin odak noktasına alınmasından söz ettiği “ortak iyi” açıklanmaya muhtaç bir ifade; nedir ortak iyi? İkinci olarak, küresel, bölgesel, toplumsal, yerel ve insani düzeyde “ortak iyi” nin oluşması için dayanışmadan başka yol var mı?  Yani “ortak iyi”, var olan işlerin paylaşımından doğal kaynaklara, üretimden tüketime, gelir olanaklarından yaşam koşullarına uzanan ve yükün, sorumluluğun, nimetlerin yine “dayanışma” esasına göre paylaşımından başka nasıl somutlaşabilir?  

Hidayet Şefkatli Tuksal, Türkiye’de azınlıkta kalan “gayri-Müslümlerin” durumun eğildiği yazısında inanç özgürlüğüyle ilgili bütün yasal güvencelere karşın İslam’dan farklı bir din, inanç ve dünya görüşüne sahip olanların aile, iş hayatı ve sosyal çevre bağlamında baskı ve ayırımcılığa maruz kaldığından söz etmekte.  Bu ihlallerin ortadan kalkması açısından da, ”Müslüman olanlar ve olmayanların farkındalık” larını arttırmak için farklı gözlükleri denemek, “ötekini” ötekinin gözünden, dilinden görmek gibi çabalara ihtiyaç olduğundan söz etmekte ki, bilişsel ve duygusal duyarlılıklarımızın artması açısından daha birçok konuda buna ihtiyacımız olduğu söylenebilir.  

Ömer Madra ekolojik yıkıma dair görüşlerini paylaştığı yazısında “iyiliği “değil “kötülüğü” konu etmekte; haklı da, dünyada yaşam  olanağı elden gidiyor, bundan kötü ne olabilir!… Bu felaketin sorumluları olarak başta şirketler, medya, karar alıcılar olmak üzere “şeytan üçgeni” olarak adlandırdığı guruplardan, “fosil yakıt dinozoru” olarak adlandırdığı petrol endüstrisindeki devlerinin kazandıkları milyar dolarlık karlardan söz eder ve “küresel ısınmayı tutuşturan oksijen, para” dır derken, bu kötülüğü sisteme bağladığına da kuşku yok. “Dünya ölüyor filan değil, öldürülüyor ve öldürenlerin adları da adresler de belli” dediği yazıda üzerinde durduğu bir konu da kuşaklar arası “gelecek hırsızlığı”…

-Kendisiyle aynı kaygı ve düşünceleri paylaştığımı söylememe gerek yok. Fosil yakıt dinozorlarını yaratan kapitalist sistem; tanrılaştırdığı da para!… Ne var ki, bu günahın içinde biz de varız ve artarak devam eden karbon salınımını yalnız petrol endüstrisinin değil ekonomik büyümeden yaşam biçimlerimize kadar çok şeyden kaynaklandığı görmezlikten gelemeyiz; değişmesi gereken de hepsi!

Kemal Sayar, “iyi neye göre iyi, iyinin ölçüsü nedir” gibi sorulara yanıt arayarak başladığı yazısında “empati” üzerinde durmakta ve insan ırkının bakım verme, ilişki sürdürme kapasitesi olmadan kendini devam ettiremeyeceğini söyleyerek bunların sağlanması açısından “empatinin” vazgeçilmezliğine işaret etmekte. Günümüzde, uyum ve işbirliği yerine yarışmayı destekleyen bireyci kültür, buna ek olarak sosyal medyanın sosyalliği azaltan gücü nedeniyle empatinin tehdit altında olduğu bir dünya yaratılmaktadır. “Bencil güçlere ve piyasa güçlerine dayalı bir toplum zenginlik üretebilir ama hayatı daha değerli kılacak birliği ve karşılıklı güveni kesinlikle üretemez” diyerek günümüz toplumuna eleştirel bakan Sayar, kişiler arası ve sosyal olarak ikiye ayırdığı empatinin sosyal alanda gelişmesi için dünyaya geniş açılı lenslerle bakmanın gerekli olduğuna da değinmekte.

Nurcan Baysal, Diyarbakır’da, Irak’ta tanık olduğu olaylardan yola çıkarak savaş ve şiddet ortamında da iyi insanın ve iyiliğin bulunacağından söz etmekte. Şiddet, çatışma ve zulüm altında bile “iyiliğin” eksik olmamasını ise, bu koşullarda yaşamın anlamsızlaşması, insanın yaşamı anlamlandırmaya daha çok ihtiyaç duymasına bağlamakta.  İnsan, “yaptığı iyilikle aslında kendine iyilik yapıyor” diyor yazısında; şahit olunan kötülüklerin beraberinde gelen utanç duygusuyla baş etmek için iyiliğe tutunulmakta. İyilikle kötülük arasında gidip gelmenin kaçınılmazlığından ve bu tercihlerin akıldan çok yüreğe bağlı olduğunu da söylemekte.

Serdar Tekin, “iyiliğin” felsefi izlerini aradığı yazısında “ahlaki temeli “nedir diye sormakta. Aristoteles’ten başlayarak birçok filozofun iyiliği erdem, görev, çıkar, işbirliği ihtiyacı, sempati, empati, acıma, adalet, utanma gibi farklı insan özellikleriyle ilişkilendirmelerine değinirken, iyiliğin bireysel seçimlerle ilişkisini de sorgulamakta.  Bunun yanı sıra, “iyiliğin” siyasal anlamı olup olmadığı konusunu ele alarak, “iyiliğin, hak, eşitlik, özgürlük gibi siyasal bir kavram olmadığını, kötülüğün ise pekâlâ siyasal olabileceğini” söylerken, karanlık zamanlarda, özellikle kötülüğün örgütlü devlet gücü hâline geldiği, sıradanlaştığı koşullarda iyiliğin de siyasal bir karakter kazanabileceği düşüncesine gelmekte. “Karanlık zamanlarda iyiliğin farklı bir anlamı vardır; başkaları için bir şey yapmaktan veya dünyayı daha iyi kılmaktan çok, yargıda bulunma, suça suç deme ve suç ortağı olmamak haysiyetiyle ilgilidir bu anlam” diyor; “işte, ahlakın bu en bireysel anında siyasi bir münasebet kazanır ‘iyi’ ”….   

-“İyi” nin bireye, bireysel tercihlere bağlı olduğu konusunda bir sorun olmasa da, “iyiliğin” toplumsal ilişkiler içinde söz konusu olması nedeniyle her zaman “siyasal” olduğunu düşünüyorum. “İyiliğin” toplumsal-siyasal-kültürel ilişkiler içinde özendirilmesi de aksine küçümsenmesi, savsaklanması da mümkün. Zafer Köse’nin yazısında değindiği gibi, doğada var olan ayıklanma toplumda da bir biçimde sürüp gidiyor; hayata tutunmak için ne isteniyorsa onu edinmeye çalışıyoruz. O nedenle, bugün dayanışma ya da iyiliğin giderek gözden düşmesini yalnız günümüz bireyine bağlamak ne kadar açıklayıcı olabilir? Örneğin “homo-ecomicusları” çoğaltan, teşvik eden, ödüllendiren bir dünyada Bora’nın da dediği gibi “iyilik” daha fazla “enayilik” haline gelmiyor mu?

Hakan Altınay, insanın bencilliği ile işbirliğine yatkın özelliklerinden söz eden yazarlara değinerek, insanlığın hakkaniyet diye bir derdi olabilir mi diye sormakta! Bu soruya, insanın kendisine benzemeyenlerle birlikte müştereklerini idare etme becerisi olduğu ve muhatabımıza ihtiyacımız varsa düşmanlar arasında bile iş birliğine gidilebileceğine değinerek yanıt verirken, insanın medeniyet üretme kapasitesini de bu özelliklerine bağlamakta. “Rekabet merkezli kurumlar ancak dayanışma merkezli kurumlarla dengelenebildiğinden bunları ihmal etmek yerine, kötücülük ve adaletsizlik hayatın bir parçası ise, bunlara karşı ‘iyi niyet, dayanışma ve medeniyet üretme kapasitemizin artırtılması” gibi konulara ciddiye almak gerektiğini söylüyor.

-Katılıyorum; ancak medeniyet derken neyi kast ettiğimiz de önemli. Bugünkü gibi medeniyeti daha çok ekonomik-teknolojik gelişmelere bağlarsak, korkarım, “medeniyetin barbarlık” haline gelmesini önlemek zor olacak. Bugün ekonomik-teknolojik gelişmelere karşın insani değerlerin yerlerde süründüğü zamanlardan geçtiğimizi görmemek mümkün değil.  Öyle olduğu içindir ki, katlanarak sürüp giden teknolojik gelişmeler karşısında “teknoloji ve insanlık” konusu tartışma ihtiyacı duyulmakta.

Burcu Karakaş, medyada sürekli kötü haber verilmesinden yakınılması üzerinde durduğu yazısında, tahammülün azalıp ilginin kaybedilmesine yol açan haberlere karşı medyada açılan yeni alanlardan söz etmekte.  Gazeteci kötü haberden kaçamayacağına göre, “mış” gibi yapmak için değil, fakat politik bir direniş biçimi olarak işin iyi tarafına bakan haberlere ihtiyacımız olduğunu dile getirmekte.  Bu çerçevede, acı olayları vermekle beraber kötünün nasıl iyileştirileceğine dair ipuçları de veren bir yol izleyen “yapıcı veya çözüm odaklı gazetecilik” adını alan gazetecilik anlayışından söz etmekte.

Mehmet Ali ÇalışkanIn yazısı sivil toplum üzerine… Sivil toplum deyince akla en sık gelen “iyilik iddialı” sivil toplum guruplarının aslında bütün içinde % 5’i bile bulmadığını söylerken, bunları doğrudan yardıma, desteğe yönelen ihtiyaç odaklı kuruluşlarla hak eksenli kuruluşlar olarak ikiye ayırmakta. İyilik odaklı sivil toplum kuruluşlarına, devlet, şirket hatta kötülüğün sivil toplum temsilcileri olarak görülen sivil toplum kuruluşlarıyla temastan kaçınmaları ve “iyiliğin temsilcisi olma yanılsaması” içinde oldukları gibi eleştiri getiren Çalışkan, bu kuruluşların işlevlerini yerine getirebilmeleri için kendinden menkul iyilik kabulü ile yüzleşmeleri ve sorumluluk almaktan kaçmayan müzakereler girişmeleri gerektiği görüşünde.  

Son yazı Zafer Köse’nin… Yazısının başına Brecht’ten “İyi insan olacağınıza/Öyle bir yere götürün ki dünyayı/İyilik beklenmesin!” alıntısını alan Köse, “insanın iyilik ve kötülük yönünde bir iradesinden söz edilebilir mi” sorusuyla başlıyor. Havemann’ın kültürel niteliklerin elenmesi ve gelişmesi konusunda da doğadaki seçilim olgusunun geçerli olduğu görüşünden yola çıkarak, özetle, kötülüğü uygarlaşma sürecinde sağlanan ekonomik gelişmelerin yol açtığı eşitsizlik ile insanın ürettiği değer gibi kendine de yabancılaşmasına bağladığı söylenebilir.  Bugün ulaşılan aşamada insan kendi ürettiği artık değerin yönetimine katılmamayı yadırgamayan “evcilleştirilmiş insan” dır; kendi yaşam mücadelesine yabancılaşan insan doğadaki varlığını sürdürmesini sağlayan temel niteliklere de yabancılaşmıştır. Sonuç olarak, kötülük insanın doğasıyla değil, daha çok içinde yaşanılan koşullarla ilgili, kültürel bir olgudur. O nedenle, “yaşadığımız çağda insan kötülüğünden söz etmek kapitalizm eleştirisiyle birlikte anlamlı olabilir” demekte. İlginç bir saptaması da,  bugünkü yaşam koşulları insanı sürekli tehdit altında bırakır, gidişata uyumu gerekli kılarken, insanın da değerlerine aykırı yaşamak yerine tercihlerine uygun biçimde düşüncelerini değiştirmesiyle ilgili. Kısacası, insanın kendini doğrulamak adına , Köse’nin “Günaha çağrı” olarak adlandırdığı “kötülüğe mazeret üretimi” ne yönelmesi söz konusu. Son olarak, kapitalizm koşullarında insan türünün varlığını sağlayan iyi insan niteliklerinin yeşermesi mümkün olmadığından söz ederek, “kapitalizmin ya insan niteliklerini tahrip edip insanlıkla birlikte yok olacak ya da insanlık bu mücadeleyi kazanıp onu aşacağı için yıkılıp gideceğini” söylemekte.   

-Köse’nin, “iyiliği”   toplumsal-kültürel bir olgu olarak değerlendirmesi,  bugün insanın ürettiği değerler gibi kendine de yabancılaşması, düzene teslimiyeti ve bunun için mazeretler üretmesi gibi saptamalarına katılmamak mümkün değil. Bu noktada mazeret üretmesini kolaylaştıran koşulları da göz ardı etmemek gerek. Bir yanda acımasız rekabeti, bitmeyen ihtiyaç listesi, doyumsuzluğu ile bencilliği, çıkarcı davranışları, fırsatçılığı kışkırtan ve bu yolla insanın eşitsizlik ve adaletsizliklere karşı “körlüğünü” çoğaltan bir ekonomik sistem var. Öte yanda günümüz “makine” çağı ve bu çağda insanlar birbirlerinden çok makinelere (bilgisayarlar telefonlar) ilişki içinde; insanın insanla ilişkisini, bağını, ihtiyacını azaltan bu koşullarda “insanın insanla dayanışma” ihtiyacına da azalmakta; bir başka deyişle, kapitalizmin yol açtığı çıkar ilişkileri, kentleşmenin getirdiği yalnızlaşma makine çağında katlanarak çoğalmakta.. Nietzsche’nin sürü insanı artık doymaz bir tüketici olduğu gibi insanlığına yabancı, seyirci insandır demek yanlış olmaz. Seyircilik sürdükçe “insanlık-uygarlık” diye övündüğümüz şeyin “barbarlıktan “pek farkı kalmayacağını söylemek de yanlış olmaz.

 Sonuçta, insanı kuşatan bu koşullarda iyiliği bulmak gibi bunu değiştirecek insanı bulmanın da kolay olmayacağı da düşünülebilir. Bu açıdan karamsar olanlar da az değil… Yine de, nasıl ki, insan bugüne kadarki serüvenine toplumsal-kültürel-insani boyutta kazanımlar, gelişmeler katmışsa, bundan sonrası için de bir umut var. Tek yolu da daha çok insanı düşünmeye, fark etmeye katmaktan geçiyor sanırım. Covid-19’un yol açtığı salgın üzerine yazdığı yazıda Noam Chomsky’nin, yalnız pandeminin değil ekolojik yıkım, artan küresel-toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlikler, bitmeyen silahlanma yarışı ve teknolojik gelişmelerin yol açtığı ve barındırdığı tehlikeler gibi daha birçok küresel sorundan yola çıkarak, “koronanın iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi” olabilir demesini hatırlayarak,[3] umarım,

bu kitaplar, bu tartışmalar “düşünmelere” katkıda bulunur demek istiyorum.


[1] Zülfü Livaneli; Ayla Göksel (2020), İyiliği Düşünmek, İletişim Yayınları, İstanbul

[3] Noam Chomsky (2020), “Koranın iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi olacak”, Medyascope, http://medyascope.tv/ 4 Nisan 2020.

Büyük YAŞAM-Büyük VAROLUŞ-İnsani YAŞAM

Ülkede üzücü ve tartışılması gereken mesele çok ama uzun süre içinde yer aldığım bu tartışmalar artık kendini tekrar etmekten öteye gidemiyor.[1] Bu kısır gündemi konuşmak yerine yaşam, insan, insanlık, özgürlük, eşitlik, teknoloji gibi konuları yapabildiğim kadar tartışmak daha ilginç geliyor bana. Bu seçim, yaşın iyice kemale ermesiyle de ilgili olabilir… Artık bu durakta da başı sonu olmayan, yanıtı bilinmeyen, biraz gereksiz, biraz fantastik, biraz tuhaf düşünme denemelerinin sırası gelmemişse, ne zaman gelecektir!

Buradaki yazı da, kafamı uzun süredir işgal eden yaşamın anlamı gibi başı sonu olmayan bir konu… Bunun gibi sorular her zaman akla takılır ama yaşın ilerlediği, geçiciliğin daha yakından algılandığı, bir başka anlatımla nafilelik duygusunun gelip çöktüğü dönemde daha bir ağırlıkları vardır. Yanıtın olmadığını biliriz; yaşamda anlam aramak yerine yaşama kendimizce bir anlam katmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktur, onu da biliriz. Camus’un “varlığından kuşku duymadığın bir ‘ben’i kavramaya çalıştım mı, onu tanımlamaya, özetlemeye çalıştım mı parmaklarımın arasından akıp giden bir su oluveriyor” [2] deyişi gibi, bu sorular bizi boşluğa bakmaktan öteye götürmez. Bilime gelince bilmediklerimiz bildiklerimizden çok olduğu gibi, her gelişme noktası önceden bildiklerimizi sorgulanır hale getirmekte. Bilebildiklerimizi anlamaya/ anlatmaya çalışırken kuramdan ve Camus’un dediği gibi “imgelerden “öteye de gidemiyoruz!  Yaşamın büyüklüğü ile gizi düşünülünce imgeler ne ki!…

Oysa ben yaşama bakıp, “nedir bu hikmet-i vücut; nedir derdi” diye sormadan edemiyorum!… Mekânın ve zamanın sonsuzluğunu kaplayan bu varoluş, bu kadar tür, çeşit niyedir?  Niye hep daha fazlasını, daha gelişmişini doğurarak yoluna devam ediyor; önü, ardı nerededir? Nafile sorular biliyorum; yine de bunca bereketli, bunca heybetli, aynı zamanda bunca umursamaz olan yaşamın, bu kozmik enerjinin hepten anlamsız olup olmadığı sorusundan kaçmak kolay olmuyor. İnsanın bu çıkmaz sokaktan bir yaratan arayışına, Tanrı düşüncesine gelmesini de anlıyorum; bu bilinmezlikle yetersizliğin getirdiği uyumsuzluk ve tıkanıklıktan kaçmak ancak Tanrı düşüncesiyle mümkün.[3] Bense varoluşçu felsefeye yakınlık duyar, yaşama bizim anlam vereceğimizi kabul ederken Yaradan düşüncesiyle avunamıyorum; kaldı ki, inanç da sorulara yanıt vermiyor. Bu arada, acaba “sonsuz, sıfatsız Yaşam ile Tanrı aynı şey olabilir mi” diye sorduğum da oluyor!

Bir de, evren içinde insanın yeri, anlamı nedir sorusu var!… Milyarca yıl değişim geçirerek var olan, evren, galaksiler, dünya, insan, bakteri, canlı cansız her şeyi saran, her yerde nefes alıp veren bu sonsuz güç için bu zeki, gelişmiş varlığın ayrı bir anlamı var mı? İnsan varlığını, amaçlanmış bir gelişime mi, yoksa rastlantılara mı borçlu? Soruların inançla ilgisi büyük ama bilim açısından da önem taşımakta. Örneğin fizikçiler evrenin oluşumu, bugüne gelmesi, canlı bir yaşamın ortaya çıkmasının bir düzeni yansıttığı, bu noktaya ancak birçok gücün, maddenin özel şartlarda bir araya gelmesi ve aralarında hassas bir dengenin (uyumun) oluşmasıyla varılabileceğini kabul etmekteler. Örneğin Stephen Hawking, ”Bilim tarihi tümüyle olayların keyfi bir tarzda oluşmayıp, tanrısal olsun olmasın belli bir kurulu düzeni yansıttığının yavaş yavaş farkına varılışıdır “ diyor.[4] Bu kadar ayrıntılı, bu kadar hassasiyetle ayarlanmış bir varoluş söz konusuysa burada bir amaç olup olmadığı sorusu da kaçınılmaz… Ancak daha ilginç soru, bu noktaya varılmasında insanın rolüyle ilgili!… Tüm bu aklı dışı oluşum bu zeki varlık için midir; yoksa böyle düşünmek bilinmezlik içine sıkışmış insanın güçsüzlüğü ya da megalomanisinin sonucu mudur? İnancın yanıtını biliyoruz; evren bu şerefli mahlukat için var!… Evrenin varoluşunda insanın amaçlandığına ilişkin görüşler “zayıf ve güçlü insancı ilke” olarak fizikçiler arasında da söz konusu. Zayıf insancı ilke, “sonsuz evrende zeki yaratıkların gelişimi için gereken koşulların ancak uzay ve zamanda sınırlı, belli bölgelerde sağlanacağı” yönünde bir görüşü savunurken, güçlü insancı ilke tüm bu engin yapının bizim hatırımız için varolduğunu ileri” sürmekte.[5] Hadi bakalım!

Bunlardan hangisine yakınlık duyduğumu sorarsanız tek bir yanıtımın olmadığını söyleyebilirim. Örneğin Doğa’daki bolluğa baktığımda “insan ne ki” diye düşünmeden edemiyorum ama bunları kavrayan, kavramakla kalmayıp yeryüzünde başka bir yaşama hayat veren insanı düşündükçe bu farklılığı rastlantıya bağlamak çok da anlamlı gelmiyor!.. En azından evrenle insan arasında özel bir ilişki ve yakınlık olabileceğini düşünüyorum diyebilirim.

Aslında, insanın amaç olup olmadığı sorusundan çok, evrenin bütünü içinde var olan uçsuz bucaksız bir güç, bir enerji, bir yaşam olduğunu, bu yaşamın evren öncesinden sonrasına uzandığı gibi başka evrenler yaratabileceğine düşünmek daha ilgimi çekiyor. Bu sonsuz enerji ağına bir ad vermek, yaşam dediğimizde hemen aklımıza gelen insani yaşamdan ayırt etmek istiyorum; yeni, fevkalade, olağanüstü bir ad bulmaya çalışıyorum ama “büyük yaşam, büyük varoluş” dan başka bir şey bulamıyorum.  Anlama, bilme gibi sözcüklerimiz de yetersiz…

Büyük Yaşam aslında zamansız ama varlığını evrenin oluşumuyla başlayan uzay-zaman içinde düşünebiliyoruz ancak; bu büyük varoluş, sayısını bilemediğimiz, kendisini göremediğimiz trilyonlarca biçimli ve biçimsiz varlık içinde hayat bulmakta, kendisini sürdürmek için türlü kılıklara girerken devri-daim makinesi olarak ezelden ebede uzanmakta. Yaratılan bunca çeşit ve yığın içinde canlılara gelince onların yaşamı bir nebze de olsa algılamaları gibi farklılıkları var, sonu da görebiliyorlar. Yaşamın ise varlıkları ile sonlarına aldırdığı söylenemez; hangisine aldırsın ki!…

Bu aldırışsızlık üzer bazen beni… Bu açıdan Sonbahar başkadır; bu mevsimde yaşamın geçiciliği ile sonluğun hüznü her yerdedir… Sokakta yürürken önüme bir yaprak düşer hüzünlenirim. Yaşamın geçiciliğiyle ilgili bir hüzündür bu ama yalnız onunla da ilgili değildir; bir de yaşamın arsızlığı vardır…. Yeşilden kırmızıya dönmüş o yaprağın güzelliğini kimse görmez; onun gibi kimsenin görmediği, fark etmediği sayısız canlının varlığını düşünürsün; her sonbahar yaprağını döküp baharda yeşillenen ağaçları, bir iki günlük ömürleri olan hayvanlarla çiçekleri, basıp geçtiğin otları hatırlarsın… Hepsi yaşam zincirinin bir halkasıdır, doğar ve ölürler; sayısını bilemediğimiz, kendisini göremediğimiz, görsek de aldırmadığımız, bir dolu yaşam vardır böyle.

Hawking’in yukarıda yer verdiğimiz deyişini hatırlayarak, bu evrendeki varoluşun keyfilikten çok kurulu bir düzeni yansıttığını, yaratılan her varlığın bir yeri, bir nedeni, bir işlevi düşünmek de fazla işe yaramaz; bunca çeşitlilik ve bolluğun o sınırsız varoluş içinde “hiç” oldukları ortadadır. İnsan da bunlar arasındadır… Yine de yaşam denilen bu sonsuz, mucizevi güce hayranlık duymamak mümkün değildir. Sayısız tezahürünün elimizde kalan tek anlamı “yoklukla” eş olsa da,  “Sevgili arsız bir yaşam” söz konusudur! Latife Tekin’in “sevgili arsız ölüm”ü gibi… Bu mucizevi gücün, “sevgili arsız yaşamın” gizini anlamasam da gücünü, büyüklüğünü biraz olsun algılayabilmeye çalışıyorum diyebilirim.

Ne var ki, onu anlatmak için kullandığımız kavramları az çok anlasak da tam olarak algıladığımız ya da kafamızda canlandırabildiğimizi söylenemez. O nedenle, “Büyük Yaşam” diye basitçe adlandırdığım bu varoluşu, ucu bucağı, şekli şemali, önü ardı olmayan sonsuz bir devinim, sonsuz bir varoluş, sonsuz bir çeşitlilik olarak sıfatların ötesinde bir şey olarak düşünmek doğru olur gibi geliyor bana. Sonsuz diyorum ama sonsuzluğu net olarak algılamak, hayalde canlandırmak mümkün mü? sonsuzluğu nasıl algılayabiliriz!

Gök bilimcileri bazı rakamlar veriyorlar ama rakamlar da algılamayı kolaylaştırmıyor.  

Örneğin yalnızca “gözlemlenebilir evrenin” 93 milyar ışık yılı çapında olduğu tahmin edilmekte;[6] bu tahmin temelde bir cisimden yayılan ışık veya başka sinyallerin dünyadaki bir gözlemciye ulaşmasına dayanmakta. Bir ışık yılı dediğimiz mesafe 9,5 trilyon kilometre olarak hesaplandığından gözlenebilir evrenin çapı da 9,5 trilyonun 93 milyarla çarpımıyla bulunacak demektir!  Ne us ne hayal gücü yetiyor bu büyüklüğü anlamaya… Evrende büyük patlamadan sonra salınan ışığın daha dünyaya ulaşamadığı bölümler olduğundan, aslında büyüklüğünü bilemediğimiz bir kozmos içindeyiz.  Gözlenemeyen evren içinde ise daha neler var, onu da bilemiyoruz; gelecekte daha gelişmiş teknolojilerle bu bölümleri gözlemlemenin mümkün olduğu düşünülse de evrenin sürekli genişlemesi nedeniyle gözlemlenemeyen bölümler dünyadan daha da uzaklaşacağından hiçbir zaman görülememeleri mümkün.

Özetle, Çapı 12,742, ekvatordaki çevresi 40, 075 km olan bu küçücük gezegenimizin boyutlarını bile tam anlamıyla kafamızda canlandıramazken, sonsuzluk denilen şeyi bir sözcük olmanın ötesinde algılamak, evren hakkında konuşmak ne mümkün ki, büyük yaşam bu evrenin ötesinde!…

Sonsuzluğu gibi şekli şemalinin de sınırları yok yaşamın… Örneğin görünebilir evrende bile kaç galaksi, kaç güneş, kaç gezegen var bilmiyoruz.  Hubble Uzay teleskobu verilerine göre gözlemlenebilir evrende 2 trilyon galaksi, her galakside en az 100 milyon yıldız bulunduğu belirtiliyor:[7] Gökbilimci David Kornreich tüm evrende en az 10 trilyon galaksi olduğunu varsayıyormuş; her galakside Samanyolu’ndaki gibi ortalama 100 milyar yıldızın yer aldığını düşünerek toplam yıldız miktarını şu şekilde ortaya çıkarıyor:

1,000,000,000,000,000,000,000,000  (1’in yanında 24 tane sıfır var)

Daha adını bile koyamadığımız rakamlarla anlatılan bir uzay söz konusu; bu da yalnız gözlemlenebilir olan!…

Büyük yaşamın nefes alıp verdiği evreni bir yana bırakalım yeryüzünde bile, sayısı bir yana, kaç tür canlı olduğunu bilemiyoruz. Üstelik evrim tarihi düşünüldüğünde günümüzdeki türlerin var olmuş tüm türlerin yüzde 1’indan az olduğu söylenmekte: [8] Dünya üzerinde -yapılan son araştırmalara göre- 1.3 milyon hata payı ile 8.7 milyon ökaryotik (“karmaşık”/”gelişmiş”/zarlı hücre yapılı) canlı türünün, 100 milyondan fazla ise prokaryotik (“basit”/zarsız hücre yapılı) canlı türünün yaşadığı düşünülmekte. 10.500 kuş, 1 milyonu keşfedilmiş 5 milyon böcek, 45 bin balık, 82 bini bilinen 215 bitki, 43 bini bilinen 567 bin mantar türü olduğu belirtilmekte ki, bunların yanında 5.600 türü bulunan memelilerin ne kadar azınlıkta kaldığı ortada. 

Yaşamın önü ardı da yok… Evrenin nerede, nasıl başladığına dair en kabul gören Büyük Patlama kuramına göre, maddenin 13,8 milyar yıl önce aşırı sıcak ve yoğun bir noktada genişlemesiyle oluştuğu düşünülmekte. Bu patlama sonucunda bugün bildiğimiz uzay-zaman oluştu. Peki Büyük Patlama öncesi durum nedir; bilinmiyor! Hawking, Büyük Patlama öncesi gözlemlenemeyeceği, dolayısıyla bu andan öncesi için bilimin kuralları işleyemeyeceğinden o andan önceki olayların görmezlikten gelinebileceğini söylerken, zamanı da, “daha önceki zamanlar tanımlanamayacağı için, büyük patlama ile” başlatmakta:[9]  Aynı sayfada “Genişleyen bir evren bir yaratıcının varlığını dışlamıyor ama onun bu işi becerdiği zamana ilişkin sınırlama getiriyor” cümlesi ile de gözlemlenemeyen patlama anının öncesinin artık bilimin değil inancın işi olduğuna işaret etmekte. Evreni ve zamanı büyük patlamayla ilişkilendirsek de ondan öncesini bir hiçlik olarak düşünmek zor; o nedenle bu konularda çalışan fizikçilerin kimi itici veya çekici atomik elementlerden, kimi birbirine paralel bebek evrenlerden söz ederken, kimi de büyük patlamanın bir başlangıç değil daralan evrenin tekrar genişleme dönemine geçtiği an olduğunu söylemekte.[10] Henüz kabul görmüş bir kuram yok olmasa da evrenin öncesi olduğu kuşkusuz!…

Kısacası Big Bang öncesini de sonrasını da kapsayan bir enerjinin varlığını, sıfır noktasında da olsa maddeyi uzay-zaman yaratacak bir genişliğe ve değişime uğratan bir büyük gücü düşünmemek mümkün değil. Big Bang’den bu yana evreni genişleten gücün “karanlık enerji” olduğu da düşünülüyor:[11] Okuduğum makalede bundan ilk defa bahseden teorik fizikçininAlan Harvey Guth olduğu ve “Evren genişliyor ise bunun bir kaynağı olmalı!” dediğinden, gözlemlenemeyen ama “var olduğu” düşünülen bu kaynağın da “karanlık enerji” olduğundan söz edilmekte. Aynı yazıda evrenin sonu için de genişleyip parçalanmasından “ısı ölümüne”, içine çökmesinden yeni bir evren oluşumuna uzanan birçok kuram var.. Karanlık madde ve karanlık enerjiye ilişkin bilgiler arttıkça farklı senaryoların ortaya çıkması da bekleniyor.

Sonuç; evreni başlatan ve bitirecek olan bir yaşamsal enerji, bir büyük yaşam var!… Karanlık mı aydınlık mı onu bilemiyoruz ama büyük yaşamın değişik bir formatından başka bir şey olabilir mi?

Ne astrofizikçiyim ne de fizyolojist; evrenin başlangıcı veya sonunu açıklamaya çalışan bu görüşler üzerine bir yorumda bulunmam mümkün değil; böyle bir iddiam da niyetim de yok. Ama okuduklarım, bana büyük yaşamın evrenle sınırlı olmadığını, varlığının evrenin oluşumuna yol açması gibi dünyanın ya da evrenin sonunu da getirerek başka yaşamlara hayat vereceğini söylüyor ki, adsız, cisimsiz, önsüz, sonsuz “sevgili arsız yaşama” ilgim artıyor!…  

Önü ardı olmayan, şekli şemali bulunmayan, ucu bucağına erişilemeyen bu büyük yaşamın, yaşamsal gücün evrimi de büyüleyici…  Gazdan, ısıdan evreni yaratmakta,  evren içinde cansız maddeden canlı maddeye, tek hücreden çok hücreye, sonunda insana uzananı bir evrime yol açmakta; evrimleşme sürecinin daha nelere yol açacağı da bilinemiyor; açık uçlu bir denklem…  Heyecan verici değil mi? Can verdiği her yaşam alanında trilyonlarca başka canlı da hayat bulmakta. Örneğin insan vücudunu oluşturan insan hücreleri 30 trilyon civarındayken, bu vücudun 39 trilyon insan dışı hücre (bakteriler, virüsler, mantarlar, tek hücreli canlılar, mikroplar gibi) barındırdığı anlaşılmakta ki, insan vücudu “mikrobiyata metropolü” olarak adlandırılmakta. [12] Evren içinde ”hiç” diyebileceğimiz insan vücudu mikroplar, bakteriler için bir evren!

Ya insan; kendini yalnız dünyanın değil, evrenin merkezine oturtan insan!…  

İnsanı, evrenin, kozmik yaşamın bir amacı olarak görmesem de özel bir yeri olduğunu yadsıyamıyorum. Evet, evren bir yana, yeryüzündeki yaşamın sonsuzluğu düşünüldüğünde bile insan yaşamı niceliksel anlamda bir “hiç”; ama yeryüzündeki evrim halkasında bir son olarak cüssesinden büyük yeri olduğu ortada. Farklılığı veya özelliği de, yalnız zekasından değil, bu zekanın yaratıcılığından gelmekte. Yarattığı uygarlıkla yeryüzünde baskın duruma gelmiş bir canlı türü söz konusu; bu tür, doğal yaşamın dışında “insani yaşam diyebileceğimiz “toplumsal-kültürel bir yaşam” yaratmış, dünyayı “insanlaştırmış durumda!… Yeryüzünde artık bilim, tarih, teknik, sanat gibi insan yaratımı ve üretimiyle biçimlenen bir “insan dünyası” var ve bu dünya doğal yaşamın ötesinde/üstünde bir gerçeklik kazanmış durumda.  Yaratılan kadar yaratıcı konumunda olan insanın yapay zekâ, gen teknolojisi gibi alanlardaki iddiaları düşünülürse yaratıcılığının daha farklı yaşam alanları açması da beklenmekte.

İnsan yaratıcılığı, ”doğayı mı taklit ediyor; yoksa ondan farklı mı” sorusu da aklıma düşmüyor değil. Doğanın bir varlığı olarak insanın kendi ürettiği yaşamın doğasından izler taşıması kaçınılmaz ama bunun ötesi olduğu da kuşkusuz.  Hayır, yaratıcılığının boyutlarını ya da niceliğini konu etmiyorum; niteliksel anlamda doğadan farkı ne? En dikkati çeken farklılığı, sanırım, insani yaşamda doğayı aşmak, büyük yaşamın vurdumduymaz özelliğini değiştirmek, “türüne sahip çıkmak olarak adlandırabileceğimiz çabasında…  Bu sahip çıkmanın toplumda yaşamak, dayanışmaya ve işbirliğine ihtiyaç duymakla ilgili olduğu kuşkusuz. Ne kadar değiştirebildiği meselesi tartışmalı olsa da “insanlık” diye yücelttiğimiz kavram bu çabalarla ilgili.

Kant, insanın hem doğal hem toplumsal bir varlık olduğunu, bu nedenle beni veya doğası ile toplum halinde yaşama ihtiyacı arasında bir karşıtlık (antagonizma) yaşadığından söz ederken, bu antagonizmayı doğanın insanın yeteneklerinin gelişmesini sağlamak için kullandığı araç olarak da nitelendirmekte:[13] Antagonizmanın insanın gelişmesi için itici güç olduğunu söylerken, toplum haline yaşamanın getirdiği şeref, itibar, güç, sevgi, saygı, destek, işbirliği gibi ihtiyaçlar, değerler veya zorunlulukların bu çatışmada beni (doğayı) sınırladığını ileri sürmekte. Akla yatkın… Bu ikisi arasındaki çatışmanın çözümü zaman, yer, kişi ve koşullara göre değişirken, yalnız bireyin değil insanlığın gelişiminde de bunun rol oynadığını ve çatışmanın insandan, toplumdan, birlikte yaşamaktan yana çözülmesinin insani gelişme yönünde ilerlemek anlamına geldiğini düşünebiliriz. Örneğin köleliğin sona erdirilmesinden sınıfsal mücadelelere uzanan hak arayışlarını, insan hak ve özgürlükleri, demokrasi gibi kazanımları bu bağlamda görmek mümkün.

Kısaca söylersek, uzun mücadelelerle sağlanmış özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi değerler, insanı güçlü olana karşı koruyacak insan hakları, demokrasi, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, laiklik gibi kurumlar, sosyal devlet gibi bir ölçüde de olsa eşitlik ve adaleti sağlamaya yönelik gelişmeleri insani yaşamı doğadan ayıran temel özellikler olarak görmek mümkün. Bunlar, doğadaki vurdumduymazlığın tersine, “insanın insanla dayanışması” anlamını taşımakta,  insanlığın doğal yaşamdan farklılaşmasını sağlamaktadır. Ne yazık ki, hem bu kazanım ve gelişmeler oldukça kırılgan hem de insanın, bütünü görmek yerine kendini birilerinden ayırmak için milliyet, ırk, din, dil, cinsiyet, sınıf gibi farklar yaratma aymazlığı büyük.  Kapitalist ekonomi ile hegemonik dünyadan oluşan kurulu düzen de ayrılıkların üzerinde tepinirken kazanımları aşma, geçersiz kılma peşinde.

İnsanlığın bugünkü halini anlatmak uzun sürer, girmeyeceğim. Ancak özellikle kapitalist ekonomide doğal yaşam benzeri arsızlık veya doyumsuzluk, hep “daha fazla” isteği, “çalıştırma ve üretme” gayreti, “gelişme-geliştirme” merakı, “rekabet ve tasfiye” eğilimlerinin baskın olduğuna kuşku yok. İnsanı “homo economicus“ olarak gören bu ekonomik anlayışın yeryüzünün neredeyse bütününde egemenlik kazanmasında doğadaki bencillik, doyumsuzluk, aldırışsızlık gibi özelliklerinin insanlarda da bulunmasının payı olduğu düşünülebilir ancak sistemin bunu güçlendirmek için elinden geleni yaptığı ortada. Özellikle küreselleşme sonrası kazandığı güçle kapitalizmin ekonomik sistemin ötesine geçerek toplumsal-kültürel sistem haline geldiğini görüyoruz ki, böylece sistem daha fazla üretim, daha fazla tüketim, daha fazla kar, daha ileri teknoloji, daha fazla çeşit derken, bu istemi daha uzun ömür, daha son model, daha hızlı araba, daha akıllı, daha donanımlı ev, daha teknolojik aygıt, daha lüks tatiller isteyen insanlarla var kılmakta. Bunları gerçekleştirme yollarını yaratarak güçlendirmeyi başardığı da ortada. Reklamların, kartların, kredilerin işi ne!…

Özetle, insani yaşamın ekonomik-teknolojik yanı durmadan gelişir, büyür ve yenilenirken, insani değerler ve ahlaki kaygılar açısından çok gerilerde kalmakta.

Ne var ki, aldatıcı bir rehavete kapılan insanın tüketim toplumuna ve düzene teslimiyeti sağlanırken, yeryüzü ve doğa üzerinde tehlikeler, tehditler artmakta; acımasız rekabetin, eşitsizlik ve adaletsizliğin yol açtığı küresel ve toplumsal kutuplaşmalar yaşamı her yerde güvensiz ve tehlikeli hale getirmektedir. Öyle ki, daha fazla büyüme, zenginlik, üretim, tüketim derken yeryüzünü tüketmekteyiz. Dünyanın az gelişmiş bölgelerinin gelişmiş dünyadaki yaşam düzeyine erişme istekleri düşünülürse bunu sürdürmek için bir değil birkaç dünyaya ihtiyacımız olduğunu anlıyoruz! Öte yandan insanlık bunca gelişmeye rağmen yoksulluğu, eğitimsizliği, işsizliği, küresel ve toplumsal gelir adaletsizliğini önleyemediği gibi,-sistemin böyle bir niyeti de yok zaten – bunca bilgi, deneyim, gelişmeye karşın savaşları durduramaması gibi, silahlanma yarışına girmekten, durmadan yeni ve daha güçlü silahlar üretmekten de geri durmuyor. Post-modern, post-kapitalist diye adlandırılan postlar dünyasında toplumsal-siyasal-kültürel kazanımların kırılganlığı artarken, -demokrasinin, insan haklarının hali ortada- ekonomik ve siyasal egemenlerin gücü gibi doymazlığı, yozlaşması gibi manipülasyonları da büyümekte.

Sonuç olarak “insan eliyle yaratılan yaşamın” maddi (ekonomik-teknolojik) alandaki gelişmelerine bakılırsa hayli gelişmiş olduğu, buna karşın insani ve etik değerlere (insana ve topluma dair ahlaki, yasal, siyasal haklar, özgürlükler ve güvenceler, yeryüzündeki, yaşam ve birbirlerine ilişkin duyarlılıklar gibi) gelindiğinde gelişmelerin çok sınırlı, çok yetersiz kaldığını söylemek gerek. Kısacası ekonomik -teknolojik gelişme ile insani gelişme arasındaki makas büyük; biri koca atılımlar yapıyor, öteki sürekli yalpalamakta!… İçinde bulunduğumuz “makine çağının” ve getireceği teknolojik gelişmelerin, insanlığın nereye gideceği konusundaki kaygı ve kuşkuları arttırdığı da söylenebilir. Bu konuda teknolojinin tarafsız olduğu, nereye gideceğinin insana bağlı olduğu söylense de, insanın bugünkü anlayışı, değerleri ve yaşam biçimi dikkate alınırsa teknolojinin doğrultusunun piyasadan insana çevrilmesini beklemek zor. Örneğin bu gelişmelerin yeryüzündeki yaşam açısından yarattığı tehlikeler yeterince algılanmadığı gibi, makineler dünyasına sürüklenen, birbirinden çok cep telefonları, bilgisayarlarla iletişim halinde olan insanın bu gidişi durdurma niyeti olduğu da söylenemez.  İnsanın uzaya açılma merakı da düşünülürse başka gezegenleri “fethe” kalkan insanlığın tüm kötülükler ile tehlikeleri oralara taşıma ihtimali daha büyük. Kurgubilim kitaplarından uzay filmlerine kadar hepsi zaten bunu anlatıyor!

Yazıyı bitirirken söylenebilecek son şey, insanlığın kendi üzerine düşünme ihtiyacının bugün eskisinden büyük olduğu…

Bu konularda düşünen, yazan az değil. 2020 yılı başında dünyayı saran ve 2,5 milyon insanın ölümüne yol açtığı gibi ekonomi ve istihdam açısından büyük sorunlara neden olan Covid-19 salgınının da, daha geniş çevrelerde farklı bir dünya, farklı bir yaşam gerektiği yolundaki tartışmalara yol açtığını biliyoruz. Henüz bir değişiklik olmasa da, Noam Chomsky’inin dediği gibi, [14]“koronanın iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi” olabilir. Nasıl bir gelecek istediğimiz konusu da kolay değil kuşkusuz; herkese göre değişebilir. Buralara girmeyeceğim…  

Bana gelince, geleceğin bugünkünden farklı olmasının, öncelikle, daha fazla üretmeyi, zenginleşmeyi değil dayanışma ve paylaşmayı, şu ülkeyi, bu milleti değil insanlığın bütününü ve ona yurt olan yeryüzünü ve yeryüzündeki tüm yaşamı dikkate alacak bir anlayış/kavrayışla ilgili olduğunu düşünüyorum.


[1] Bu tartışmalara katılmama konusunda bir günah çıkarmak gerekirse şunları söyleyebilirim. Evet, bu ülkede demokrasi, hukuk, yargı, adalet, özgürlük gibi nereye baksanız yıllardır sürüp giden bir çöküş söz konusu, bunlar karşısında tepki duymamak, tartışmamak da mümkün değil; yıllarca bunu yaptım. Ancak özellikle siyasal alandaki kısırlık nedeniyle tartışmaların kendimizi tatmin etmekten öteye gittiğini söylemek zor. Hele durmadan yapay gündem yaratan bir iktidar söz konusuysa, “araç” olmak da söz konusu!… Bu çöküşten ve araçsal konumdan çıkış düşünüldüğünde en başta siyasal tıkanıklığı gidermek gerektiği ortada;  oysa siyasal muhalefet iktidarı eleştirmeyi siyaset yapmak olarak görüp, kendi siyasetlerini geliştirmeyi, ülke, dünya değişirken bu değişiklere yanıt verecek bir değişim arayışını unutmuş durumda. Buna değinenleri ise duymak bile istemiyor. Konuşulan kavramlar, değerler ve kurumların ne anlama geldiği, tarihsel-toplumsal bağlantıları, bugünkü koşullarında nasıl geliştirilecekleri gibi soyut ama kaçınılmaz tartışmalar ise artık bu ülkede bulunmuyor. Bu duraklama ve geri gidişin hem entelektüel hem pratik anlamda ülkenin geleceği açısından kaygı verici olduğu kuşkusuz. Kendi adıma ise bu kısır döngüye katılmak yerine merak ettiğim konulara dalmak bana daha anlamlı geliyor.

[2] Albert Camus (2016), Sisisfos Sömyleni, Can Yayınları, İstanbul, s; 36-37

[3] Age, s; 50.

[4] Stephen W. Hawking (1991), Zamanın Kısa Tarihi, çev: Sabit Say; Murat Uraz, Milliyet Yayınların, İstanbul, s; 134.

[5] Age, s; 135-137.

[6] Vikipedi (2021) Gözlemlenebilir Evren, www. tr.vikipedi.org/ 

[7] Gökhan Öztürk ( 2017, “Evrende Kaç Tane Yıldız Var?” Bilimpro, http://www.bilimpro.com

[8] Çağrı Mert Bakırcı (2015), “Dünya Üzerinde Kaç Tür var?”, Evrim Ağacı, http://www.evrimagaci.org/

[9] Hawking, age, s; 21

[10] Stephanie Pappas (20199, “Büyük Patlamadan Önce Ne Vardı, Ne Oldu?” Evrim Ağacı, http://www.evrimagaci.org/

[11] Yusuf İğın,(2020), “Evrenin Sonu: Evren Nasıl Sona Erecek? Evrenin Sonuna Dair Olası Senaryolar Neler?”, Evrim Ağacı, http://www.evrimagaci.org/

[12] Gökhan Kodalak (2017), “Mikrobiyata Metropolü ya da İnsan Vücudu”, Manifold, http://www.manifold.press/

[13] Immanuel Kant (tarihsiz) “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel bir Tarih Düşüncesi”, çev. Uluğ Nutku, Filozoflar ve Düşündüren Sözleri, http://www.duşundurensozler.blogspot.com

[14] Noam Chomsky (2020), “Koranın iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi olacak”, Medyascope, http://medyascope.tv/ 4 Nisan 2020.